• Sonuç bulunamadı

Mutlak Devletin Sınırlandırılması: Hukuk Devleti ve İnsan Hakları

BÖLÜM 1: İNSAN DOĞASINDAN DEVLETE: İKTİDARIN SERÜVENİ SERÜVENİ

1.5. Mutlak Devletin Sınırlandırılması: Hukuk Devleti ve İnsan Hakları

Rönesans, Reformasyon, teknik ve bilimin doğurduğu zihinsel dönüşüm, sadece Batının feodal dünyasını yıkarak yerine sınırları belli bir toprak parçası üzerindeki uyruklarına egemen olabilen modern devletleri (Jellinek 1914: 394-434) getirmemiştir. Aynı zamanda güçlenen merkezi otorite karşısında zayıflayan bireyin mülkiyet, yaşam hakkı, din ve vicdan hürriyeti benzeri haklarını savunmak adına, tek egemen olan monarkın keyfi iradesini sınırlamak için insana doğuştan belli haklar atfedilmiş ve bu haklar, yasalar çerçevesinde güvence altına alınarak anayasal monarşiler oluşturulmaya çalışılmıştır55. Burjuva sınıfının ve belli aristokratik unsurların monarkın gücünü parlamentoya devretme yolundaki başarıları monarkı zayıflatırken, kişiden bağımsız hale gelen yönetim

55 Hem Batı dünyasındaki hem de Türkiye’deki anayasal rejimlerin gelişimi üstüne ayrıntılı bir çalışma için bknz. Gülener (2017).

82

aygıtları, kurumlar ve bürokrasi bir tüzel kişilik olarak devleti ortaya çıkarmıştır. Böylece egemenlik “bir kişiden” parlamentoyu ve bürokrasiyi oluşturan memurlara geçerken yönetim organizasyonun şekli değişmiş, ancak sade bireyin yeni tüzel kişilik olan devlet karşısındaki acizliğindeki değişim görece yavaş ilerlemiştir. Bireyin devlet karşısındaki acizliğini azaltmak ve haklarını güvence altına almak için devletin egemenliği çıkarılan hukuk kuralları56 ile sınırlandırılmak suretiyle hukuk devleti oluşturulmaya başlanmıştır. Değişen sadece toplumsal örgütlenmenin meşruluk kaynağının soy ve dine bağlı kalıplardan çıkarak “laik halk egemenliği” temelinde yeniden düzenlenmesi ve devlet olgusunun giderek monarktan özerkleşmesi (Abou El Haj, 2000: 29) değildi. Antik dönem ve ortaçağ siyasal düşüncesinin hâkim paradigması olan, bireyin ereksel mutluluk arayışında tarihsel bir canlı olma fikri, Kant ile birlikte güçlü bir eleştiriye tabi tutulmak suretiyle, ilk defa insan, sosyolojisinden bağımsız otonom bir özne haline gelmiştir (Bezci, 2009: 118-119). Kant, insanı özgürleştirmek adına onun düşünüşün üstündeki dini kurallardan, geleneksel ahlak ve kültürden, toplum ve toplumsal kurallardan hatta insani iç dürtülerin baskısından kopararak salt aklın yol göstericiliğinde bulunabilecek olan evrensel yasalara tabi kılmaya çalışır. Böylece insanın ulaşmaya çabaladığı nihai amacını, Yunan filozoflarının ya da sözleşmecilerin belirttiği gibi hayatta kalma mücadelesi, mutluluğun ve refahın peşinde koşmada görmez. Ulaşılması gereken mutluluk, sevap kazanma, servet edinme gibi araçsal bir iyi istemeden ziyade, öz çıkarlardan bağımsız sadece aklın emretmesinden kaynaklı olan “iyi istemedir” (Guter Wille). Böylece insan hiçbir koşula bağlı olmaksızın iyilik yapmalı, yalan söylememeli, kötülük yapmamalı, aklının insana emrettiği buyrukları kişisel eğiliminden dolayı değil, aklın verdiği bir “ödev” (Pflicht) olarak yerine getirmelidir. Çıkar ve eğilimlerden bağımsız olmasından ötürü bu buyruklar, sadece tekil insan için değil, aynı zamanda tüm insanlar için de geçerli olacaktır ve ancak tüm insanlar için geçerli olabilen bu tür koşulsuz buyruklar ahlak yasaları haline gelebilme değerine sahiptir. Böylece insan etkinliğinin değeri eylemlerinin getireceği sonuçlardan ziyade eylemde bulunmayı zorunlu tutan iyi istemede yatmaktadır (Kant, 2002: 10-19). Bu şekilde Kant, kendi zamanına kadar ereksel iyiye –Telos’a ya da

