• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: İSLAM DÜŞÜNCE DÜNYASI TASAVVURUNDA İNSAN VE DEVLET VE DEVLET

2.3. Hilafetten Saltanata: Saray ile Ulema Ayrışması

Devlet adamı olmasından ziyade bir peygamber olan Hz. Muhammed döneminde ve daha sonrasında onun izinde gitmeye gayret gösteren Raşid Halifelerin ve etrafındaki ashabın dini en iyi bilenler olmalarından ötürü, yönetici zümrenin dinin anlaşılması ve uygulanmasındaki tavırlarında herhangi bir ikilik doğmuyordu. Her ne kadar Raşid Halifelerin uygulamaları birbirinden farklılık gösterse de toplumsallar meseleler sahabe tarafından kusursuzca bilinen Kur’an ve sünnetin izinde icma yoluyla hallediliyor, dini ve siyasi konularda hizipleşmeler filizlenmiyordu. Ancak Raşid Halifelerin iş başına gelmesinde ortak bir kurumun oluşturulamaması siyasi çalkantıyı beraberinde getirmiş, karizmatik liderlerin de zaman içerisinde vefat etmesi geniş bir uzlaşıdan çıkan halifelik anlayışının sonu olmuştur. Akbulut’un (2015: 210) da belirttiği gibi sahabe tarafından inşa edilmeye çalışılan siyasi düzen yine sahabe tarafından ortadan kaldırılmıştır. Muaviye’nin halifeliği ele geçirmesi ve daha sonrasında oğlu Yezid’i veliaht olarak tayin edip Şam ileri gelenlerine ve diğer valilere beyat ettirmesini müteakip siyasal gelişmeler emirlerin ve verdikleri hükümlerin sorgulanmasını beraberinde getirmiştir115. Muaviye, oğlu Yezide bıraktığı vasiyette, ölümünden sonra halktan tekrar beyat almasını116, vermeyenleri ise hapis veya darb (dayak) yoluyla ikna etmesini söylüyordu (Taberi,

115 Bu konuyu İbnu’l Arabi (1165-1240) şöyle özetlemiştir;

“Bundan önce ve İslam’ın başlangıç döneminde emirler (otoriteler) bilginlerdi (ulema); halk (raiyye) ile askerdi. Düzen iyi işledi. Halk (avam) bir bölük, emirler başka bir bölük oldu. Sonra Allah, yüce hikmeti ve takdiriyle, işi ayırdı. Bilginler bir bölük, emirler bir bölük oldu. Halk bir sınıf, asker bir sınıf oldu. İşler karıştı.” (Cabiri, 2001: 300-301).

116Yezide beyat etmeyen dört kişi vardır. Bunlar Halife Ebu Bekir’in oğlu Abdullah, Halife Ömer bin Hattab’ın oğlu Abdurrahman, Zübeyr bin Avvam’ın oğlu Abdullah ve Halife Ali Ebu Talib’in oğlu Hüseyin’dir. Hüseyin bin Ali ve ailesinden 140 kişinin Halife Yezid tarafından Kerbela’da (680) katledilmesi (Taberi, 2007/4: 107-110), Halife Osman ve Halife Ali zamanında Müslüman toplumu arasında başlayan ayrılığı geri döndürülemez bir şekilde derinleştirmiştir. Bunun yanında Halife Yezid, kendisine beyat etmeyen Abdullah bin Hanzala önderliğindeki Medine halkına karşı savaşa girişmiştir (Harre Vakası, 683). Harre Vakasında, Hz. Muhammed’in yakın ashabından birçok kişi öldürülmüş ve şehir üç gün boyunca yağma ve talan edilmiştir. Aynı şekilde Mekke halkı da Abdullah bin Zübeyr liderliğinde Yezide beyat etmemiştir. Medineyi beyata zorlayan ordu, bu sefer Mekke’ye yönelmiştir. Kâbe’nin de içinde bulunduğu kuşatma altındaki şehre mancınıklarla saldırılmış, Yezid’in ölüm haberi gelince de kuşatma kaldırılmıştır (Yıldız, 1986: 329-331). Halife Yezid döneminde yaşanan bu gelişmeler daha önceki siyasi ayrışmayı daha çok derinleştirmiş, bir yandan halifeliğin uhrevi tarafını törpülemiş bir yandan da halifelik mücadeleleri ve onun etrafında dönen çekişmeler İslam toplumunda siyasi alanın oluşmasını sağlamıştır.

