• Sonuç bulunamadı

İstanbul’da sıradan bir akşam. Yağmur çiseliyor. Hava hafiften soğuk. Tarık iş çıkışı, Üsküdar’daki Aziz Mahmut Hüdayî efendinin kabrini ziyaret ettikten sonra Mihrimah Sultan Camisine doğru gidiyordu. Ana cadde o kadar kalabalıktı ki insanlar neredeyse birbirlerine sürtünerek yürüyorlardı. Yol kenarındaki dükkanlara bakarak ilerliyordu. Sahildeki dolmuşlardan birine binip evine gidecekti. Akşam ezanı okunmaya başladı. Hemen yan taraftaki bir banka oturdu. Ezanı dinlemek istiyordu. Çünkü Üsküdar sahildeki iki büyük caminin seçkin müezzinleri, ezanı maaşallah o güzel sesleriyle, birbiri ardınca sırayla okurlar ve dinleyenleri mest ederlerdi. Nasıl olsa abdesti vardı. Cemaate de yetişebilecek mesafedeydi. Ezanın güzelliği karşısında gönlü pır pır ederken, birden onca sesin arasında, acaip bir ses işitti.

-“Açım, açım, ne olur bana yardım edin!”

Kalbi titredi. Ayağa fırladı. Kulakları diğer tüm seslere sağır olmuş, yalnızca yardım isteyen o sesi duymaya odaklanmıştı. Yavrusunu arayan bir anne gibi sağa sola koşuşturmaya başladı. Birden kalabalığın

arasından belli belirsiz bir şekilde o sesin sahibini farketti. Ona doğru hızla koştu. Yerde oturmuş ve ellerini açmış, etrafından geçen insan sürüsüne “Açım, açım, yardım edin!” diye bağırıyordu. Tarık

gözyaşlarına hakim olamadı. Yerdeki adamdan ziyade çevresindeki kör ve sağır insanlar için ağlıyordu. Adamın yanıbaşına geldi. Ne diyeceğini bilemiyordu. Adam susmuş ve Tarık’ın ona uzattığı ele gülümseyerek bakıyordu.

-“Benimle gelmek ister misin?” diye sordu Tarık. Eski püskü

elbiseler içindeki adam, evet anlamında başını sallayıp, Tarık’ın uzattığı eli tuttu ve ayağa kalktı. Genç bir adamdı. Kir pas içindeydi. Epeyce de

ıslanmış ve üşümüştü. Birbirlerine baktılar ve gülümsediler. Tarık

“Haydi gidelim.” dedi. Hızlıca Camiye doğru yürümeye başladılar.

Caminin yanında evvelden bildiği bir pilavcı vardı. Çok da güzel nohutlu pilav yapardı. Onu oraya götürdü.

Pilavcı Hasan Usta her zaman ki yerindeydi. Ağarmış saçlarına, ihtiyarlamış yaşına rağmen halâ aynı yerde nohutlu pilâv satıyordu.

Seyyar pilav arabasının çevresine, rastgele dağıtılmış küçük taburelerde oturmuş müşterilerine hizmet ederken, onca yaşına karşın, adeta, İstanbul’un canlı müzesi olan Üsküdar’ın, dimdik ayakta kalan tarihi miraslarından birisi gibi görünüyordu. Tarık, Hasan Usta’nın yanına gelince selam verdi. Yanında getirdiği adam ise mahçup bir edayla başı yerde, öylece yanında duruyordu.

-“Selamun aleykum, Hasan Usta.”

-“Ooo, ve aleykum selam, Tarık oğlum, hoş geldin. Maaşallah, işten mi geliyorsun?”

-“Evet ustam. Namazdan sonra doğruca eve ama önce sana bir misafir getirdim.”

-“Başım üstüne evlat. Geç hele şöyle bir otur, soluklan!”

-“Yok, yok oturmayayım, namaz kaçmasın.”

-“Geç hele geç! Beraber gideriz. Ezan daha yeni okunuyor.”