56 İngiltere’de 1688 yılında yayınlanan Haklar Bildirisi (Bill of Rigths) ile başlayan ve Amerikan Bağımsızlık Bildirisi (1776), Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ve nihayetinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (1948) insan haklarını düzenleyen ve devletlere insan haklarının hukuku güvence altına alınmasına dair ilham veren metinlerdir. Ayrıntılı bir inceleme için bknz. Erdoğan, 2013.

83

Cennete- ulaşma düşüncesini tersine çevirerek iyi ve doğru olanı, uyulması gereken yasanın kaynağını iyi istemeye dönüştürmüştür57.

Kant’ın yaptığı dönüşüm sadece iyi isteme ile sınırlı değildir. O, aynı zamanda nesnelerin bilgisine sadece düşünme yoluyla ulaşılabileceğini savunan rasyonalistlerle, eşyanın bilgisine deney yoluyla varılabileceğini iddia eden ampirikleri de birleştirmeye çalışmıştır. Kant’a göre insan nesneleri duyularıyla algılayabilmekte, ancak nesneye dair algısını zihinsel anlama işleminden geçirmediği sürece nesneyi kavrayamamaktadır. Ancak nesnenin sübjektif zihnin işleminden geçmesi, nesneyi, öznenin sübjektif olarak atfetmiş olduğu bilgiyle yüklemiş olur ve nesnenin eğer varsa kendi “idesine” ulaşılmasını imkânsız kılar. Böylece nesneler dünyasındaki tek gerçeklik insanın sübjektif zihni ile anlam yüklemiş olduğu dış dünyadır. Kendinden önceki düşünürlerin nesnenin bilgisini, ona içsel olduğu düşünülen yasaları, sabit, önceden verilmiş bir veri olarak almaları karşısında Kant, dış dünyanın sadece aklın sınırları içerisinde insan tarafından anlamlandırılabileceğini, bu sebepten dolayı doğa gibi bir “dış” unsurun düzeni belirleyici kanun koyuculuğundan ziyade, insan aklının etkin yasa koyucu haline gelmesini savunmaktadır (Cevizci, 2015: 396-400).

Kant’ın insan aklına yönelik bu yüceltmesi, onun felsefi antropolojisi düşünüldüğünde şaşırtıcı değildir. Doğa, hayvanlara kendilerini korumak, avlanmak vb. faaliyetleri yürütmek için içgüdüler, pençeler gibi birçok fiziki özellikler vermesinin yanında insana sadece çıplak ellerinden başka bir de akıl vermiştir. Hayvanların yaşamlarını sorunsuz idame ettirmeleri için gerekli olan tüm fiziki “düzeneği” hazırlamış olan doğa, insanı noksan bir varlık (Mängelwesen) olarak biçimlendirmiştir. Eğer doğa, insanın salt mutluluğunun, tasasız itkilerinin peşinde bir yaşam sürmesini istemiş olsaydı, hayvanlar gibi onu da birçok özellikle donatabilirdi. Ancak insana fiziki noksanlıklarının yanında hayvanlarınkinden çok daha üstün bir akıl yetisi bahşedilmiştir. İnsan, verilen bu akıl sayesinde hayatta kalması ve yaşamını sürdürmesi için gerekli olan yeteneğe ulaşabilme kapasitesine sahiptir. Akıl sayesindedir ki insan, hayvanlar gibi sadece güdülerinin