133

2007/4: 91). Kendinden önceki halife seçilme usulü olan şura-icma-beyat geleneğinden kopuş anlamına gelen bu vasiyet, artık halifeliği zor ile ele geçirilecek ya da elde tutulacak bir müesseseye dönüştürüyordu. Muaviye’nin yönetim konusundaki değişikliği sadece vasiyetiyle gerçekleşmiyordu. Daha halifeliği aldığı ilk yıl Medine halkına yaptığı konuşmada halifeliği icma ile değil kılıç zoruyla aldığını söylüyor, Selefleri olan Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ın izinden gitmeyeceğini onun yerine yönetimini dünyevi nimetler üzerine kuracağını beyan ediyordu. Fitnenin gelirleri azaltmasından ötürü halkı beyata uymaya davet ederek iktisadi menfaatle istikrarı özdeşleştiriyordu. Ayrıca Medinelilerin kendisini en takva sahibi kişi olarak görmediklerini bilmekte, ancak takva ile halifeliği ayırarak kendilerine en iyi yönetici olacağını bildiriyordu117. Böylece halifeliğin uhrevi tarafı ağır basan kısmı yöneticilik yeteneği ile yer değiştiriyordu. Halifeliğin veliaht aracılığıyla devredilmesi ve makamın takvadan ziyade yöneticilik niteliğiyle kadim hale gelmesi İslam düşünürlerini Halifenin niteliklerinin ne olması ve nasıl yönetmesi gerektiği düşüncesine sevk etmiştir118 (Bıçak, 2009: 234). Sonunda halifeliğin babadan oğula geçmesi yeteneklerin de zaman içerisinde sorgulanmasını zayıflatmış (Han, 1995: 157), toplumsal alanda şeriatın düzenleyicisi ve uygulayıcısı olan grubu halife ve saray eşrafından ulemaya doğru kaydırmıştır119. Farklı etnisiteleri ve dini

117 Muaviye, Medine halkına;

“Sizin başınıza geçmem sevginizi kazanarak değil, şu kılıcımla sizi dize getirerek oldu. Gönlüm size karşı İbn Ebi Kuhafe’nin (Ebu Bekir’in) ve Ömer’in yolundan gitmek istiyor. Ama bundan hiç hoşlanmadım. Osman gibi yürümek istiyorum, ama gönlüm bunu kabul etmedi. Hem bana, hem size yarar sağlayacak bir yol tuttum: Güzel yeme, güzel içme. Beni en iyiniz görmeseniz bile, ben sizi en iyi yönetecek kişiyim. Kılıcı olmayana kılıçla gitmeyeceğim. Sadece dilinizle söylediklerinize hiç aldırış etmem. […] Sakın fitne çıkarmayın. Çünkü fitne, geçinmeyi bozar, nimeti kirletir.”

şeklinde hitap etmiştir (Cabiri, 2001: 303). Akyüz (1989: 85) ise Muaviye’nin iktidarının dayandığı unsurların başında şiddeti sayarken, ayrıca siyasi rüşvet olarak verilen makamlar ile şair ve öykücülerin camilerde yaptıkları propagandalar gibi yöntemlere de yer vermektedir.

118 Halifeliğin gerekliliğine ve niteliğine yönelik ilk görüşler, Halife Ali’nin Kufelilerden yardım istediği sırada gündeme gelmiştir. Savhan bin Azer Bin Sa’saa halifeyi; halkın işlerini dine uygun olarak gören, adalet tahsis eden, kişiler arasında ihtilafları çözen, zalimleri engelleyen ve mazlumlara yardım eden bir kişi olarak tarif etmektedir. Bu işleri başaracak kişinin önce herkesten daha âlim ve Hz. Muhammed’e yakın olması gerektiğini, bu sebepten herkesin Halife Ali’ye beyat etmesi gerektiğini söylemiştir (Taberi, 2007/4: 21).

