• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: İSLAM DÜŞÜNCE DÜNYASI TASAVVURUNDA İNSAN VE DEVLET VE DEVLET

2.1. Hz. Muhammed Dönemi: Manevi Topluluk Olarak Devlet

Hz. Muhammed (570-632) döneminden önce Arap yarımadası, iki büyük imparatorluğun

nüfuz çekişmelerine sahne olan bir sahaydı. Bunlardan ilki olan Bizans İmparatorluğu, Anadolu, Suriye, Mısır ve Tuna nehrine kadar olan Güneydoğu Avrupa’yı ve Kuzey Afrika’nın sahil şeridini elinde bulunduruyordu. Diğer önemli güç olan Sasani İmparatorluğu ise Afganistan ile Irak toprakları arasındaki bölgede hâkim konumdaydı. Her iki gücün askeri çekişme alanı Mısır ile Irak arasında kalan bölgeleri kapsıyordu. Arabistan ise bedevi yaşamının kontrol edilmesinin güçlüğünden dolayı78 her iki taraf,

78 Arabistan’ın özellikle Hicaz bölgesi, dağlık ve çöl arazisine sahip olması, bedevi kabilelerin egemenlik altında tutulmalarının güçlüğü ve elde edilecek olası ganimetlerin azlığından dolayı büyük devletlerce işgal edilmesini engellemiştir. Bu bölge kuzeydeki diğer coğrafyalara nazaran idari bakımdan bağımsız özgür kabilelerin birbirleri arasında değişen küçük çaplı hâkimiyet mücadelelerine sahne olmuştur. Örneğin Huzaâlar, Mekke’yi Cürhüm kabilesinin elinden almış ve iki yüzyıl boyunca elinde bulundurmuştur. Hz. Muhammed’in de kabilesi olan Kureyşliler ise Kusay bin Kilâb (vefatı 480, Hz. Muhammed’in beşinci göbekten dedesidir.) önderliğinde Mekke ve Kâbe idaresini ele geçirmişlerdir. Bu durum dahi Mekke’de merkezi bir emirlik yaratmamıştır. Merkezi bir idareden ziyade Mekke’nin idaresi 12 sorumluluk alanından oluşan ve bu görevleri Kureyş’e dâhil olan Haşim, Ümeyye, Nevfel, Muttalip, Adi vd. alt kabile mensuplarının yerine getirdiği çoklu bir yapıdadır. Hacılara dağıtılacak yemek için Mekkelilerden toplanan gelirlerin yönetimi (Rifâde) Haşimoğullarının elindeydi. Mekkeye gelen hacıların su ihtiyaçlarının karşılanması görevi olan Sikaye sorumluluğu ise yine Haşimilerden Hz. Muhammed’in amcası olan Abbas b. Abdülmuttalib’in yönetimindeydi. İhtilafların çözümü için hakemlik kurumu diyebileceğimiz Eşnak görevini Ebu Bekir yerine getirmekteydi. Adi kabilesinin uhdesinde bulunan dış ilişkilerden sorumlu Sifaret görevini ise Ömer b. Hattab üstlenmişti. Görüldüğü üzere Mekke’nin yönetimi merkezi bir hiyerarşik yapılanmadan ziyade kabile içi özerk ve yer yer birbiriyle çekişebilen görevlerin dağılımından oluşuyordu. Medine (Yesrib) ise Kurayza ve Nadir gibi Yahudi kabileleri ile Arap Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki

107

yerel prenslikleri ve aşiretleri destekleyerek nüfuz etmeye çalışarak ticaret yollarını kontrol altına almaya uğraşıyordu. Sasaniler, Yemeni işgal ederek (570) Irak’a doğru bir ticaret yolu açmaya çalışırken Bizans, Hicaz ticaret yolunu nüfuz alanına dâhil etmek istiyordu. Hatta bunun için Mekke yönetimine (590) kendine yakın grupları getirmeye de çalışıyordu (Watt, 2015: 11-13). Dönemin bu karışık ortamında Araplar özellikle ticaret yolları üzerinde bulunan Mekke, Medine, Taif gibi Batı Arabistan’ın ticaret noktaları kendilerini Bizans ve Fars politikalarının arasında kalmış, iki büyük devletin sürekli değişen güç dengelerine kendilerini uydurmak zorunda hissediyorlardı. Ayrıca üç tarafı denizle çevrili olan Arap yarımadasının karadan ticari olarak dışa açılma noktaları olan Suriye ve Irak toprakları bu iki gücün hâkimiyeti altındaydı.