57 Machiavelli nasıl ki siyaseti ahlaktan kopardıysa, 18. yüzyıla ait Aydınlanma düşünürleri de hukukun ahlaktan koparılıp rasyonel olarak yapılandırılmasına çalışmışlar, Kant da bu yapılandırmayı kendi ödev ahlakı çerçevesinde derinleştirmiştir. Böylece yönetici sınıfın toplumu ortak iyi bağlamında yasal olarak yönlendirmesine karşı, bireyin başkalarına zarar vermeden özgürce yaşaması fikri hayat bulmuş, bireye erdemli bir yaşam sorumluluğu yükleyen doğal hukuk anlayışı yerini bireysel özel alana özgü özgürlükler olan doğal haklara bırakmıştır. Liberal ilkelere dayanan hukuk devleti anlayışı bu sayede zihinlerde ilk nüvesini vererek yerleşmeye başlamıştır (Özenç, 2014: 137-138).

84

yönlendirmesinden (insanın doğal varlık yanı- homo phänomenon) kurtularak aklın rehberliğinde özgürleşebilecek (insanın akıl varlığı yanı- homo noumenon), iyi ve kötünün ayrımına vararak iyi olan ahlaka ulaşabilecektir. Ancak insanın noksan bir varlık olmasından kaynaklı olarak insan hayvanlar gibi doğar doğmaz kısa zamanda bağımsız bir hale gelememekte, uzun bir yetişme ve eğitim döneminden sonra akıl yeteneğini kullanabilecek yetkinliğe ulaşmaktadır. Aklı kullanma yetisinin öğretilmesi sorumluluğunu ise Kant, önceki nesle ve devlete bağlamaktadır (Mengüşoğlu, 2014: 24-31).

Kant, bireyi otonomlaştırma adına tarihi bilgiyi, toplumsallağı ve devleti dışlarken, aklın yetkinleşebilmesi için sayılan dış unsurları düşüncesine eklemektedir. Çünkü Kant, insanların doğuştan herhangi bir verili bilgiyi taşımadığı gibi, Hobbes ve Rousseau’nun aksine insanın ne doğuştan iyi ne de kötü olduğuna inanmaktadır. İnsana içsel olan iyi nüvesinin eğitim yoluyla açığa çıkarılmasına, kötüye olan eğiliminin ise dizginlenmesi gerektiğine inanmaktadır (Mengüşoğlu, 2014: 29)58. Kant böylece önceki düşünürlerin inandıkları önceden belirlenimli insan doğası fikrini de eleştirerek yine sorumluluğu akla vermektedir. Bu sayede insan her şeyin ölçüsü olmasının yanında, mutlak bir değer (einen

absoluten innern Wert) haline de gelmektedir. Ancak insanın mutlak bir değer haline gelmesi için dış etkilerden bağımsız bir yasa koyucu zihinsel yetkinliğe erişmesi yeterli değildir. İnsanın aynı zamanda, hayvanlarda bulunmayan kendi benliği hakkında bir bilincine ulaşarak kişilik kazanması gerekmektedir. Dış etkilerden bağımsız, kişiliğinin bilincinde, benlik sahibi insan ancak özgürdür (Cassirer, 1923: 218) ve böylesi bir insanın verdiği kararlar ancak ahlak yasası olmaya layıktır. Kant bu şekilde insanları, birbirlerinden farklı ve ayırt edici düşünmelerine yol açan “pürüzlerden/bağlardan” sıyırarak, iyi ve doğru olana mutlak değişmez bir zihinle ulaşabilen pürüzsüz çıplak benlikler haline getirmiştir. Birbirinin tıpkısı olan bu benlikler doğal olarak artık ben, sen veya o olarak ayırt edilmemekte, özgür zihnin koymuş olduğu yasada birlik, benlikte de birliği getirerek “bizi” oluşturmaktadır (Çiğdem, 2008: 16; Bezci, 2009: 118). Böylece aklın koymuş olduğu yasa “biz tarafından” konduğu için evrenseldir ve herkesçe uyulmalıdır59. Kant için böyle bir akla sahip olan insan, maddi olarak olmasa da ona içsel

58 Kant’ın düşüncesine göre insanın doğuştan iyi olup olmadığına, insanın kötülük problemine ve insanın doğasına dair ayrıntılı bir çalışma için bknz. Aydoğan, 2017.

