• Sonuç bulunamadı

I. TÜRK HALK EDEBİYATI VE TÜRK SİYASAL KÜLTÜRÜYLE İLGİLİ

I.3. Türk Siyasetinin Sosyolojik ve Felsefî Temelleri

1.9. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi

Türk kültür tarihinin değerli bir ürünü olan Evliya Çelebi Seyahatnamesi; dil, tarih, coğrafya, folklor, sanat, edebiyat, etnografya, sosyoloji ve siyaset gibi alanlarda yapılacak bilimsel araştırmalara kaynaklık eden 10 ciltlik hacimli bir eserdir. Her bir ciltte, Evliya Çelebi’nin farklı seyahat yollarını takiben gezip dolaştığı yerler ve bu yerler ile ilgili edindiği bilgiler ayrıntılarıyla anlatılmaktadır. Osmanlı coğrafyasının

neredeyse tamamı gezilerek oluşturulmuş olan Seyahatname’de, 17. yüzyılın içtimai hayatına dair tüm ayrıntılar, gezilip görülen yerlerin fiziki, mimari ve kültürel özellikleri resmî belgelerden tescil edilerek işlenmektedir. Evliya Çelebi ayrıca eserinde bulunduğu coğrafyada konuşulan dille ilgili filolojik bilgiler de vermektedir. Yer yer lehçe, şive ve ağız özellikleriyle fonetik hususiyetlere de değinmektedir. Bahsedilen bir yer adının eski ve yeni dildeki söylenişi, adın tarihsel gelişimi ve başka dillerdeki telaffuzları gibi ayrıntıları bazen şehir efsanesine dönüştürerek abartılı bir üslupla dile getirmektedir.

Konuyla ilgili olarak Ortaylı, Evliya Çelebi’nin keskin zekâsı sayesinde ilginç durumları ve tezatları gözlemleyerek kaleme aldığını belirtmektedir. Ayrıca başka dillerle ilgili olarak da çok sağlam bilgiler verdiğini, hatta bugün unutulmuş bazı Kafkas dillerinin izlerinin onun eserinde yaşadığını vurgulamaktadır (Ortaylı, 2005: 88-89). Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi sadece gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermeyip araştırmacılar için önemli inceleme ve yorumlara da imkân sağlamaktadır. O, gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumunu, düşüncesi de katarak seyahatname türü yazıma yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı, uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanmaktadır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmamakta ve geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş zaman iç içe sunulmaktadır. Bu özellik anlatılan hikâyelerden, söylentilerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynamasının sonucudur. Evliya Çelebi Seyahatname’de, gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimleri sergilerken başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler ve belgeler ortaya koymaktadır. Bunlar arasında masallar, halk hikâyeleri, türküler, anonim şiirler, mâniler, yöresel ağız özellikleri, halk oyunları, halkın giyim kuşamı, halk inanışları gibi halk bilimi unsurları da önemli bir yer tutmaktadır.

Evliya Çelebi insanlarla ilgili bilgilerin yanında, anlattığı yörenin evlerinden, cami, mescit, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz etmektedir. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatmaktadır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz etmektedir. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırmaktadır.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde anlatılan yerlerle ve olaylarla ilgili olarak ciltlere göre bir sınıflandırma oluşturulduğunda, ilk dört ciltte Anadolu coğrafyası, diğer

altı ciltte ise Avrupa, Rusya, Gürcistan vs. coğrafyalarının işlendiği görülmektedir. Bu sebeple, çalışmamızda sınırların çok da dışına çıkmamak adına ilk dört cilt incelenmiş ve bu bölümlerde geçen siyasi unsurlar ele alınmıştır.

