• Sonuç bulunamadı

I. TÜRK HALK EDEBİYATI VE TÜRK SİYASAL KÜLTÜRÜYLE İLGİLİ

I.3. Türk Siyasetinin Sosyolojik ve Felsefî Temelleri

1.1. Orhun Yazıtları

Türk yazı dilinin ve kültür tarihinin ilk örneklerinin ortaya konduğu, eşi benzeri olmayan değerli bilgiler ihtiva eden Orhun Yazıtları, tüm Türk milletinin hakkında bilgi sahibi olması ve hakkıyla benimseyip atalarımızın bizlere naklettiği bilgileri dikkate alması gereken büyük ve de son derece önemli abidelerdir. Bu kutlu abidelerde tarihe ve dünya siyasetine yön veren cesur, mert ve inançlı atalarımızın binlerce yıl öncesinden dünyaya nizam vermek, kültürümüzü, ülkülerimizi ve soyumuzu ebedî kılmak için yaptıkları çalışmalar neticesinde oluşan kadim Türk tarihi yer almaktadır.

Orhun Yazıtları hakkında önemli çalışmalar yapan Muharrem Ergin, yazıtların değerini ustalıkla dile getirmektedir: “Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk

Türkçe metin. İlk Türk tarihi. Taşlar üzerine yazılmış tarih. Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle hesaplaşması. Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri. Türk nizamının, Türk töresinin, Türk medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası. Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının esasları. Türk gururunun İlâhi

yüksekliği. Türk feragat ve faziletinin büyük örneği. Türk içtimai hayatının ulvî tablosu. Türk edebiyatının ilk şaheseri. Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri. Hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı. Yalın ve keskin üslûbun şaşırtıcı numunesi. Türk milliyetçiliğinin temel kitabı. Bir kavmi bir millet yapabilecek eser. Asırlar içinden millî istikameti aydınlatan ışık. Türk dilinin mübarek kaynağı. Türk yazı dilinin ilk; fakat harikulade işlek örneği. Türk yazı dilinin başlangıcını milâdın ilk asırlarına çıkartan delil. Türk ordusunun kuruluşunu en az 1250 sene öteye götüren vesika. Türklüğün en büyük iftihar vesilesi olan eser. İnsanlık âleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları. Dünyanın bugün belki de en büyük meselesi olan Çin hakkında 1250 sene evvelki Türk ikazı…” (Ergin, 2003: 4). Türk yazı dilinin ilk örneklerinin yer aldığı

bengü taşlar, bugün hâlâ var olan Orkun Irmağı’nın çevresine dikildiğinden dolayı onlara Orhun Yazıtları/Abideleri denmiştir. Aynı zamanda yazıtlar Göktürkler döneminde dikildikleri için Göktürk Yazıtları da denmektedir. Yazıtların, yaklaşık olarak 720-735 yılları arasında dikildiği tahmin edilmektedir. Bu taşlardan önemli olan üç tanesi Kültigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk Yazıtlarıdır. Kültigin ve Bilge Kağan, II. Göktürk Devleti’nin kurucusu olan İlteriş (Kutluk) Kağan’ın çocukları; Tonyukuk ise dönemin Çinli veziridir.

Tarihî verilerden anlaşıldığı kadarıyla Türkler, II. Göktürk Devleti döneminde askerî alanda çok ileride ve birçok millete örnek teşkil edecek kadar gelişmiş bir orduya sahip durumdadır. İli korumak için sürekli savaşlar yapılmaktadır. Doğal olarak yazıtlara bakıldığında sürekli olarak savaşlardan bahsedilmektedir. Bilge Kağan’ın, Kültigin’in ve Vezir Tonyukuk’un yaşadıklarını taşlara yazdırıp kendilerinden sonraki nesillere bu taşları bırakmaları, bir anlamda millete hesap verme amacı gütmektedir. Bu durum ilk tarihî yazıların oluşmasını sağlamıştır.