Cabiri’nin aktardığına göre (2001: 69-72) muhtelif rivayetler ve siyer kitapları Hz. Muhammed’in dini tebliğinin daha başından Bizans ve Fars devletlerinin topraklarını ve ganimetlerini ele geçirmek gibi siyasi bir güncesi olduğunu79, dolayısıyla İslam’ın daha ilk davetinde devlet ve fetih unsurlarını içerdiğini iddia etmektedir. Hatta bunu desteklemek için “Rızkım, okumun gölgesinde takdir edildi.” şeklinde hadisler de nakledilmektedir. Ancak Cabiri’nin de belirttiği üzere Hz. Muhammed’in peygamberlik döneminde cereyan eden olaylara ve Kuran-ı Kerim’in mesajına bakıldığında İslami davetin devlet ve fetih içeren bir ajandasının olması gerçeği yansıtmamaktadır. Müslümanların zaman içerisinde tarihsel olayların ışığında bir sosyal topluluk oluşturdukları ve önce bağımsız kabilelerden dini bir topluluğa oradan da siyasi yapılanmaya doğru evrildikleri görülmektedir80.

çatışmaların yer aldığı Mekke’ye nazaran oldukça verimli topraklara sahip olan, ancak ticaretin Mekke’deki kadar gelişmediği merkezi idareden yoksun kabilelerin yan yana bağımsız gruplar halinde yaşadığı bir şehirdi (Baş, 2013: 54-58).

79 Hamidullah da, ilk Akabe Biat’ı gerçekleşmeden önce Hz. Muhammed’in Mekke dışında, Kâbe’ye gelen hacılara İran ve Bizans topraklarını vaat ederek İslam’a davet ettiğini belirtmektedir (2015: 100).

80 Bu durum Kuran’ın zamanla insanlara hitap şeklindeki değişikliğinden de belli olmaktadır. Mekke dönemi ayetleri tüm insanlara yönelik olarak “ey insanlar” diye seslenirken, Medine’de inen ayetler artık oluşmaya başlayan, Muhacir ve Ensar’dan müteşekkil Müslüman topluluğa hitaben “iman edenler” olarak değişmektedir (Cabiri, 2001: 73). Böylece bir iman edenlerden oluşan “biz” ve inanmayan “öteki”lerden müteşekkil siyasal bir toplumun oluşum sürecine girdiği gözükmektedir. İman edenlerin hukuk ve örfi davranışları değişip homojenleştikçe toplum siyasi bir unsura dönüşecektir. Bu homojenleşme süreci içerisinde önemli bir adım Medine’ye gelen muhacirler ve Ensar arasında muâhât (birini kardeş edinmek) kurumunun oluşturulmasıydı. Sosyal ve ekonomik dayanışma kurumundan öte olan muâhât kurumu, aralarında akrabalık ve kabile bağı olmayan kişileri mirasçı dahi (daha sonra bu uygulama kaldırılmıştır) kılıyordu. Birbiriyle kardeşlik bağıyla bağlanan kişiler karşılıklı olarak ailelerine bakmakla yükümlü oldukları gibi ekonomik destekle de sorumluydular (Algül, 2005: 307-308). Böylesine bir ilişki, kabile ve kan bağının en büyük değer olduğu Arap topluluklarında İslam dini altında evrensel bir kardeşlik bağı yaratmanın ilk aşamasıydı.