119 Burada ifade edilen saray ile ulema arasında yaşanan ayrışma/gerilim, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren toplumsal kanaat önderleri olan ve kendisini bilinçli olarak saray ve halife çevresinden uzak tutan, siyaseten özerk ulemadır. Ulemanın bu tavrı ilk olarak Muaviye ve Halife Ali arasındaki çatışmada ortaya çıkmış, zamanla siyasetin dünyeviliği ve siyasette bulunmanın getirdiği zorunlu günah işleyebilme kaygısı ile perçinlenmiştir. Ancak bunun dışında ulemadan birçok kişinin zaman zaman danışman, lala, kadı ve müftü gibi sıfatlarla sarayın çeperinde bulunduğu bilinmektedir. 1425 yılında Molla Şemseddin Fenari’nin (1424-1430) II. Murat tarafından ilk Şeyhülislam olarak tayininden 1922’de makamından istifa eden Mehmed Nuri Efendi’ye kadar 129 farklı kişi 185 kez Şeyhülislamlık yapmışlardır. Ancak sayının bu denli fazlalığı, 33 ile 2013 yılları arasında resmi olarak kabul edilen 265 Papanın görev yaptığı düşünüldüğünde,

134

grupları içinde barındıran ve bu grupları uzlaştırmak zorunda olan halife ve saray çevresi daha kozmopolit bir İslam düşüncesi içerisinde siyasi hâkimiyeti, hiyerarşiyi ve lüks yaşamı ile öne çıkarken, ulema, yöneticilerden siyasi sorumluluğu, dini eşitliği ve geleneksel değerlere bağlılığı talep etmekteydi (Lapidus, 2005: 186).

Siyasal alan olan Halifelik ve sarayın, dini alan olan ulema ve medreseden ayrışması sadece Halife Osman’ın öldürülmesi, Muaviye ile Halife Ali’nin savaşı, haricilerin ortaya çıkması, Kerbela Olayı, Harre Vakası ve Mekke Kuşatması gibi politik olaylarla derinleşmemiştir. Ayrışmanın politik yanı olduğu gibi bir de yapısal boyutu vardır. İslam devletinin genişlemesiyle birlikte fethedilen topraklarda yaşayan, doğuda İranlılar ve Türkler, batıda Berberiler ve Kıptiler gibi Arap olmayan ama Müslümanlığı kabul eden ve Araplar tarafından Mevali olarak nitelendirilen bu etnik gruplar toplumsal yapıya dâhil olmuşlardır. Her ne kadar dinen Müslümanlar arasında bir ayrım olmamasına rağmen Emevilerin kabileci tutumları sadece Araplara karşı olmamış, Arap olmayan diğer Müslüman gruplara karşı daha da ağır bir ayrımcılığa dönüşmüştür. Arapların, Mevali ile sokakta aynı hizada yürümemesi, sofra ve camilerini ayırması, kızlarını evlendirmemeleri gibi durumlar ayrımcılığın günlük yaşama yansıyan kısımlarıdır. Ayrımcılık meslek alanlarında da kendini göstermiş, zanaat ve ilim gibi sahalarda çalışmayı aşığı gören Araplar daha çok idarecilik ve savaşla ilgilenmişlerdir. Savaş ve ganimet dağıtımında geri bırakılan mevali, kendisini zanaat ve ilim alanında geliştirmiştir (Yiğit, 2004: 424-426). Böylece sahabeden sonra dini uzmanlaşma ve otorite zamanla mevaliye geçmiştir120.