Yazıtlarda genel olarak Çinlilerle ve diğer milletlerle yapılan savaşlar, Türk milletine uyarılar, kağanların değişmesi, aile ilişkileri, cenaze törenleri gibi o dönemdeki yaşantının genel hatları anlatılmaktadır. Bumin Kağan’ın kurduğu devletin geçmişi anlatılarak halk uyarılmaktadır. Eski görkemli günler, devamında yaşanan çöküş süreci ve yeniden diriliş betimlenmektedir: “Orhon yazıtları yalnızca siyasî ve

askerî olayların oluş sırasıyla hikâye edildiği kuru bir harp tarihi değildir. Tam tersine, bu yazıtların özellikle Bilge Kağanın beylerine ve halkına seslendiği ve onları Çinlilerin entrikalarına ve anayurdu bırakıp uzak diyarlara gitmelerinin doğuracağı felâketlere karşı uyardığı bölümleri son derece etkili bir anlatım gücüne ve güzelliğine sahiptir. Bu

bakımdan Orhon yazıtlarının Türkçenin en eski ve en güzel hitabet örnekleri olduğu söylenebilir.” (Tekin, 2014: 15). Orhun Yazıtları, aynı zamanda hitabet sanatının

önemli bir örneği durumundadır. Bilge Kağan’ın Türk budununa seslenişi, onları uyarışı gerçek bir sanatçı edasıyla yazılmıştır. Kuşkusuz ki, bin yılı aşkın bir süre önce yazılıp edebî açıdan çok büyük değer taşıyan ve günümüzde bile hayranlıkla okunan bu yazıtların oluşturulabilmesi için, o dönemden çok daha öncesinde dilin işlenmiş olması ve bir yazın dili hâline getirilmesi gerekmektedir. Bu da güzel Türkçemizin tarihi konusuna farklı bir bakış açısı kazandırmaktadır. Ayrıca yazıtların sadece somut ve betimleyici bir anlatım tarzında kalmayıp soyut kavram zenginliklerinin de gözler önüne serilmesi, derin Türk muhayyilesinin dışa vurumunun önemli göstergeleridir.

Yazıtlar, Kültigin ve Bilge Kağan’ın yeğeni olduğunu söyleyen Yolluğ Tigin tarafından yazılmıştır. Kendisi de yapıtların bir yüzüne şöyle not düşmüştür:

“Bunca yazıyı yazan: Kül Tigin’in yeğeni Yollug Tigin, (ben), yazdım. Yirmi gün oturup bu taşa, bu duvara hep Yollug Tigin, (ben) yazdım.” (Tekin, 2014: 41).

“(Bilge) hakan kitabesini (ben) Yolluğ Tiğin yazdım. Bunca binayı, resim ve heykelleri, süslemeleri... Hakanın yeğeni Yolluğ Tigin, ben bir ay ve dört gün oturup yazdım, süsledim.” (Tekin, 2014: 69).

Orhun Yazıtları birçok yönden önemli olduğu gibi Türk siyasi tarihi açısından da önemlidir. Yazıtlar yönetenleri ve onların faaliyetlerini anlattıkları için siyasetname niteliğindedir. Nitekim Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarında bu durum net bir şekilde görülmektedir. Yazıtlardaki amaç halkı uyarmak, eski güzel günleri yâd etmek, çöküşün ve yeniden toparlanmanın kısa bir tasvirini yapmaktır. Kültigin ve Bilge Kağan yazıtlarında ara ara aynı cümleler kullanılmaktadır; çünkü Kültigin anıtında yazanlar da yine Bilge Kağan’ın sözleridir. Bilge Kağan taşına ise Kültigin’in ölümünün ardından meydana gelen bazı olaylar ilave edilmiştir. Her iki anıtın da benzer bilgileri içermesi, Bilge Kağan’ın unutulmaması, ders çıkarılması gereken olayları ve kendisinden sonra Türk milletinin takip etmesini istediği yolu ısrarla vurgulamasından kaynaklanmaktadır. Kültigin yazıtında Bilge Kağan söze başlarken: “(Ben), Tanrı gibi (ve) Tanrıdan

olmuş Türk Bilge Hakan, bu devirde (tahta) oturdum.” (Tekin, 2014: 21) diyerek, Türk

yönetim anlayışının temel yapı taşlarından olan kut anlayışına değinilmektedir. Kut anlayışında egemenliğin kökeni ilahidir.