Tarık ve misafiri yandaki taburelere ilişirken, Hasan Usta’da hemen abdestini tazelemeye girişti. İşi bitince tezgâhı çırağına bıraktı.

Misafirin önüne de mis gibi kokan bir tabak nohutlu pilav koydu. Bir de ayran servis etti. Sonra Tarık’la beraber akşam namazını kılmak için Mihribah Sultan Camisine gitmek üzere kalktılar. Tarık, getirdiği misafirine sevgiyle ve şefkatle bakarak “Haydi, kardeşim, afiyetle ye!

Sakın çekinme! Namazdan sonra döneceğim. O zaman inşaallah görüşürüz.” dedi ve Hasan Ustayla şakalaşarak camiye doğru gözden kayboldular.

Güzel ikili cemaatte yerlerini aldılar. İmamın eşliğinde akşam namazlarını kılmaya başladılar. Tarık imamın peşinden sağ omzuna doğru selam verirken hemen yanında namaz kılan adamı görünce şaşırdı kaldı. Nohutçuya getirdiği misafiri, onlarla beraber namaz kılıyordu. Sol tarafa da selam verince hemen diğer yana döndü ki bir de ne görsün?

Adam yoktu. Yanlış mı gördüm acaba diye Hasan usta’ya döndü. Hasan usta yavaşça Tarık’ın kulağına gülümseyerek fısıldadı:

-“Oydu. Oydu. Yanılmadın.”

Namazdan sonra beraberce pilav arabasına döndüler. Tarık doğruca az önce oturduğu tabureye ve küçük yer masasına gitti. Hasan Usta’nın getirdiği nohutlu pilav ve ayran halâ masada duruyordu. Misafir olan genç adamdan da eser yoktu. Çırağa döndü ve merakla seslendi:

-“Metin, bir bak hele!”

-“Buyur, Tarık abi!”

-“Buradaki adam nerede? Bir yere mi gitti?”

Çırak Metin, şaşkın şaşkın Tarık’a bakarken “Ne adamı abi?” dedi.

“Burada kimse yoktu ki” Şaşırma sırası Tarık’a gelmişti ki Hasan Usta yanına geldi.

-“Şaşırma be oğlum. Bunların gözleri görmez böyle yüzleri. Bunların kulakları duymaz böyle sesleri. Ancak kalp gözü açık olanlar görebilir.

Rabbimizin görevli bir kuluydu. Geldi, geçti. Herkes kendince nasibini aldı. İyilik yapmak herkese lûtfedilmez evlât. Sen büyük bir sınavdan geçtin ve kazandın, elhamdulillah. Mübarek olsun.”

-“Fakat Hasan Usta sen de görmedin mi? Yanımdaydı. Hatta namazda da bizimleydi.”

-“Evet evlât. Ben de gördüm. Fakat benim gördüğüm asıl önemli şey senin kalbinin güzelliğiydi. Maaşallah. Allah yolundan bizleri

ayırmasın! Var şimdi evine git! Çokça şükret ve yolundan da dönmemeye gayret et! Allah hayır peşinde koşanları işte böyle mükafatlandırır.”

Tarık, kucaklaşıp vedalaştıktan sonra evine gitmek üzere, sahildeki Çengelköy dolmuşlarına bindi. Yol boyunca yaşadıklarının etkisinde, pencereden dışarıyı seyrederken “Allah” ismini durmadan zikrediyordu.

Kapıyı açan eşinin güler yüzü, bütün günün yorgunluğunu üzerinden çekip aldı. Bir güzel temizlenip, akşam kıyafetlerini giyindikten sonra mutfağa doğru giderken, mutfaktan çok tanıdık kokular geliyordu. Eşi sofrayı çoktan kurmuştu. Yerine otururken eşinin önüne koyduğu tabağa bakınca afalladı kaldı. Bir yandan gülüyor, bir yandan da ağlıyordu.

Çünkü tabakta nohutlu pilav vardı.

AHMET YESEVİ DİVAN-I HİKMET’TEN