108

Her ne kadar İslam davetinin siyasi içeriği olmamasına rağmen, putları reddeden, eski gelenek ve adetleri ortadan kaldıran ya da revize eden Hz. Muhammed’in çağrısı Kureyşliler tarafından, Mekke’nin hac ve ticaret gelirlerini düşürücü, dolayısıyla kabilenin siyasi ve ekonomik konumunu sarsıcı siyasal bir girişim olarak algılanmıştır (Cabiri, 2001: 72). Bu sebeple önce Hz. Muhammedin daveti alay konusu yapılmış, peygamberlik iddiasından vazgeçilmesi istenmiş, bunlar için kendisine ve az sayıda olan Müslümanlara eziyetler edilmiştir. Artık Mekke’de yaşama imkânı bulamayan Müslümanlar 622 yılında Medine’ye hicret etmek zorunda kalmıştır (Schroeder, 2016: 68-72). Ancak hicretin tek etkisi Müslümanların Mekkelilerin baskılarından kurtulmaları değildi. Baskılar, Hz. Muhammed’in Mekke putlarına karşı geldiği dönemde yoğunlaşmaktadır. Mekkeli zenginler için putlar dini bir sembol olmanın yanında tüm Arapların hac vesilesiyle Mekke’ye gelmesini sağlayan ve bu sayede Mekke’nin hem Arabistan’ın ticaret merkezi olmasını sağlayan hem de uluslararası ticarete olanak veren kullanışlı bir “araç” konumdadır. Mekkelilerin korkusu yeni gelen dinle beraber eski inançlarını kaybetmeleri değil putlar için gelen diğer Arap kabileleri tarafından Mekke’den çıkarılarak tüm imtiyazlarını kaybetmeleridir. Çünkü daha önce de Kâbe’nin bekçisi olan birçok kabile dini inançları yerine getirmedikleri sebebiyle Mekke’den kovulmuştur. Kureyşliler de Kâbe’nin koruyuculuğunu Huzaâlar’ın elinden almışlardır. Bu bağlamda Mekkelilerin Hz. Muhammed’i ve ona bağlananları dışlamalarının sadece dini boyutunun olmaması anlamlıdır. Dini ve ticari bir merkez olan Mekke’nin yakınlarındaki Medine’ye hicret, sadece Müslümanları baskı ve zulümden kurtarmamış, aynı zamanda buradan Mekke’ye gelen kervanlar üzerine yapılacak gazalar ile Mekke ticaretinin zayıflatılması ve Mekke’nin siyasi olarak ele geçirilmesiyle İslam’ın tüm insanlığa yayılmasını mümkün kılacak bir siyasi etkiyi de beraberinde getirmiştir (Cabiri, 2001: 127-128).

Hicret dönemi Medine’sinin toplumsal yapısına bakıldığında, birçok etnik ve dini unsurun geçici ittifaklar ve düşmanlıklar içinde yaşadığı ve şehre karmaşanın hâkim olduğu görülmektedir. Bir tarafta zanaatla uğraşan zengin Yahudi kabileleri, diğer tarafta Yemen’den gelmiş olan ve Müslüman olmaya başlamış Evs ve Hazrec kabileleri vardır. Ayrıca pagan Araplarda Medine’de yaşamaktadır. Yaklaşık 10.000 kişilik Medine nüfusunun yalnızca 1.500 kadarını Mekkeli muhacirler ve İslam dinini kabul etmiş Medineli Ensar oluşturmaktaydı. Geriye kalanlar arasında 6.000 kadarı pagan Araplar,

109

yaklaşık 4.000 kadar Yahudi ve 50 kişilik Hristiyan Arap mensubu bulunmaktaydı (Atçeken, 2009: 48). Müslümanların azınlıkta olduğu ve çatışmaların Medine’yi ortak bir yönetimden dahi yoksun bıraktığı81 böylesi bir ortamda Hz. Muhammed, tüm kabilelerin ve inanç gruplarının çatışmasız bir halde yaşamasını sağlayacak ve Medine’den kabileler birliği altında örgütlenen bir şehir devleti çıkaracak Medine Uzlaşmasını (Medine Vesikası 623/624) hayata geçirmiştir. Bu vesika, bir bölgede üst yönetimden yoksun olarak yaşayan insan topluluklarının çatışmasız, birbirine tahammül çerçevesinde sürdürülebilir bir şekilde bir arada yaşamak için irade beyan ederek ortak bir sözleşmeyi kabul etmelerine dayanır. Bir açıdan Medine Vesikası, modern Avrupa’da Hobbes, Locke ya da Rousseau’nun rasyonel önermelerle ortaya attıkları toplum sözleşmelerinin bir benzerinin maddi vücut bulmuş halidir. Dokuz kabileden söz eden vesika, Müslümanların birbirleriyle ve diğer gruplarla olan ilişkilerini düzenlemiş, Yahudilerin de hak ve sorumluluklarını güvence altına almıştır. Vesika farklı dini grupların bir arada yaşamasını garanti altına alarak (Madde 25) bir tür kabile federasyonu altında yeni bir topluluk kurulmasının zeminini hazırlamıştır. Bu durum aslında Mekke’de inen Kafirun Suresi’nin altıncı ayetinde belirtildiği gibi “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” uygulamasının bir devamıdır. Her dini grubun kendi şeriatına göre yargılanması Medine döneminde başlamış, Osmanlı’nın son dönemine kadar devam etmiştir (Bulaç, 1992: 105, 109). Ancak bu vesikanın gelişmiş bir devlet teşekkülünden (polity) ziyade erken dönem bir sorunları çözmeye yönelik norm koyucu (policy/siyasa82) yönetim organizasyonunu gerçekleştirdiği söylenebilir.