59 Kişinin bir eylemi gerçekleştirme ya da gerçekleştirememesine dair fiziki yaptırımın bulunmasını yasa olarak niteleyen Kant (2007: 48-49), ahlaki yasalarla pragmatik yasaları ayırmaktadır. Kant’a göre ahlaki

85

olan insanlık anlamında kutsaldır ve bu sebepten hiçbir insan araç değil, aksine amaçtır (Cassirer, 1922: 96). İnsanın, insan olmaklığından dolayı kutsal olması ona özgürlük, eşitlik gibi doğuştan haklarının yanında insanın kişiliğine, onuruna ve şerefine layık yaşamasını ödev olarak verirken insanın kişiliğine, özgürlüğüne ve şerefine karşı saygıyı da devletlere ve diğer insanlara bir zorunluluk olarak yüklemektedir. Böylece Kant evrensel doğal hakların meşrulaştırılmasını ve savunuculuğunu üstlenmektedir (Çağıl, 1984: 69-70). İnsana ait olan aklın kutsanmasını yücelten Kant’ın takipçileri, bu kutsamayı abartarak Aydınlanma düşünürlerinin, onun takipçilerinin ve zamanla kendi akıl yürütmeleriyle koydukları yasalara kutsiyet atfederek Kant’ın eleştirdiği dogmatik metafizik sarmalına düşmüşlerdir.

Kant’ın kişilik sahibi özneyi tarihten ve toplumdan soyutlayarak tekil bireyler haline getirmesi, o güne kadar toplumun/devletin kurulması için bir şekilde tarihsel ya da dinsel motivasyonlara dayanan antropolojiye karşıt getirilmiş bir öneridir. Tarihsel ya da dinsel motivasyona dayanmayan insanların nasıl olup da bir toplum/devlet oluşturabilecekleri sorusunu Kant yine “aklın salt bir fikrinin” (Gablentz, 1965: 87) sonucu olarak görmektedir. Kendinden önceki düşünürlerin devletin oluşumunu tarihsel gelişim, mutluluğa götüren bir araç, insan doğasının bir sonucu olarak gören yaklaşımlar Kant tarafından bir anda önemsiz hale getirilmektedir. Kant’ın toplum sözleşmesi, akıl sahibi insanların yasa koyucunun yasalarını pratik aklın sınırları içerisinde denetledikleri, konan yasaların pratik akılla çeliştiği durumlarda evrimsel dönüşümlerle değiştirildiği bir düzenden ibarettir. Böylece önceki sözleşmecilerin devletin kurulması için önceledikleri bireylerin irade birliği, başka bir deyişle toplum, Kant’ta, yasa koyucuyu denetleme mekanizmasına dönüşmektedir. Böyle bir düzende yaşayan sivil toplumda devlet a priori olarak özgürlük, eşitlik ve bağımsızlık hakkını tanımakla yükümlüdür. Kant’ın burada

yasalar zihinsel iç dünyayla ilintiliyken, pragmatik yasalar dışsal eylemlerle alakalıdır. Dış dünyaya ait irade beyanında bulunan ve bunu diğer insanlara kabul ettiren yasa koyucudur (Kant, 2007: 67). Böylece iki yasanın dayandığı otoriteler de (ilkinde zihin, ikincisinde egemen) birbirinden farklıdır. Kant yasaları içsel ve dışsal olarak ikiye ayırmasına rağmen, yasaların ortaya çıkış mantığı ortaktır. Her ikisi de ödev olma bakımından zorunluluktur ve her kural evrensel olmak durumundadır (Ottmann, 2008: 178; Çağıl, 1951: 816, 822).