İslam devletlerindeki en üst fetva makamı olan Şeyhülislamlığın siyaset ile her zaman aynı fikirde olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak Osmanlı’daki tek fetva makamı Şeyhülislamlık değildi. 1363’de I. Murad tarafından kurulan Kazasker de fetva verme yetkisine sahipti. Hatta Şeyhülislam Esad Efendinin (1615-1622 ve 1623-1625), II. Osman’ın (1604-(1615-1622) kardeşi Mehmet için istediği idam fetvasını vermemesi üzerine fetva Rumeli Kazaskeri Taşköprizade Kemaleddin Efendi’den (1553-1621) alınmıştır (İpşirli, 1994: 267-270). Siyaseten istenen fetvalar ve şeri hükümler, içerisinde Şeyhülislam, kadılar, müftüler ve müderrislerin olduğu İlmiye sınıfını çok dara sokmuş, siyasetin dayatmaları birçok ulemayı istifaya zorlamış, siyasete uyan ulema ise hem kendisinin hem de ilmiye sınıfının toplumsal saygınlığının yitmesine yol açmıştır.

120Kadi Şüreyh, Ebu Hanife, Mu’tezile’nin kurucusu Vasıl bin Ata, Cehmiyye’nin kurucusu Cehm bin Savan vb. mevali şahsiyetler önemli ilmi kişiliklerin küçük bir kısmıdır. Ancak mevali sadece ilmi alanı etkilememiş, siyasi alanda da önemli rol oynamıştır. Kufe’ye yerleştirilen ilk İranlı Müslümanlar zamanla bölgenin önemli bir unsuru haline gelmiş ve halifeliğe karşı yürütülen isyanların içinde yer almışlardır. Ayrımcılıktan kurtulmak ve Araplarla eşit haklara sahip olmak adına Emevilere karşı Abbasilere destek veren mevaliler, Abbasilerin başarılı olmalarıyla birlikte sadece ayrımcılıktan kurtulmadılar aynı zaman da yönetimde etkin bir hale gelmişlerdir (Yiğit, 2004: 424-426). Ayrıca İslam düşünce hayatında İran etkisi de daha hissedilir bir hale gelmiştir.

135

Emevi Hanedanlığı’nı etkin biçimde eleştiren, İslami fırkaların ayrılmasında önemli bir rol oynayacak olan kader-özgür irade tartışmasında irade hürriyetini ve kişinin eylemlerinden sorumlu olduğunu savunan, Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Amr bin Ubeyd, Vâsıl bin Atâ ve Mâlik bin Dinâr gibi isimleri yetiştirmiş İslam düşünce hayatının ilk ilmi şahsiyetlerden biri olan Hasan el Basri’nin (642-728) de babası İran kökenli, annesi ise azatlıdır (Uyanık, 2014: 60, 91; Üçer, 2017: 167). Halife Osman’ın katli ve sonrasında yaşanan gelişmeler Müslüman toplumunu sadece siyaseten bölmemiş aynı zamanda yaşanan olaylarda Müslümanların birbirlerini öldürmelerinin dini boyutları da toplumda ayrı bir bölünme yaratmıştır. Büyük günah121 işleyen bir kimsenin Müslüman olup olamayacağı tartışmasına paralel olarak güç kullanımı ile iktidara gelen ve Kur’an, Sünnet ve Raşid Halifelerin izinden gitmeyen, veliaht sistemini getiren Emevilerin meşruluğu da sorgulanmıştır. Emeviler, Haricilerin ve Şia’nın meşruluklarını sorgulamaları karşısında kendilerinin Allah tarafından yönetici yapıldıklarını, halkın Allah’ın iradesine dolayısıyla kendilerine boyun eğmesi gerektiğini öne çıkaran kaderci bir anlayışı ortaya atmıştır. Dünyevi işlerin ve insan eylemlerinin kendi iradeleri dışında (cüz’i irade), Allah’ın takdiri ile gerçekleştiğini (külli irade), insanların olaylar ve eylemler karşısından herhangi bir iradesinin olmadığını savunan Cebriye düşüncesi, Emevi halifelerinin yaptıkları eylemlerin sorumluluklarından kaçmak için destekledikleri ve sığındıkları bir düşünce olmuştur (Akbulut, 2015: 234). Yönetenlerin aklanmasına ve sorumsuzluğuna yol açan bu düşünceye karşı gelenlerin başında insanın özgür irade ve sorumluluk sahibi olduğunu savunan Hasan el-Basri bulunmaktadır (Üçer, 2017: 167). Hasan el-Basri, her ne kadar Emevi yönetiminin yanlışlarını tenkit etmişse de insanlara, dinden dönmedikleri müddetçe halifeye ve yöneticilere itaati telkin etmiştir. Daha önceki iç kargaşaların sürekli insan hayatına mal olması onu bu davranışa itmiştir. O yöneticiyi