Vesika83 ile muhacir ve Ensar’dan oluşan Müslümanlar homojen ve diğer dini ve toplumsal gruplardan farklı bir sosyal blok (ümmet) olarak ortaya çıkıyor, bir biz ve öteki

81Mekke’de de merkezi bir yönetim bulunmamasına rağmen farklı kabilelerin iş bölümü yaptıkları, bu işlerden sorumlu olduğu kimselerin sorumlu kabile tarafından seçildiği bir “kabile demokrasisi” mevcuttu. Ayrıca savaş, barış gibi şehrin birlikte hareket etmesinin gerektiği durumlarda karar organı olarak hareket eden on kişilik bir kurul Daru’n Nedve’de (Kusay bin Kilâb tarafından yaptırılan, Kâbe’nin kuzeyinde yer alan bir bina) halk ile birlikte müzakere ederdi (Hamidullah, 2015: 19-20).

82Amerikan siyaset biliminde ön plana çıkan polity (siyasal yapılar), policy (siyasal içerik) ve politics (yapılar ve içerik arasında gerçekleşen süreçler) siyaset bilimin üç boyutunu meydana getirmektedir. Anayasa, hukuk sistemi, mahkemeler, okullar, hükümet ve parlamento sistemi polity’e dâhilken, toplumsal sorunların çözümü için gerekli olan normların konması, toplumsal grupların çıkarlarının belirlenmesi ve çatışmaların çözülmesi policy/siyasaya içkindir (Mickel ve Zitzlaff, 1988:538). Hem dinin tebliğcisi olarak yeni kuralların habercisi olması, hem de Medine’de kurulan yeni toplumsal düzende çıkan sorunların çözüm merkezi haline gelmesi Hz. Peygamberi siyasanın başı haline getirmiştir. Ancak bu dönemde devleti meydana getiren kurumsal yapıların oluşmaması devlet-tebaa etkileşiminin (politics/siyaset) gerçekleşmesine izin vermediği için bir siyasetten ve kurumsal devletten söz etmek mümkün değildir.

110

gruplaşması oluşuyordu (Madde 2). Ayrıca vesikada, mali açıdan zor durumda olan müminlere yardım öngörülmesi (Madde 12), bir Müslümanın diğer bir Müslümanla başka bir Müslümana karşı anlaşma yapamaması (Madde 12-b), Müminler arasına nifak sokmaya çalışanın akraba dahi olsa Müminin Müslümanlar lehine oy kullanmasının gerekmesi (Madde 13), bir müminin bir kâfir adına bir Müslümanı öldürememesi ve ya aleyhine yardım edememesi (Madde 14), nihayetinde tüm müminlerin diğer insanlardan ayrı bir grup olarak tanınması (Madde 15) oluşturulmaya çalışılan Müslümanlardan müteşekkil homojen toplumsal ve siyasi grubun belirtileridir. Bu homojen grubun mutlak lideri ise İslam peygamberidir (Madde 23).

İslam toplumunun diğer dini gruplarla bir arada yaşamasını düzenleyen belge, Avfoğulları Yahudileri ile Müslümanları bir ümmet olarak belirlemektedir (Madde 25). Her dini grubun kendi şeriatına göre yargılanıyor olması Vesikayı dinler üstü siyasi bir metin konumuna getirmektedir. Metin aynı zamanda Medine’nin müdafaası konusunda ve yapılacak barış anlaşmalarında Yahudileri ve Müslümanları birlikte sorumlu tutmakta, dini sebeplerle yaşanılacak savaşlarda ise tarafları sorumluluk altına almamaktadır (Madde 44, 45). Böylece dış düşmana karşı içte bir dinler üstü ortak muharebe gücü oluşturuluyordu. Ancak harp masraflarının her grubun kendisi tarafından karşılanacak olması (Madde 37), grupların kendi bölgelerinin asayişinden sorumlu olmaları (Madde 45-b), Yahudilerin kendi dinlerinin gerekleri çerçevesinde sosyal ve ekonomik hayatlarını düzenleyebilmeleri (Madde 25-35), metnin, bir devletin kurucu vesikası olmasından ziyade Medine’deki kabileler ve dinler arası çatışma ortamını son bulduracak ve tahammüle dayalı bir arada yaşamayı sağlayacak bir sulh anlaşması olduğunu göstermektedir. Özellikle Müslümanların herhangi bir katile yardım ve yataklık etmesinin yasaklanması (Madde 22), vesikaya aykırı olacak şekilde kimseye himaye hakkı verilmemesi (Madde 41), öldürme ve düşmanlık vakalarının hakemliğinin kendi aralarında değil de Medine’ye dışarıdan gelmiş olan Hz. Muhammed’e verilmesi (Madde 42), Vesika dışında başkaca bir hukukun geçerli sayılmayışı (Madde 46,47), Vesikanın ana amacının on yıllardır Medine süren çatışmaların önlenmesinin ve sulhun sağlanması olduğunu göstermektedir.