Çalışmanın kısıtlılığından dolayı Kant’ın tüm düşünceleri, sadece birey, hukuk, doğal hak ve devlet üzerine olanları dahi, burada verilmesi mümkün değildir. Bu konularda daha ayrıntılı inceleme yapmak isteyenler; kısa bir giriş mahiyetinde Heimsoeth’ın Kant’ın Felsefesi adlı kitabına, Kant’ın yaşamını ve düşüncelerini derinlemesine anlatan bir kitap için Cassirer’in Kant’ın Yaşamı ve Öğretisi’ne, devlet ve hukuk alanındaki düşünceleri için Çağıl’ın, Kant’ın devlet ve hukuk felsefesini incelediği Immanuel Kant’a Göre Devletin ve Devletlerarası Münasebetlerin Felsefi Esasları adlı eserine bakabilir.

86

bahsettiği özgürlük ahlaki otonomiden ziyade bireyin, kamu hukuku içerisinde başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadan, egemenin zorunlu tuttuğu mutluluk anlayışından farklı olarak kendi mutluluk anlayışı çerçevesinde yaşamını sürdürebilme özgürlüğüdür. Ancak sivil toplum sadece özgürlükle tamamlanmamaktadır. Özgürlüğün yanında bireylerin ekonomik bağımsızlıkları da önemli bir rol oynamaktadır. Kant, eşitliği bireylerin yasalar karşısındaki eşitliği ve devletin altında eşit uyrukluğu olarak ele almakta, herkesin çalışkanlık ve yetenekle sosyal konumunu değiştirebilme imkânı olduğu sürece daha önceden edinilmiş mülkiyeti hukuki bulmakla beraber doğuştan gelen ayrıcalıklara karşı çıkmaktadır. Kant’ın özgürlük ve eşitlik konusundaki liberal tavrı egemenin hukuk karşısında bireyle eşitliğine geldiği zaman değişmektedir. Yasanın zorlayıcılığı (Rechtszwang) egemeni bağlamamaktadır. Çünkü egemen yasanın kurucusu ve zorlayıcısı olduğu gibi, bireyden farklı olarak yasanın zorlayıcılığı altında bulunan bir uyruk konumunda da değildir. Egemenin uyruk konumuna indirgenmesi sonu gelmez bir ast-üst hiyerarşisi yaratacaktır. Burada Kant’ın egemene tanımış olduğu ayrıcalık, Hobbes’un egemenlik anlayışını çağrıştırmaktadır. Kant’ın liberal teorisiyle çelişkiye düşen önermesi sadece egemenin yasadan bağımsız olması durumu değildir. Kant sivil toplum için a priori olarak verdiği bireye ilişkin bağımsızlık anlayışı da liberal tutumunu zedelemektedir. Kant ortak yasa koyucu olarak toplumun üyesi olan yurttaşı ön plana çıkarmaktadır. Yasalar yurttaşların ortak aklı ile konduğu takdirde, kişi kendisine haksızlık yapamayacağından ötürü, yasalar da haklı ve meşru olacaktır. Ancak Kant bireyin bağımsızlığını, kişinin emek gücünü satarak yaşamını idame ettirmemesine bağlamaktadır. Böylece emek gücüne dayanarak geçinenler, kadınlar ve çocuklar Kant’a göre toplumu oluşturan yurttaşlar değildirler ve çıkarılan yasayı belirleme hakları yoktur (Gablentz, 1965: 80-86).

Kant’ın, bireyin mutluluğunu serbestçe arama özgürlüğü, yasalar karşısında eşitlik ilkesi ve bireylerin çalışkanlıkları ve yetenekleri ile sosyal tabakalar arasında geçişkenliklere izin vermesine yönelik doğuştan gelen haklara dair fikirleri, kendinden sonraki liberal düşünürlerin vazgeçilmez teorik dayanak noktaları olmuştur. Ancak kadınların ve ekonomik olarak alt sınıfta bulunanların oy hakkı olmaması Kant’ın liberal fikirleriyle uyuşmamaktadır. Bunun yanında Kant, Ebedi Barış Üzerine adlı yapıtında tüm devletlerin cumhuriyet rejimiyle yönetilmesini zorunlu kılarken, monarşilerin devrimle yıkılmasına karşı gelmektedir. Eğer monark aklın yasalarına uygun kanunlar çıkartarak