121Hariciler, Halife Ali’yi Tahkim Olayı’na müsaade etmesinden dolayı büyük günah işleyerek dinden çıkmakla suçlamışlardır. Aynı şekilde Halife Osman’ı, Peygamberin eşi Ayşe’yi, Talha ve Zübeyr’i de tekfir etmişlerdir. Böylece Müslümanlar arasında İman ve Amel ilişkisine bağlı olarak işlenen günahların seviyeleri ve bunun sonuçlarına dair bir tartışma başlamıştır. Şia da haricilerin görüşlerine katılarak, bu sefer Halife Ali’ye karşı savaşanları büyük günah işlemiş olmakla suçlayıp küfre batmış olmakla itham etmişlerdir. Mürcie ise iman ile eylemin ayrı durumlar olduğunu iddia ederek, kişinin Allah’a ortak koşmadığı sürece eyleminden dolayı dinden çıkmayacağını savunmuştur. Ebu Hanife, Ebu’l Hasan el-Eşari ve Maturidi de bu görüşe yakındırlar. Mu’tezile ise kişinin imandan çıkacağını ancak küfre girmeyip ikisinin arasında bir yerde fasık olacağını belirtmiştir. Hariciler, Şia, Mürcie ve Mu’tezile düşüncesinin sonraki İslam fırkalarının temeli olduğu düşünüldüğünde siyasal olayların dini görüşleri ne denli etkilediği daha iyi anlaşılmaktadır (Akbulut, 2015: 210, 223-227). İslam fırkalarının kuruluşları, düşünceleri ve önemli şahsiyetleri için bakınız; Watt, W., Montgomery, (2010), İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, Sarkaç Yayınları, Ankara.

136

kalp ve dil ile düzeltmenin gereğini savunmuş bu sebeple de yöneticilere halka karşı Kur’an ve sünnete uyma, adaletle yönetme sorumluluğunu hatırlatmıştır. Halife Abdülmelik bin Mervan’ın (685-705), daha önce hiçbir sahabenin Hasan el-Basri gibi kader konusunu ele aldığını duymadığını, anlayışını beğenmediğini, bu anlayışı ve dayandığı kaynakları açıklamasını Hasan el-Basri’den istemesi üzerine Basri’nin yazdığı Kader Risalesi122, kader alanında ele alınan ve kendinden sonraki birçok tartışmanın da belirleyicisi olacak ilk kelami çalışmadır (Uyanık, 2014: 95,106-107, 148, 160).

Hasan el-Basri, Allah’ın, insanların yapacakları eylemlerin bilgisine sahip olduğunu ama bu eylemlerin kişilerin özgür istemeleriyle meydana geldiğini belirttiği risalesinde kanıtlarını Kur’an’dan aldığı yaklaşık 90 ayetle açıklamış, Kur’ani olmayan her sözü sapıklık olarak nitelemiştir. Ayrıca insanın dünyadaki amacının ne olduğuna yönelik olarak da yine Kur’an’dan aldığı delille Allah’a ibadet etmek olduğunu belirtmiştir. Risalesinde hadis ve rivayetlere yer vermeyerek sadece Kur’an’a dayalı delilleri sunması dönemin hem Basra çevresi tabiin metodunu göstermekte hem de daha sonra ortaya çıkacak hadis ilminin ve isnat metodunun gelişmediğini göstermektedir (Doğan ve Kutluay, 1954: 75-76). Hasan el-Basri, İran ve Bizans kültürüyle dolaylı olarak karşılaşmasına rağmen kendinden sonraki Kindî (801-866), Farabi (871-950), İbn Sina (980-1037) vd. düşünürler gibi felsefe yapmamış123, Kur’an’ı akli yollarla anlamaya çalışmıştır.