Türklerde hâkimiyetin tanrısal oluşu Orhun Yazıtları’ndan çok önceleri de var olduğu bilinen ve daha sonraki birçok metinde de karşımıza çıkan bir durumdur.

“Hangi isim ve unvanla adlandırılırlarsa adlandırılsınlar, bütün Türk hükümdarları kendilerini, insanları idare etmek üzere Tanrı tarafından gönderilmiş olarak kabul ve takdim etmiş, böylelikle de hâkimiyetlerini ilahi menşee dayandırmışlardır.” (Güngör,

1994: 511).

Yazıtlarda hâkimiyetin tanrısal oluşu sadece bir yerde değil farklı yerlerde de karşımıza çıkmaktadır:

“Yukarıdaki Türk Tanrısı (ve) Türk kutsal yer ve su (ruhları) şöyle yapmışlar: Türk halkı yok olmasın diye, halk olsun diye, babam İlteriş Hakanı (ve) annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup (daha) yükseğe kaldırmışlar muhakkak ki.” (Tekin,

2014: 27).

“Tanrı bağışlasın, ilahi lûtfum olduğu için, kısmetim olduğu için, ölecek halkı diriltip doyurdum.” (Tekin, 2014: 33).

“Türk halkının adı sanı yok olmasın diye babam Hakanı, annem Hatunu yücelten Tanrı, (onlara) devlet veren Tanrı, Türk halkının adı sanı yok olmasın diye, beni o Tanrı hakan (olarak) tahta oturttu.” (Tekin, 2014: 59).

“Tanrı buyurduğu için, ben çalışıp kazandığım için Türk halkı (da) öylece kazanmış (oldu) şüphesiz.” (Tekin, 2014: 63).

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere kağan ve kağanın soyu, kendilerinin Tanrı iradesiyle tahta oturdukları inancına hâkimdir. Türklerin manevî iklimlerini kuşatan, yere ve göğe hükmeden bir Tanrı’nın emrinde ve koruyuculuğunda bulunma inancı ile tüm destan, efsanelere ve yazıtlara yansıyan Tanrı’nın büyüklüğü karşısında duyulan acizlik ve tevazu hatırlanırsa Tanrı’ya benzer ya da Tanrı gibi tabirlerini, kağanların ilahi teyit ve korumaya sahip bulundukları ve kendilerini Tanrı’nın memurları olarak görmeleri şeklinde anlamak gerekir ki, bu inanışa İslami dönemin Türk topluluklarında da rastlamak mümkündür. Yine bu doğrultuda Türk kağanlarının hiçbir zaman masumluk ya da günahsızlık gibi sıfatlara sahip olmadıklarını da belirtmek gerekir. Teokratik devletlerde görülen bu sıfatlar, Tanrı’nın izni, lütfu ve inayetiyle egemen olan kişinin asla hata yapmaması gerektiğinin bir ön kabulü gibidir; fakat bu durum Türk kağanlarında söz konusu değildir. Türklerde kağan kutsaldır; fakat hiçbir zaman insanüstü bir varlık olarak görülmemiştir. Kağanın kendisi ve halkı onun normal bir insan olduğunun bilincindedir. Nitekim Türk inanışlarına göre kut’u veren Tanrı onu geri de alabilir. Kut’unu yitirdiği için tahttan indirilen hatta katledilen

kağanlar bile mevcuttur. Örneğin Bilge Kağan ve Kültigin, kut’lu olmadığı sebebiyle kendi amcalarının oğlu İnal kağanı öldürerek tahta geçmişlerdir.

Yazıtların devamında Bilge Kağan: “Sözlerimi baştan sona işitin, önce (siz)

erkek kardeşlerim (ve) oğullarım…” (Tekin, 2014: 21) diyerek kız kardeşlerini ve kız

çocuklarını saymamıştır. Burada söz konusu durum ataerkil toplum yapısının o dönemde daha belirgin yaşanmasıdır. Aslında eski Türk toplumlarında atlı göçebe yapının ve bozkır kültürünün de etkisiyle kadın toplum içerisinde önemli bir yere sahiptir. Yazıtlardan anladığımız kadarıyla da Bilge Kağan annesi İlbilge Hatun’un, kendisi ve babası İlteriş Kağan gibi Tanrı tarafından kutsiyet kazandığından bahsetmektedir. Bununla birlikte o dönem Türk toplumunda tek eşlilik yaygındır. Kadının o dönem Türk toplumundaki bu itibarlı konumu, konu devlet yönetimine geldiğinde yerini erkek egemenliğine bırakmaktadır.