87

zaman içerisinde cumhuriyete evrilecek bir dönüşüme açıksa, monarkın yönetimine de cevaz vermektedir. Kant’ın monark egemene yönelik sempatisi burada bitmemektedir. Devletlerin hikmeti hükümet anlayışına, gizli anlaşmalara ve devlet sırlarına karşı basının haber yapma ve kamuoyunun haber alma özgürlüğünü savunurken, filozofların egemenin danışmanlığını, egemenin kamuoyundaki otoritesinin sarsılmaması adına, gizliden yürütmeleri gerektiğini, filozofların düşünsel60, egemenin idari olarak yönetmesini salık vermektedir (Ottmann, 2008: 173). Beiser (2018: 91), Kant’ın devrimi teoride kabul etmesi pratikte ise reddetmesini (1790), dönemin Prusya’sının içinde bulunduğu politik sarsıntı ve sansür uygulamaları karşısında basın özgürlüğünün toptan yasaklanmaması uğruna yapılmış bir fedakârlık olarak görmektedir. Kant’ın politik tavrının bu iyi niyetli okuması doğru kabul edildiği takdirde, Kant’ın da sonuçlar uğruna ilkelerden vazgeçtiği duruşlarının olduğu ortaya çıkmaktadır.

Görüldüğü üzere Kant, bireyi, tüm tarihsel ve toplumsal bağlardan kopartıp, onu otonom bir özne haline getirerek liberalizmin en temel unsurunu belirlemektedir. Aynı zamanda özneye doğuştan a priori haklar tanıyarak öznenin özgürlüğünü toplum karşısında pekiştirmektedir. Ancak bireyin toplumdan bu denli koparılması onu sadece toplumun dışına itmemiş aynı zamanda devletin karşısına da koymuştur. Kant bu durumun farkında olarak bireylerin pratik akılları sayesinde ben olmaktan sıyrılarak biz konumuna gelmesini, oluşan bizle de yönetime ortak olan bireylerin çıkaracağı yasalarla birey-toplum, birey-devlet karşıtlığını bertaraf etmeyi tasarlamıştır61. Ancak oluşan bu karşıtlığın ortadan kaldırılmasına yönelik Kant’ın geliştirdiği metodu tatmin edici bulmayan Hegel, Kant’ın düşüncelerinin en önemli eleştiricilerinden birisi olmuştur. Bu araştırmanın konusu kapsamında Hegel’in düşünceleri daha çok Kant’a dair yapmış olduğu eleştiriler noktasından ele alınmıştır. Nasıl ki Platon üzerinden Aristoteles’i, onun

60Kant egemenin danışmanı olarak hukukçuların yerine filozofları önermektedir. Ona göre hukukçular çıkarları adına güç elde etmeye yönelebilirken, filozoflar bu yönelimden azadelerdir.

61Kant’ın etkisi sadece Batı dünyasında zuhur etmemiştir. 18. yüzyıl sonlarından itibaren modernleşme çabaları sırasında Osmanlı İmparatorluğu’na, Fransız düşünürlerin etkisiyle nüfuz eden pozitivizm, materyalizm, evrimcilik vb. düşünce akımlarının yanında Alman düşünce dünyasının da ilk etkileri görülmektedir. Beşir Fuad (1852-1887), Münif Paşa (1830-1910), Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) gibi Türk düşünürleri eserlerinde Kant’a atıfta bulunmuşlardır. Materyalist bir düşünür olan Baha Tevfik (1884-1914) ise 1913 tarihinde yayınladığı Felsefe Mecmuası ile o zaman kadar Kant hakkındaki en geniş yazıyı kaleme almıştır. Fransız etkisinden dolayı Kant’ı ele alan materyalist Türk düşünürleri onu eleştirmek üzerinden Türk düşünce hayatına tanıtmakla beraber, Filibeli Ahmed Hilmi (1865-1914), İsmail Fenni Ertuğrul (1855-1946), Rıza Tevfik (1869-1949) ya da Ziya Gökalp (1876-1924) gibi düşünürler Kant’a daha olumlu yaklaşmışlardır (Anay, 2010: 150-158).