Osmanlılarda meşruiyet alâmetleri, devletin gelişme ve değişmesine göre zaman içinde farklılıklar göstermiştir. Seyahatname’de cereyan eden hadiseler, Osmanlı Devleti’nde iktidarın belli başlı meşruluk göstergelerini aksettirmektedir. Osmanlı siyasi düşüncesi felsefî olmaktan çok pratik ve pragmatik bir yapıdadır; ancak yine de her siyasal iktidarın bir meşruiyet arayışına girmesi gibi, Osmanlı siyasal iktidarı da belirli öge ve unsurlarla siyasi meşruiyet sağlama yoluna gitmiştir (Öz, 1999: 33). Osmanlı Devleti’nde padişah ve saltanat dışında kalan siyasi iktidarın etnik açıdan el değiştirmesi, yani Türkmen aristokrasisinin tasfiye edilmesi ve onun yerine çeşitli etnik kökenlerden toplanarak Osmanlı kültürü aşılanan devşirmelerin geçmesi, Fatih Sultan Mehmed döneminde gerçekleşmiştir. Bu uygulama devletin bütün unsurlara eşit uzaklıkta bulunması için yapılmış ve böylece yeni bir meşruiyet anlayışı meydana gelmiştir.

Meşrulaştırma, var olan veya önerilenin muhatap olan insanlar için en iyi, en istenilen şey olduğunu gösterme süreci; meşruluk ise egemen sistemin hukuksal yapısına, kanun ve kurallara uygunluk anlamına gelmektedir. Daver’e göre, iktidarı sağlama teknikleri arasında en devamlı ve en etkili araç, iktidarın meşru olduğu hakkında halkta bir kanaat uyandırmaktır. Çünkü kuvvet ne kadar büyük olursa olsun, bir noktadan sonra zayıflayabilir. Kamu vicdanında tutunmayan, saygı görmeyen, inanılmayan bir iktidar, uzun süre fiziki kuvvet kullanma yoluyla ayakta tutamaz (Daver, 1993: 110).

Siyasal iktidarın meşruluk unsurlarından biri olarak değerlendirilen biat, taht değişiklikleri esnasında yeni padişaha itaati sağlayan, iktidarı meşrulaştıran uygulamalardır. Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde biat merasimlerinden söz ederken, bunların nasıl yapıldığı hakkında bilgi vermemekte, sadece biat töreninin yapıldığını belirtmekle yetinmektedir. Örnek olarak, babasının ölümünden sonra Fatih Sultan Mehmed’in tahta çıkışını Evliya şöyle nakletmektedir: “Hikmet-i Hudâ pederi Murad

Hân merhum olup tekrar Sultan Muhammed Hân sene 855 tarihinde müstakıl pâdişâh olup cümle kullar kendüden bi’at idüp etrâf pâdişâhlarına nâmeler gidip cümle pâdişâhlardan elçiler ile mübârek-bâd nameler ile hedâyâlar geldi. İlla kara Koyunlı neslinden Azerbaycan Şahı Uzun Hasan ita’at itmeyince Sultan Muhammed’in ibtidâ

gazası Uzun Hasan üzre olup…” (Evliya Çelebi, 1996: 36). Evliya Çelebi’nin aktardığı

biat hadisesinden, olayın sadece ülke içi için geçerli olmadığı, dış devletlerin de yeni padişahın yönetimindeki yeni devleti tanıdıkları, bu durumu elçi ve hediyeler ile gösterdikleri sonucu çıkmaktadır. Nitekim paragrafta geçen Uzun Hasan’ın itaat

etmemesi, büyük ihtimal ile yeni padişahı tanımadığının bir göstergesidir ki, Evliya

Çelebi’ye göre Fatih Sultan Mehmet ilk gazasını Uzun Hasan üzerine gerçekleştirmiştir. Seyahatname’de geçen bir diğer biat hadisesi ise Kanuni’nin Zigetvar Fethi esnasında vefat etmesi üzerine gerçekleşmiştir: “… Âhir kal’a-i Sigetvar fethidir kim

yedi gün mukaddem mâh-ı safer’in yigirmi ikinci leyle-i pençşenbenin tokuzuncı sa’atde külli nefsin zâiyetü’l-mevt fehvâ-yı şerifi mücebince vedâ’-ı tâc-ı Süleymâni idüp na’ş-ı

şerifi yine pinhân idüp Ma’nisâ’dan Selim-i Sani gelüp cümle guzât-ı müslimin bi’at

itdiler.” (Evliya Çelebi, 1999a: 36).