Türk siyasi tarihinin Göktürk evresi şüphesiz ki, Orhun Yazıtları’ndan öğrenilmektedir. Bu yazıtlar Türklerdeki siyasi durumun ve yaşantının ilk örnekleri olması yönüyle oldukça önemlidir. Yazıtlarda göze çarpan noktalardan biri de Türklerdeki sosyal devlet olgusunun özellikleridir. Buradaki sosyal devlet anlayışı, kağanın halkına karşı görevleri ve halkını müreffeh bir toplum seviyesine çıkarmak için yaptıklarıdır:

“Bunca halkı hep düzene soktum. Onlar şimdi (hiç de) kötü (durumda) değiller.”

(Tekin, 2014: 21).

“Tahta oturup yoksul (ve) fakir halkı hep derleyip topladım: Fakir halkı zengin yaptım, az halkı çok yaptım.” (Tekin, 2014: 23).

“Amcam Hakan tahta oturup Türk halkını yeniden düzenledi (ve yeniden) doyurdu. Yoksulu zengin etti, azı çoğalttı.” (Tekin, 2014: 29).

“Babamızın, amcamızın kazanmış oldukları halkın adı sanı yok olmasın diye, Türk halkı için gece uyumadım, gündüz oturmadım. Kardeşim Kül Tigin ile iki Şad ile (birlikte) ölesiye yitesiye çalıştım, çabaladım.” (Tekin, 2014: 31).

“Ölecek halkı diriltip doyurdum. Çıplak halkı giyimli, yoksul halkı zengin kıldım; sayıca az olan halkı çoğalttım, güçlü devleti olandan, güçlü hakanı olandan daha iyi kıldım.” (Tekin, 2014: 33).

“(Ben) hiç de zengin ve müreffeh (bir) halk üzerine hükümdar olmadım. (tam tersine), karnı aç sırtı çıplak yoksul (ve) sefil (bir) halk üzerine hükümdar oldum.”

Yazıtlardan anladığımız kadarıyla mutlak hâkimiyetle yönetilen bazı eski medeniyetlerde toplumun amacı ve en temel görevi hükümdarlarına bakmak iken, Göktürklerde bu durum tam tersidir. Kağanın vazifesi millete bakmak, onları doyurmak, haklarını savunmak, gözetmek, onları dış tehlikelerden uzak tutmak ve düzen içinde bir arada yaşamalarını sağlamaktır. Kağanın bu görevleri yerine getirebilmesi için kendisinden beklenen ise askerlerin başında bulunarak orduyu komuta etmesi ve diri tutması, akınlar yaparak halkı için ganimetler kazanması, düzen ve adaleti temin etmesidir. Bunları yapamayan kağanlar için, Tanrı’nın kut’u geri aldığına inanılmaktadır. Nitekim Türk tarihinde bu şekilde kut’un kendisinden alındığına inanılan birçok kağan tahttan indirilmiş ya da katledilmiştir.

Türkler, devlet başkanlarını kutsal görmüşlerdir. Bu sebeple de devlet başkanının diğer insanlardan farklı olması ve bazı olağanüstü meziyetlere sahip olması gerektiğine inanmışlardır. Bundan ötürü devlet başkanlarında bulunması gereken özelliklerin başında bilgelik ve alplik gelmektedir. Türk düşüncesinde hükümdarın bilge, yani bilgili; alp, yani cesur ve savaşçı olması onun meşruiyetinin ön koşullarındandır. Yazıtlardan anlaşıldığı kadarıyla Bilge Kağan bilgeliğiyle, Kültigin ise cesareti ve gücüyle şöhret kazanmıştır.