88

üzerinden Augustinus ve ortaçağ düşünce tarihi anlamlı hale geliyorsa, modern ve postmodern düşünce sisteminin kökenlerinin bulunması için önce Kant’ta, daha sonra onun önermelerini tartışarak kendi düşünce dünyasını kurgulayan Hegel’in ele alınması gerekmektedir (Abramson, 2013: 379). Her ne kadar Marx’ın düşünceleri Hegel ile ilişkilendiriliyorsa da son dönemlerde Kapital’in, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi ışığında okunması gerektiği yönünde önermeler de ortaya atılmıştır (Karatani, 2017: 17). Marx’ın, Hegel’den mi yoksa Kant’tan mı daha çok etkilediği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber, Batı düşünce dünyası son iki yüzyıldır Kant ve Hegel’in oluşturmuş olduğu düşünce sistemleri üzerinden siyaset felsefesi üretmektedir. 19. yüzyılda demokrasinin ortaya çıkmasıyla başlayan kitlelerin siyasete katılımı, ideolojilerin filizlenmesini ve toplumsal kutuplaşmaları körüklemiştir. Büyük kurucu sistem filozoflarının yer aldığı “akıl çağından” Batı düşünce dünyası “İdeolojiler Çağına” giriş yapmış, birey-toplum-devlet ilişkileri siyasal ideolojiler etrafında çözülmesi gereken sorunlar haline gelmiştir (Örs, 2014: 1-2). Bu bakımdan kitle katılımının düşünürleri ideolojikleştirmesinden kurtulan son klasik filozof addedilebilecek Hegel (Bumin, 2016: 136) ile bu kısım son bulacaktır.

Antik dönemin etik yaşamıyla modern dönemin özgürlük düşüncelerini birleştirmeye çalışan Hegel (Ottman, 2008: 222), felsefeyi “şimdinin” açıklanması olarak görür. Felsefeye ve filozofa geleceği inşa etme yetkisi vermez. Bu düşüncesinin yansıması olarak da devleti filozoflar tarafından inşa edilen bir şey olarak görmekten ziyade onu kendiliğinden var olan, etik yaşantının sürdürüldüğü bir yapı olarak ele alır ve var olan devleti anlama sanatıyla uğraşır (Hegel, 2015: 35-37). Bu yönüyle kendinden önceki sözleşmecilerden ayrılırken aynı zamanda dünyanın farklı kültürlerinde yaşayan her insan için geçerli olan evrensel yasaların varlığını reddetmesiyle de Kant’tan farklılaşır. Ancak Kant’la farklılaştığı tek nokta yasaların evrenselliği konusu değildir. Kant’ın homo

phänomenon ve homo noumenon olarak itkiler- akıl, özne-nesne temelinde ikiye ayırdığı,

toplumdan otonom haldeki insanı Hegel, arzularıyla ve toplumla uzlaştırmak yoluna gitmektedir (Bezci, 2005: 51-52). Bunun için Kant’ın tarif ettiği, bireyin tek başına aldığı rasyonel düşünüşüne dayalı öznel ahlakını (Moralität), toplumun gelenek, görenek, örf ve adetlerine dayanan nesnel ahlakını ifade eden ahlaki yaşamla (Sittlichkeit) sentezlemeye çalışır. Tikel bireylerin, Kant’ın öngördüğünden farklı olarak kendiliğinden koşulsuz buyrukları tespit etmesinin zorluğunun farkında olan Hegel, insanlara ahlaklı

89

davranışlarının kaynağını toplumsal törelerden alabilecekleri bir yapı sunmaya çalışır (Cevizci, 2014: 267-268). Böylece tarih içinde bireyler üstü hale gelmiş olan ve bireysel kanaatlerden bağımsız olan toplumsal ahlak, bireysel etik davranışın içeriğini oluşturacak, birey kendini toplumdan soyutlanmış görmekten ziyade onunla bütünleşmiş olacaktır. Tikel ahlakın bu denli toplumsal olana bağlanması ahlakı evrensel bir olgu olmadan ziyade yerel içeriğe sahip bir olguya dönüştürecektir. Her toplumun kendi