Süleyman Han’ın kuşatma esnasında vefat etmesi üzerine, padişahın vefat ettiğinin kimseye söylenmemesi ve alelacele Manisa’dan Şehzade Selim’in getirilmesi, herhangi bir karışıklığa mahal vermemek amacıyla yapılmıştır. Padişahın vefatından itibaren yeni padişaha biat merasimi yapılacak zamana kadar geçen süreyi kısa tutmak biat yeminin kendisinde gizlidir, zira biat kişisel bir yemin olup padişahın vefatı ile hükmü kalkar. Bu nedenle yeni padişaha hemen biat töreni yapılarak yeni bir bağlılık ve sadakat yemini ettirilmiştir. “Osmanlı Devletinde, başta padişah olmak üzere

yöneticiler kesiminden oluşan siyasal iktidar, yani merkezi iktidarı bilfiil temsil eden ve kullanan egemen tabaka, otoritenin ülkenin her tarafından hissedilmesini ve duyurulmasını (egemenin kimliğini) amaçlamışlardır. Devlet bu amacını hayata geçirmek safhasında toplumun kültürel ve iktisadi yapısını da göz önünde bulundurmuştur. Zaten amaç iktidarın kendisini topluma kabul ettirerek, otoriteleşmesi, yani meşru güç haline gelmesidir. Osmanlılar meşrutiyet inşa eden unsurları kullanılan diğer pek çok alanda olduğu gibi klasik çağ İslam’ının da mirasçısı olmuşlar ve bu

konuda da yaratıcı değil, toparlayıcı ve yayıcı bir işlev yüklenmişlerdir.”(Timur, 1998:

50).

Osmanlı siyasal meşrutiyetin unsurlarından birini teşkil eden hutbe okutma ve

sikke kestirme uygulaması, bir egemenlik sembolü olup siyasal iktidarın kendini ülke

sathına yaymasına dönüktür. Bağımsızlık ve egemenliğin birer sembolleri olan hutbe ve sikke, birbirinden bağımsız uygulamalar değildir. Evliya Çelebi’nin aktardığı bir hadise bu fikri destekler niteliktedir: “Tûrân-zemin vilayetinde olan Mahan şehri beğlerinden

Süleyman Şah ve Ertuğrul Bey Rum diyarına Selçukıyândan Sultan Alâüddin’e Ertuğrul toğrılup gelüp beğ iken ‘Alâüddin ümeralarından olup etrâf [u] enkâfda nice feth-i fütûhât idüp Sultân ‘Alâüddin merhûm olıcak cümle ayan-ı vilayetin re-i tedbirleri ile Ertuğrul müstakıl beğ oldu. Sâhib-i hutbe olup sikke sahibi olmadan Sögüdcük nam

şehirde merhum olup andan oğlı ‘Osman evvelen Osman lafzı tarihinde müstakıllen

sikke ve hutbe sahibi müstakıl padişah olup iptidâ hutbeyi Tursun Fakih nâm imam-ı hümam Osman bey namına okudu.” (Evliya Çelebi, 1999a: 10).