Kültigin yazıtının doğu tarafında İlteriş Kağan’ın bir mücadelesi anlatılırken ordusu kurda, düşmanları ise koyuna benzetilmektedir. Erken devir Türklerinde en önemli hayvan sembollerinden birisi kurttur. Türklerde türetilen varlık olarak sayılan kurtlar daha ziyade gök menşeli olarak kabul edilmiştir. Erkek kurt resimleri, kaya resimlerinde şaman ve kam aletleri ve elbiselerinin üzerinde yer almıştır. Zamanla kurt, devlet hükümdarlık ve yiğitlik gibi kavramlarla ilişkilendirilmiştir (Kalafat, 2007: 14).

“Tanrı güç vermiş (olduğu) için, babam hakanın askerleri kurt gibi imiş, düşmanları koyun gibi imiş.” (Tekin, 2014: 27).

Yazıtlarda Bilge Kağan tarafından halka vasiyetname niteliğinde birçok tavsiyede bulunulduğu görülmektedir. Bu tavsiyelerin başında Türklerin geçmişte yapılan hatalara düşmemeleri ve düşmanlarını iyi tanımaları gelmektedir. Bilge Kağan’ın bahsettiği düşmanlar Dokuz Oğuzlar, Kırgızlar, Kurıkanlar, Tatarlar, Kıtaylar, Tatabılar, Türgişler, Yir Bayırkular, Karluklar, Azlar, Basmıllar, Uygurlar ve en fazla üzerinde durduğu millet hiç şüphesiz ki Çinlilerdir. Yazıtlarda Çin dışındaki diğer milletlere çok fazla değinilmemişken, Çin’in düşmanlığı ve Çin ile yapılan mücadeleler her fırsatta dile getirilmiştir:

“(Çinliler) altın(ı), gümüş(ü), ipeğ(i) (ve) ipekli kumaşları güçlük çıkarmaksızın öylece (bize) veriyorlar. Çin halkının sözleri tatlı, ipekli kumaşları yumuşak imiş. Tatlı sözlerle (ve) yumuşak ipekli kumaşlarla kandırıp uzak halkları böylece (kendilerine) yaklaştırırlar imiş. (Bu halklar) yaklaşıp yerleştikten sonra (Çinliler) fesatlıklarını o zaman düşünürler imiş. İyi (ve) akıllı kişileri, iyi (ve) cesur kişileri ilerletmezler imiş; (öte yandan) bir kişi suç işlese, onun boyu(na), halkı(na), hısım akrabasına kadar herkesi öldürürler imiş. (Çin halkının) tatlı sözlerine (ve) yumuşak ipekli kumaşlarına kanıp, (ey) Türk halkı, çok sayıda öldün! (Ey) Türk halkı, öleceksin!” (Tekin, 2014: 21). “(Çinliler, bir halk) uzak(ta yaşıyor) ise, kötü hediyeler verir, yakın(da yaşıyor) ise iyi hediyeler verir deyip öyle akıl verirler imiş. (Ey) cahil kişiler, bu sözlere kanıp, (Çinlilere) yakın gidip, çok sayıda öldünüz.” (Tekin, 2014: 23).

“Çin halkı hilekâr (ve) sahtekâr olduğu için, aldatıcı olduğu için, erkek kardeşlerle ağabeyleri birbirlerine düşürdüğü için, beylerle halkı karşılıklı kışkırttığı için, Türk halkı, kurduğu devletini elden çıkarıvermiş, tahta oturttuğu hakanını kaybedivermiş. (Bu yüzden) Çin halkına, bey olmağa lâyık erkek evladı kul oldu, hanım olmağa lâyık kız evladı cariye oldu.” (Tekin, 2014: 27).

“(Çin halkı) bunca hizmet ettiğini düşünmeden Türk halkını öldüreyim, neslini yok edeyim der imiş.” (Tekin, 2014: 27).