Bir tarafta yapılan eylemden insanların sorumlu olmadığını savunan Cebri düşünce diğer tarafta ise insana özgür irade veren ve bunun sonucunda insanı eylemlerinden sorumlu tutan Kaderiye düşüncesi yer almaktadır. Bir üçüncü yol olarak Mürcie düşüncesi ortaya çıkmış, hem Haricileri hem Şia’yı hem de Emevileri mümin olarak kabul etmiştir. Çünkü yaşanan fitne olayları ne kadar kötü olursa olsun, insanın bu olaylarda kimin günah işlediğini bilmesinin imkânı bulunmamaktadır. Bu ve benzeri konularda hüküm Ahirette Allah’a ait olacaktır. Hükmün bu şekilde ertelenmesi Emevi yönetimini rahatlatırken aynı zamanda Müslümanların birbirlerini suçlamalarını ve tekfir etmelerini de önlemiş, bir

122 Risalenin çevirisi Lütfi Doğan ve Yaşar Kutluay tarafından 1954 senesinde yapılmış, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dergisinde yayınlanmıştır (Cilt 3, Sayı 3, DOI 10.1501/Ilhfak_0000000404, s. 75-84.).

123İslam düşünce dünyasının Yunan eserleriyle hemhal olmaları, ancak Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur (754-775) dönemiyle başlayan ve Abdullah el-Memun (813-833) ile kurumsallaşan tercüme hareketiyle gerçekleşmiştir.

137

orta yol düşüncesi olarak ileri de ehlisünnet tarafından da kabul görmüştür (Akbulut, 2015: 241-242). Emevilerin iktidarlarına dil uzatılmadıkça görece serbest bir tartışma ortamı oluşturmaları (Cabiri, 2001: 304) bu tür kelamî tartışmaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Böylece Emeviler ile birlikte ilk ulema sınıfı ortaya çıkmaya başlamıştır. Kısa zamanda ulema sınıfının gücü ve muhalefeti o denli artmıştır ki Halife III. Yezid (744) ile ulema arasında, Kur’an ve sünnete uyacağına eğer uymazsa halifelikten indirilmesini de içeren bir sözleşme imzalanmıştır. Ayrıca varılan mutabakata göre halifenin uygulamalarında din dışına çıkması onun azli ve katlini beraberinde getirmektedir (Black, 2010: 45). Her ne kadar Emevi Sarayı için dinin siyaset üzerindeki belirleyici rolü azalmışsa da ulema ve halk için hala önemi devam ettirmektedir.

Abbasi Hanedanlığı’nın (750-945) iktidarı devralmasında da önemli rol oynayan ulema grup, tercüme hareketleriyle birlikte genişlemiş, iktidarın kontrolünden bağımsız, çeşitli dini yorumları kabul eden gruplara ayrılmıştır. Serbestiyetten sadece tercüme hareketi çevresi değil aynı zamanda Malik bin Enes (712-795) ve İdrîs b. Abbâs eş-Şâfiî (767-820) gibi fukaha da (hukukçular) yararlanmaktaydı. Bu çok sesliliğin ortaya çıkardığı öne sürülen sorunlar, öncelikle Halife Mansur tarafından sonrasında ise daha sert yöntemlerle Halife Memun tarafından önlenmeye çalışılmıştır124. Böylece, İslam dünyasında dini alan ve ilmi tartışmalara devlet ilk defa tepeden belirleyici şekilde müdahil olmaya başlamıştır (Akbulut, 2016: 228). Halife ve saraydan bağımsız farklı şehirlerde yaşayan fukaha,

hukuki olaylara birbirlerinden farklı yerel adetlere uygun olarak hükümler

verebiliyorlardı. Hukuku birleştirmek adına Halife Mansur, Malik bin Enes’e, el-Muvatta eserinin temel hadis kitabı olarak kabul edilmesini teklif eder, ancak Malik farklı merkezlerdeki farklı uygulamaları kısıtlayacağından ötürü hukukun merkezi otorite altına girmesini reddeder (Gutas, 2011: 79-80). Abbasiler, merkezi otoriteyi güçlendirmek için sadece hukuk alanında homojenlik arayışına girmemişler, aynı zamanda halifeye ve