Evliya Çelebi’nin aktardığına göre bir beyin kendi yönetimini tesis edebilmesi için hem hutbe hem de sikke sahibi olması gerekmektir. Osmanlı Devleti, bir İslam devleti olması münasebetiyle padişah adına hutbe okutmayı siyasal meşrutiyetin bir delili addetmiş ve fethedilen kalelerde ilk cuma namazı vesilesiyle o mıntıkanın yeni sahibi olarak fetheden padişahın adı zikredilmiştir. Fethedilen yer eğer Müslüman ahalinin kaldığı bir bölge ise oranın en büyük camisinde hutbe okutulurken fethedilen yer gayrimüslim bir bölgede ise fethedilen kalenin en büyük mabedi camiye çevrilerek gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra ilk hutbeye hazır hâle getirilmiştir. Fatih’in İstanbul’un fethi neticesinde Ayasofya Kilisesi’ni camiye dönüştürüp ilk hutbeyi Akşemsettin’e okutturması, Osmanlının gayrimüslim bölgedeki uygulamalarına bir örnek iken Yavuz Sultan Selim’in Diyarbakır fethi, Osmanlının Müslüman kalelerin fethi neticesindeki icraatlarına bir örnektir. Bıyıklı Mehmed Paşa’nın serdarlığı ile Selim Han tarafından fethedilen Diyarbakır Kalesi’nde kentin en büyük camisi olan Ulu Cami’de Yavuz Sultan Selim adına hutbe okutulmuştur.

Siyasal iktidarın meşruiyet sağlayan unsurlardan biri olarak kullanıldığı hutbe okutma ve sikke kestirme uygulamaları sayısal anlamda artış gösterdikçe övgüye layık görülmüştür. Evliya Çelebi, Kanuni dönemini özetlerken hutbe sayısının çokluğunun aynı zamanda büyüleyici bir özellik oluşturduğunu söylemektedir. Meşruiyet sağlayıcı bir unsur olarak kabul edilen hutbe okutma ve sikke kestirme uygulamaları Seyahatname’de sıkça zikredilmektedir.

Osmanlı hâkimiyetinin önemli meşruiyet kaynaklarından biri, İslami anlayış içerisinde önemli yer edinen ulema desteğidir. Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde aktardığı hadiseler ışığında ulemanın hem siyasal iktidarı etkileyerek ve yönlendirerek hem de dinî bir sınıf olması nedeniyle toplum üzerindeki ağırlığını kullanarak siyasal iktidarı meşrulaştırdığını söylemek mümkündür. Fatih Sultan Mehmed dönemine kadar iktidar üzerinde ciddi bir etkiye sahip olan ulema, bu dönemden itibaren etki alanlarını

yitirmeye başlamasına rağmen etki kapasitesini korumaya devam etmiştir. Evliya Çelebi’nin aktardıklarına göre Fatih dönemine kadar hemen hemen tüm padişahların belirlenmesinde ulema birinci derecede fonksiyon üstlenmiştir. Örnek olarak Ertuğrul Bey’in vefatı sonrasında Osman Gazi’nin, bey olmasında ulemanın etkisi Evliya Çelebi’nin ifadesiyle: “Hikmet-i Huda, sene 600 târihinde Selçûkıyân inkırâz-ı nesl

bulup cümle ahâli-i Rum re’y [u] tedbiriyle Ertuğrul Beğ’i beğ edüp … merhum olup … Andan yerine oğlu Osman Beğ Han Gâzi ibn Ertuğrul, cümle kibâr-ı evliyâullah’ın izn-i

şerifleriyle müstakil pâdişâh olup …”(Evliya Çelebi, 1999a: 23) şeklindedir.

Ertuğrul Gazi’nin bey olmasında cümle ahâli-i Rûm re’y [u] tedbîriyle ifadesini kullanan Evliya Çelebi, Osman Gazi’nin bey olmasında cümle kibar-ı evliyaullah’ın

izn-i şerifleriyle ifadesini kullanmaktadır. Anlaşılan Ertuğrul Gazi’nin vefatı

dolaylarında siyasal iktidar etrafında yavaş bir şekilde ulema etkisi görülmeye başlanmıştır. Orhan Gazi’nin beyliği konusunda da benzer mekanizma işlemektedir:

“Bunların zamân-ı sa’âdetlerinde yetmiş yedi kibâr-ı evliyau’llah ‘alem-i Resûlu’llah tahtında hazır olup himmetleri ile niçe bin feth-i fütuhatlar itdiler. Yine bunların zamân- ı sa’adetlerinde cedd-i ‘izamımız Türk-i Türkân Hoca Ahmed-i Yesevi hazretleri Horâsan’dan halifesi olan Hacı Bektaş-ı Veli’yi üç yüz fukarâsıyla sahib-i seccâde idüp deff ve kudüm ve ‘alem sarâf verüp “Var Orhan Beğ ile Rum fatihi ol ya Bektaş” diyü nefes idüp Hacı Bektaş-ı Veli üç yüz er ile Horasan’dan Orhan Gazi’ye gelüp mülakat

olduğu gibi Bursa üstüne gelüp feth itdiler …”(Evliya Çelebi, 1999a: 27).

Yukarıda anlatılanlara göre Orhan Gazi’nin saltanatı döneminde ulema, gaza inancı sebebiyle, Osmanlı Beyliği topraklarına gelip siyasal iktidar çevresinde belli bir konum işgal etmeye başlamıştır. Evliya’nın Osmanlı saltanatı için ilk kez burada âlem-i

Resulu’llah tahtında hazır olup ifadesini kullanması ise Osmanlı beyliğinin fetihlerinde

önemli bir yer tutan İslami bir motiftir. Evliya Çelebi’nin kendi şeceresini de bizzat Hoca Ahmed Yesevi‘ye bağlaması, yine bir siyasal kültür nüvesi olup Osmanlı toplumunda ulemanın önemini göstermektedir.

Osmanlı Devleti’nin beylikten imparatorluğa geçiş aşamasında en önemli gelişmelerden biri, toplumun başındaki bey’in rütbesini yükseltme noktasında gerçekleşmiştir. Osmanlı siyasetinde devlet kurumlarının düzgün işlemesi, reayanın gerektiği gibi korunması, adalet mefhumunun yaşatılması padişahın dizginleri sıkıca elinde tutmasına bağlı olmuştur. Örneğin Budin valisi Sokullu Mehmed Paşa’nın oğlunun, halka zulüm etmesi üzerine halkın toplanarak padişaha gitmesi, geleneksel

siyasal kültürdeki padişah imajını açıklar niteliktedir: “Mezkûr (…) Paşa Budin valisi

iken re’âyâ vü berâyâya sehel zulm eder. Birkaç defa re’âyâ vü berâyâ Sokulu’ya gelüp tazallum ederler. Zulmleri men’ [u] def’ içün emr –i pâdişâhiler varid olup paşa –yı mûmâ-ileyh pederine dayanup asla ve kat’a tembih ü te’kîdden âgâh olmayup yine zulm-i sarîhten hali olmaz. Heman re’aya ale’l-umun yedi kubbe vezirleri huzurlarında Selim Han’a ruk’a sunup, Dad [u] feryad ey çârunâ Selum Hân u Pomağ’a; Ey çesteni paşa-yı gaziyan komağa deyü ruk’aların ref etdikten pâdişâh-ı adil arzuhâl-ı fukara-yı bâ-billahı kırâ’et edüp mefhûmu ma’lûm-ı hümâyûnları olunca Sokullu Mehemmed Paşa’ya eydür: “Tiz şu oğlunun zulmün re’â[yâ] ve zu’afâ üzerinden izâle eyle, yoksa seni vâcîbü’l-izale defterine kayd ederim” didikte âkıl Mehemmed Paşa’nın aklı başından gidüp “el-emrü emrüküm” deyüp huzûr-ı pâdişâhi tahrir edüp bir mu’tebed kapucubaşısına verüp, “Elbette Budin’e varup bu emri icrâ edüp tiz gelesin” deyü tenbih [u] te’kidler edüp netice-i merâm kapucubaşı on günde ılgar ile Budin’de … gelüp “Emr padişâhın” deyü Sokullu oğlu (…) Paşa’nın başın kesüp on günde yine divân-ı pâdişâhiye gelüp huzur-ı pâdişâha kelle galtân eder, …” (Evliya Çelebi, 1999b:

269).