Türk- Çin ilişkilerine bakıldığında, bu ilişkilerin yazıtların yazıldığı tarihten çok daha öncesine, Büyük Hun İmparatorluğu dönemine kadar dayandığı bilinmektedir. Yüzyıllar boyu süren bu ilişkiler kimi zaman savaş kimi zaman da dostluk içerisinde devam etmiştir; fakat yazıtlardan da anlaşılacağı üzere iki milletin dost gözüktüğü dönemlerde dahi Çin, Türk ülkelerini ele geçirme düşüncesinden asla vazgeçmemiştir. Türk-Çin ilişkilerindeki bu çekişmenin en önemli sebebi, iki milletin de bulundukları coğrafyada kendi hâkimiyetlerini kurmak istemeleridir. Yine önemli bir ekonomik kaynak olan İpek Yolu’na hâkim olma isteği de bir diğer etkendir. İlaveten konargöçer bir hayat süren Türklerin ihtiyaç duydukları buğday, pirinç, ipek gibi ürünleri Çin’den temin etmek istemeleri de meydana gelen savaşların nedenlerinden olmuştur.

Yazıtlardan anlaşılacağı gibi, Bilge Kağan ve öncesinden babası İlteriş Kağan, II. Göktürk Devleti’nin varlığını ve bekasını sürdürebilmesinin ön koşulu olarak Çin tehlikesinin bertaraf edilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir; çünkü Çin üzerinde baskı kurulmazsa II. Göktürk Devleti’nin güvenlikte olması ve güçlenebilmesi mümkün değildir. Bu dönemde Çin, baskı altına alınmış; ama siyasi kışkırtmalar yaparak diğer

Türk boylarını Göktürklere düşman etmişler ve ayaklanmalar çıkartmışlardır. Burada dikkat çekici husus ise Bilge Kağan’ın halkını her fırsatta Çin tehlikesine karşı uyarmasıdır. Tarih boyunca Türkler, Çinlileri sürekli mağlup etmiş; fakat Çinliler siyasi oyunlarla Türklerin karşısında durmuşlardır. Bilge Kağan bunu bilmektedir ve Türk halkının geçmişinden ders çıkararak aynı hataları tekrarlamamasını istemektedir. Kağan bu durumu bir aşama ileri götürerek yazıtların belli yerlerinde söylemlerini sertleştirmiştir. Kağanın halka karşı görevleri olduğu gibi halkın kağana karşı görevleri de vardır. Kağan her fırsatta halkın da üzerine düşenleri yapması ve kağanın sözünden çıkmaması gerektiğini vurgulamaktadır:

“(Ey) Türk halkı, (sen) tok (gözlü ve) aksisin: Açlığı tokluğu düşünmezsin; bir (de) doyarsan açlığı (hiç) düşünmezsin. Böyle olduğun için, (seni) besleyip doyurmuş olan hakanlarının sözlerini (dinlemeden ve rızalarını) almadan her yere gittin (ve) oralarda hep mahvoldun (ve) tükendin.” (Tekin, 2014: 23).

“(Ey) Türk, Oğuz beyleri (ve) halkı, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, Türk halkı, (senin) devletini (ve) yasalarını kim yıkıp bozabilirdi? (Ey) Türk halkı, (kötü huyundan) vazgeç (ve) nâdim ol! İtaatsizliğin yüzünden, (seni) besleyip doyurmuş olan akıllı hakanın ile bağımsız (ve) müreffeh devletine (karşı) kendin hata ettin (ve) nifak soktun.” (Tekin, 2014: 31).

Yazıtlarda vatan toprağı olarak dikkat çeken ve kutsal sayılan bir mekân vardır:

“Türk(lerin) hakanı Ötüken dağlarında oturur (ve oradan hükmeder) ise ülkede (hiçbir) sıkıntı olmaz.” (Tekin, 2014: 21).

“Bunca diyara kadar (ordularımı) yürüttüm (ve anladım ki): Ötüken dağlarından daha iyi bir yer asla yok imiş!” (Tekin, 2014: 21).

“Ötüken ülkesinde oturup (buradan) kervanlar gönderirsen, hiçbir derdin olmaz. Ötüken dağlarında oturursan sonsuza kadar devlet sahibi olup hükmedersin.”

(Tekin, 2014: 47).