Medine Vesikasının dış düşmanını ise Kureyşli paganlar oluşturmaktadır. Bunun için Medine müşriklerinin, Kureyşli müşriklerin can ve malını himaye altına almaları yasaklandığı gibi, onlara saldırılmasına da engel olunmasını men etmektedir (Madde

20-111

b). Ayrıca Kureyşlilerin ve onlara yardım edenlerin himaye altına alınması da yasaklar arasındadır (Madde 43). Böylece Mekkeli müşrikler olası bir tehdit unsuru olarak görülmekle birlikte Medineli müşrikler onlardan ayrı tutulmakta, ancak her ikisinin de birleşip ortaklaşa hareket edilmesi istenmemektedir.

Vesikaya göre, Hz. Muhammed’in, Müslümanlar tarafından dini bir lider olarak kabul gördüğü, geri kalan kabileler için ise “güvenilir bir hakem” konumuna geldiği anlaşılmaktadır. Ancak Hz. Muhammed kural koyucu yeni bir devlet kurucusu olmaktan ziyade, Medine’ye barışı getiren, homojen bir hale gelmeye başlayan Müslüman topluluğun can ve mal güvenliğini sağlamaya çalışan, bu topluluğun gelişmesi ve Müslümanların sayısının artması için uygun zemini oluşturmaya uğraşan bir lider olarak tarih sahnesindedir. Azınlık bir muhacir grubun lideri olarak Medine’deki diğer büyük gruplar tarafından başka türlü kabul edilmesi de pek olası gözükmemektedir. Ancak 624 yılında Mekkelilere karşı kazanılan Bedir gazvesi ve özellikle 627 Hendek Müdafaasının başarılı olmasından sonra Hz. Muhammedin siyasi otoritesi artmıştır (Watt, 2015: 111-114).

Hz. Muhammed, Medine’yi merkezde tutarak birçok gazvelerde bulunmuş, 630 yılında Mekke’nin fethini gerçekleştirmiştir. Vefatından önce İslam dini tüm Arap yarımadasında yayılmış vaziyettedir ve Yemen, Bahreyn, Umman, Taif, Mekke, Necran gibi vilayetlere hem İslam dinini tebliğ etmesi, hem yayması hem de zekât toplaması84 için emir ve amiller tayin edilmiştir. Yollanan kadılar vilayetlerde İslam’ın yayılmasını ve uygulanmasını gözetirken aynı zamanda güvenlik, asayiş problemlerini ve toplumsal ihtilafları da çözmüştür. Bu emirler bizzat Hz. Muhammed tarafından tayin olunuyor, maaşları ise Medine tarafından ödeniyordu. Genellikle zekâtın toplanmasından amiller sorumluyken, idari işler emirler tarafından yerine getiriliyor, bazıları da kadılık görevini sürdürüyordu. Burada emirlerin maaşlarının vilayet bütçesinden değil de merkezden ödenmesi hem emirleri merkeze bağlı kılıyor hem de yönettikleri bölgelerde mali çıkar gözetmelerini önlüyordu. Adli işlerde Kur’an’ın emirlerine ve Medine Uzlaşısına sadık kalınarak her dini grup kendi mahkemeleri tarafından yargılanıyor, sadece bir Müslüman

84 Dönemin gelir kaynakları arasında olan ganimet (Enfal 1 ve 41), zekât (Tevbe 60) ve cizye (Tevbe 29) Kur’an kaynaklı düzenlemelerdir. Ganimet ve zekâtın nasıl alınması, dağıtılması ve hangi işlerde kullanılması gerektiği ayrıntılı olarak Kur’an tarafından emredilmiştir. Cizyenin nasıl kullanılacağına dair ise ayrıntı bulunmamaktadır.