Sokullu Mehmed Paşa’nın oğlunun katledilmesi hadisesi padişahın baba imajını desteklemektedir; çünkü ahali çözümsüz kaldıkları bir anda İstanbul’a varıp şikâyetlerini bizzat padişaha iletmişler ve padişah da reayayı huzursuz eden sorunu anında çözmüştür. Osmanlı siyasal yapısında sık sık karşılaşılan reaya sorunlarının bizzat padişah tarafından çözüme kavuşturulması, Osmanlı siyasal kültürünün önemli bir niteliğine tekabül etmektedir.

Baba tipinin Osmanlı Devleti’nde yerleşmesinde önemli bir aşama olan Kanuni

Sultan Süleyman’ın divan kaideleri, Seyahatname’de Evliya Çelebi tarafından hem işlevsel bulunmuş, hem de övülmüştür. Ona göre, Süleyman Han’dan evvel divan toplantılarında bir düzen olmamıştır. Süleyman Han hem divanın kendi içindeki tertibini ayarlamış, hem de halk ile ilişkiler konusuna da belirli bir nizam vermiştir. Örneğin bu divan esnasında her üç ayda bir sabahları kullara çorba dağıtılmış; eğer ki kul takımı padişaha bir durumu bildirmek isterlerse, çorbalarını içmezler ve durum padişaha iletilerek sorunlar çözüme kavuşturulmuştur (Evliya Çelebi, 1996: 81).

Osmanlı merkez örgütünün en başında ve çekirdeğinde yer alan kişi bizzat padişahtır. İnalcık’ın belirttiği gibi: “Geleneksel görüşe göre, toplumun öncelikle bir

öncülüğü ile ortadan kalkar. Hükümdarlar Allah tarafından seçilmiş kişilerdir, O’nun yeryüzündeki temsilcisi ve âlemin kalbidirler.” (İnalcık, 1996: 341).

Yetki, görev ve protokol bakımından eski Türk devletleri ve İslam anlayışının zamana ve mekâna uyarlanmış özgün bir sentezi olan Osmanlı Padişahlık sistemi, en temelde Padişah olmazsa düzen de olmaz ilkesinden ilham almıştır. Devletin merkezi ve başı olan Osmanlı padişahları ordunun da başkomutanıdır. Padişahın görev ve sorumlulukları ile ilgili temel anlayışlar benzerdir. Bunlar: adaletin sağlanması, reayanın, devletin, dinin, hazinenin, kanunların korunması, halka şefkatle muamele edilmesi, zalimle mücadelede taviz verilmemesi, israftan kaçınılması ve âlemde nizamın sağlanmasıdır. Siyasal kültürde padişah, yüksek bir şahsiyeti temsil etmekte ve âlemin savunucusu, İslam’ın koruyucusu ve hamisi olarak görülmektedir. Hanedanlık anlayışındaki ülkenin hükümran aileye ait olması fikrinin değişerek tek ve mutlak padişahı öne çıkartması ve kardeş katline cevaz verilen hükümlerin varlığı, hükümdarın mutlak iktidarını arttırmıştır. Padişahların mutlak otorite hâline geldikleri dönem Fatih Sultan Mehmed dönemi olarak kabul edilmektedir.