Ötüken dağları, Türk tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Ötüken’in ilk Türk devletlerinden bu yana başkent olması bu bölgeye ayrı bir değer katmaktadır. Kadim Türk inanışında Ötüken, dünyanın merkezi olarak kabul edilmiştir. Bütün diğer inanışlar Ötüken’in dünyanın merkezi olma anlayışına dayandırılmıştır. Türkler bu şehri kutsal saydıklarından ötürü, buranın başka milletler tarafından ele geçirilmesini uğursuzluk olarak kabul etmişlerdir.

Büyük Hun İmparatorluğu, kutsal şehir Ötüken merkezde olmak üzere devletlerini kurmuşlardır. Hunlara başkentlik de yapan Ötüken’in Türkler için ne kadar değerli olduğu Oğuz Destanı’nda da anlatılmaktadır. Ötüken, önemli kararların alındığı bir merkezdir. Gök Tanrı’ya kurbanlar burada sunulmuştur. Türk inanışlarında dağ kültünün önemli bir yeri vardır. Mukaddes dağ inancı Ötüken dağlarıyla devam etmektedir. Bu inanç çerçevesinde Ötüken’e yabancılar ayak bastığında Türk devletinin çökeceğine inanılmıştır. Ötüken aynı zamanda bozkır orduları için bir karargâhtır. Ordular için ihtiyaçların karşılanabileceği bir mühimmat odağıdır. Bu yerin ataları için ne kadar değerli olduğunu bilen Göktürkler de esaretten kurtulduktan sonra başkenti Ötüken olan II. Göktürk Devleti’ni kurmuşlardır. Ötüken, Türklere sadece stratejik açıdan önemli bir yer olarak siyasi işlerin yürütüldüğü bir başkentlik yapmakla kalmamış, onlara manevî yönden de güç veren bir konumda olmuştur. Türklerin Ötüken’e olan bağlılıkları, onların en kötü durumlarda bile çabuk toparlanmaları ve yeni bir siyasi oluşum meydana getirmeleri konusunda kamçılayıcı güç olmuştur.

Türklerin dünya algılarına göre yerdeki ve gökteki varlıklar şöyle sıralanmaktadır: En yukarıda Tanrı, altında gök, onun altında yağız yer, bunların arasında kişioğlu bulunur. Kişioğlunun üstünde de Türk kağanı oturur. Bu inanca göre Türk kağanı, aynı zamanda tüm insanlığın kağanıdır. Türklerde il kavramı bugünkü modern devlet anlayışını karşılayan bir sözdür. Yazıtlarda da il’in pek çok yerde devlet anlamında kullanıldığı görülmektedir:

“Türk kara kemikli budun şöyle demiş: İlli bir millet idim, ilim şimdi nerede? Kime il kazanıyorum? der imiş.” (Tekin, 2014: 27).

“Ey Türk, Oğuz beyleri (ve) halkı, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim yıkıp bozabilirdi?” (Tekin, 2014: 31).

Bu tarihî ifadelere dayanarak Türklerin, bağımsızlık olgusunun dayandığı temelleri çok iyi bildiği anlaşılmaktadır. Bağımsızlık yalnızca hükümdarın siyasi ve askerî başarılar kazanmasıyla olmamıştır; halkın da aynı bilince sahip olması gerekmektedir. Bağımsızlık düşüncesi tüm toplumda ortak bir gaye olarak var olmalıdır. Yine yazıtlarda töre sözcüğü genellikle il ile birlikte kullanılmaktadır. İl, tutulup kazanılınca töreye göre düzenlenir. Töre Türk kültüründen, Türk soyundan doğmuştur. Töre hükümleri değişmez kalıplar değildir. Bir çeşit sosyohukuki normlar bütünü olan töre, çağa uygun yaşayabilmenin gerekli gördüğü yeniliklere açıktır. Töreyi düzenlemek ve uygulamak Türk kağanlarının vazifesidir.

Türk töresi bir bakımdan Türk örf hukukudur. Türklerin benliklerine işlemiş olan bu kurallar, toplumu düzenleyen, yaşatan ve yöneten en önemli kaynaktır. Yazıtlarda töre sözcüğü on bir yerde geçmekte, bunun altısı il ile birlikte kullanılmaktadır. Türkler İl gider, töre kalır diyerek örfün siyasi ve toplumsal hayattaki