112

ile gayri Müslim arasındaki davalar İslam mahkemelerinde görülüyordu. Bu dönemdeki adli kurumsallaşma doğal olarak modern zamanların yapılarından tamamen farklılık göstermektedir. Genellikle sorunlarına çözüm arayan insanlar doğrudan Hz. Muhammed’in ya da vilayet emirinin huzuruna çıkabilmekte, derdini yüz yüze bir mecliste istişare yoluyla aktarabilmekteydi. Böylece yöneten ve yönetilen arasında herhangi bir bariyer yer almamaktaydı. Genellikle davalar camiler, pazar yerleri vb. yerlerde icra ediliyordu. Zaman içerisinde Müslüman nüfusunun artması ve kendinden sonra işleri yürütecek kişilerin yetişmesi gayesiyle Hz. Muhammed’in sahabelere de karar aldırdığı görülmüştür85(Baş, 2013: 200-207).

Hz. Muhammed döneminde görülen davalar ya da yürütülen siyasanın dinden özerk bir

hukuki mahiyeti bulunmamaktadır. Hükümler ve kurallar Kur’an kaynaklı olup Hz. Muhammed bunların yayılması ve uygulanmasını sağlamaktadır. Ancak her dünyevi meselenin Kur’an’da yer bulmaması Peygamberi, Kuran, örfi gelenekler ve zamanın ruhuna göre içtihatta bulunmaya zorlamıştır (Sargın, 2001: 32).

Bir inanç topluluğu olarak Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslüman azınlık, öncelikle birlikte barış içerisinde yaşamanın bir yolu olarak Medine Vesikasını ortaya koymuştur. Zaman içerisinde Hz. Muhammed’in öncelikle dini kişiliği sonra da siyasi liderliği manevi topluluğun siyasi bir topluluk haline dönüşmesine yol açmıştır. Ancak bu siyasi topluluk ve bu topluluğun Hz. Muhammed altında örgütlenmesi İslam dininden bağımsız salt maddi ya da güç odaklı politik bir organizasyon değildir. Daha ziyade Müslümanların inançlarını güvenli bir şekilde yerine getirebilecekleri ve İslam inancını tebliğ edebilmelerini garanti altına alacak şartları sağlayan, gerektiğinde güce başvurma ve sorunları çözme otoritesine sahip, dini bakımdan evrensel ve ebedi, siyasi anlamda konjonktürel bir teşkilatlanma yapısıdır. Bu durum Kur’an ayetlerinde devlet ve yönetim yapılarına varoluşsaldan ziyade bağlamsal atıfların yapılmasında ve Hz. Muhammed’in kurumlaşmayı öngören politik bir ajandasının olmasından ziyade toplumsal zorunlulukları ve içinde bulunduğu durumun çözümüne yönelik siyasalar86 ortaya

85Müslümanların artması ve coğrafi olarak dağınık alanlara yayılması, adli işlerin yürütülmesinin yerel emirlere ve kadılara bırakılmasını gerektirmiştir. Hz. Muhammed bu süreçten sonra daha çok bir temyiz kurumunun rolünü üstlenmiş, davalara bakan hâkimler kararlarını din ve örfi adetlere dayanarak doğrudan kişisel olarak almışlardır.

86 Kıblenin tekrar Mekke yönüne çevrilmesi, ezanın yürürlüğe konması, faizin zaman içinde kaldırılması, Medine’deki diğer grupların yanında Müslümanlara ait bir pazar yerinin kurulması, Medine’nin üç büyük Yahudi kabilelerinden olan Nadir ve Kaynuka oğulları sürgün edilirken, Bedir Gazve’sinde Müslümanlara

113

koymasından anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in bu minvaldeki yönetim tarzı, Kur’an’da geçen birçok ayetin belli bir olaya ya da kişiye atıfla inmesi ve evrensel kural haline gelmesiyle de uyumlu gözükmektedir. Din, fıkıh bağlamında ontolojik ve evrenselken, dinin varlığının sürmesi ve yayılması için gerekli olan siyaset mekâna ve zamana bağlı olarak göreceli bir hal almaktadır. Siyaset, Hz. Muhammed döneminde dinin korunması ve yayılması için İslam’ın hizmetindedir.