Fatih dönemi hakkında Evliya Çelebi’nin aktardığı bir diğer husus ise padişahın hizmet etmesi olgusudur. Evliya Çelebi’ye göre İstanbul’un fethini takip eden günler, bir taraftan ganimet mallarının paylaşımı ile geçerken bir taraftan da şenlikler eğlenceler tertiplenmiştir: “Sultan Muhammed Hân Tershane bağçesine gelüp üç gün üç gice

cemî’i guzât-ı müslimine it’âm-ı ‘amm idüp sımât-ı Muhammediler idüp bizzat kendüleri etek der-miyân idüp câşnigirbaşı-misâl kemerinde peştamal ile cümle guzâta ‘nân u nemek yemek gerek’ deyü hûn-ı beyâz bezl idüp ba’de’t-ta’âm seri kâdre olan ‘ulemâ-yı fuzalâların dest-i şeriflerine ıbrık ile su döküp tâ bu mertebe kesr-i nefs eyleyüp üç gün üç gice hıdmet eyledi.” (Evliya Çelebi, 1996: 44).

Fatih Sultan Mehmet, yerleşik bey kültüründen padişah kültürüne geçişi sağlamak için bir taraftan merkezi siyasal iktidarın güç ve kudretini artırırken öte taraftan hizmet etmesi, siyasal kültürdeki efendinin hizmet etmesi olgusunu da örneklendirecek tarzdadır. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethi ile Hz. Peygamber’in övgüsünü almış, bununla birlikte padişah simgesini daha da kuvvetlendirmiştir.

Seyahatname’de nakledilen hadiseler, şayet padişahın güç ve azametinin gösterildiği bir içerikte ise Evliya Çelebi padişahın tutum ve davranışlarını sevinç ile karşılamaktadır. Evliya Çelebi, Yıldırım Bayezid gibi savaşçı ve azametli bir şahsiyetin padişahlık makamına çıkmasını şu sözlerle aktarmaktadır: “Yıldırım Bayezid taht-nişin

müstakil pâdişah olup etrâf-ı kâfiristânâ Yıldırım Hân yıldırım gibi şakıyup babasının intikâmın almağçün diyâr-ı deyr-i küffaristâna kılıç urup…” (Evliya Çelebi, 1996: 34).

Seyahatname’nin pek çok yerinde padişahın güçlü ve azametli olması gerektiği yönlü inancın izleri görülmektedir. Evliya Çelebi, eserinin muhtelif kısımlarında, gittiği yerleri tasvir ederken, o mıntıkanın hangi padişah döneminde ve hangi dillere destan savaşla İslam ülkesine katıldığını belirtmektedir.

Osmanlı siyasal kültüründe, siyasal iktidarın cömert davranması bir gelenek hâlini almıştır. Seyahatname’de vuku bulan hadiselerden anlıyoruz ki, siyasal iktidar kullarına karşı cömert davranmakta ve bunun karşılığında da itaat istemektedir. Herhangi bir fetih öncesinde padişahın, orduya vaatlerde bulunması teşvik edici bir rol oynarken fetih sonrası vaatlerinden daha cömert davranması, askerini mutlu etmeye bağlanabilir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’un fethi arifesinde askerine vaat ederken kullandığı terminoloji, Evliya Çelebi’nin ifadesiyle şöyledir: “Asker-i İslâm bir yire

cem’ oldukda yetmiş yedi ‘aded mazanna-ı kirâma kibâr-ı evliyâu’llâhdan ulŭ sultânlar var idi… Bu makŭle sultânlardan himmet recâ idüp Ebü’l-feth’ahd itdi kim İslambol devletinin nısfi sizin ve nısfi guzât-ı müsliminin ve rub’ı hakirin olup mâl-ı ganâyimle her birinize birer zâviye ve türbe ve imaret ve mekteb ve medrese ve dârü’l-hadis tetümme-i medarisler binâ ideyim diyü va’de-i kerimeler itdi”. (Evliya Çelebi, 1996:

37).

Padişahların cömertliği sadece kullarına yönelik bir uygulama değildir. Bu durum da yine Seyahatname’de aktarılan olaylardan anlaşılmaktadır. Örnek olarak Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptırmış olduğu Süleymaniye Camii’ne yapılan harcama