124 Halife Memun, kendisinin inandığı ve devlet yöneticileri tarafından da bir nevi resmi ideoloji olarak kabul edilmesini istediği Mu’tezile’nin Kur’an’ın yaratılmış olduğu (halku’l-Kur’ân) tezini hem valilere hem kadılara ve diğer âlimlere dayatmıştır. Bunun için Abbasi hanedanlığının başkenti Bağdat’taki ve Mısır’daki kadıları ve muhaddisleri, aralarında Ahmed bin Hanbel de vardır, Kur’an’ın yaratılmış olduğuna inanıp inanmadıkları konusunda sorguya çektirmiş (Mihne Olayı), inanmayanları kabul edene kadar türlü işkencelere maruz bırakmıştır (Yücesoy, 2005: 26-28). Emeviler döneminde Mu’tezile âlimlerine uygulanan baskılar bu sefer ehlisünnet âlimlerine uygulanmaya başlamış, halife de devlet otoritesini Mu’tezile düşüncesine dayandırırak tekrar sağlamaya çalışmıştır (Arslan, 2012: 69-73). Mihne Olayı, İslam tarihinde devletin ilk defa sert bir şekilde resmi bir ideoloji benimsemesi ve bunu yönetilenlere dayatması bakımından özellikle ehlisünnet âlimler ve halk için bir kırılma noktasıdır.

138

devlete kutsallık kazandırmaya çalışmışlardır. İslam’da ve Arap geleneğinde mevcut olmayan bu kutsallık iddiasının yardımına İran siyaset düşüncesi ve geleneği yetişmiştir. Emevi hanedanına karşı girişilen Abbasi isyanında da önemli rol oynayan İran kökenli mevali ve ulema, Abbasi sarayında önemli görevlere gelmeye başlamıştır.

İlk Abbasi halifesi olan Ebü’l Abbas es Saffah (750-754), Kufe’de bir camide yaptığı halifelik konuşmasında, Allah’ın kendisini kızdırana kadar Emevileri tolere ettiğini, kızdığında ise kendilerinin aracılığıyla Emevilerden intikam aldığını beyan ediyor, böylece iktidara gelmelerini ilahi takdire (devle) bağlıyordu (Mottahedeh 2007/4: 57). Böylelikle Abbasi hanedanlığı daha kurulma aşamasında meşruiyetini hem Allah’ın iktidarı bir soya devretmesi anlamına devle kavramına dayandırıyor, bu kavram daha sonra devlet olarak tüm İslam yönetimlerinin ismi haline gelecektir, hem de Hz. Muhammed’in soyundan geldikleri iddiası ile pekiştiriliyordu (Black, 2010: 46). Ancak bu meşrulaştırma teorisi bir camide yapılmış alelade bir konuşmadan ibaret değildi. Abbasî yöneticilerinin devleti yönetirken devşirecekleri meşruluk kaynağına ve yönetimde yapılacak reformlara dair önemli bir adımdır. Önemli devlet görevlerinde bulunmuş Fars asıllı Abdullah İbnu’l Mukaffa (724-759) Sasani geleneklerinden esinlenerek ikinci Abbasi Halifesi Mansur’a siyasi, idari, hukuki, mali ve askeri konuların reformuna dair yazdığı Risaletü’s-Sahabe adlı eseriyle İslam düşünce tarihinde ilk siyasi reform önerisi vermiştir. Bunun yanında saray ve yönetici adabı, toplumsal ahlak ve bilime dair de risaleleri vardır. İbnu’l Mukaffa, insanları avam ve seçkinler olarak ikiye ayırmakta, binde bir ortaya çıkan seçkinlere dostluk, nezaket, sırdaşlık ve güven gibi üstün nitelikler vermektedir. Sultana, adamlarını iyi seçmesini, onlara tam yetki verip işlerini sıkı bir şekilde denetleyerek ceza/ödül mekanizmasını işletmesini tavsiye eder.