• Sonuç bulunamadı

Günlerden bir gün, birkaç arkadaşımla, Ceylan pınarına gitmiştik.

Muazzam ormanlık alanda, harika bir Ceylan çiftliği. Çevresindeki kafes teller, ceylanların güzelliğine engel olamıyordu. Gönlüm çocuk şenliğinde, kıpır kıpır. Onlara dokunmak, onları öpmek istiyordum.

Yemyeşil ağaçların arasında, pınara doğru yürüdüm. Pınar başında, çimlerin üzerine uzandım. Az ilerde ürkek ve korkak bir ceylan vardı.

Sessizce izlemeye başladım. Gözlerimiz çakıştı.

‘’Kaçma ceylan, sana zararım dokunmaz.’’

Beni anlamış gibi ceylan, su içmek için pınara yaklaştı. O kadar güzeldi ki incecik, seyretmeye doyamadım. Hafifçe esen rüzgâr tenimi okşarken, kendimi tatlı bir uykunun kollarına bıraktım.

Pınarın başında sarışın, ela gözlü çok güzel, bir dilber duruyordu.

Beyaz ipeklerin içerisinde, bir melek gibiydi. Yanına yaklaştım.

Gözlerinden gönlüme, yıldırımlar düşüyordu.

‘’Hoş geldin ey insan, yıllardır seni bekliyordum.’’

Bir gülün yumuşaklığı vardı sesinde. Aklım karıştı. Daha doğrusu karışacak bir aklım kalmamıştı.

‘’Şey nasıl yani? Beni mi bekliyordun?’’

‘’Evet seni bekliyordum.’’

‘’Kimsin sen, ey güzeller güzeli?’’

‘’Az önce pınarın başında gördüğün ceylanım. Bir zamanlar ben, gördüğün gibiydim. kötü kalpli cadı bana büyü yaptı. O anda ceylan oldum. Eğer bir insan beni öperse, ancak o zaman eski halime

dönebilirim. İşte bu sebeple de ben, yıllardır bir insan bekliyorum. İşte sen benim yıllardır beklediğim insansın.’’

‘’Ben mi beklediğin insanım?’’

‘’Evet çünkü gönlünü, gözlerinde gördüm. Sevgi doluydu.’’

Uzattı ellerini bana, kendimden geçtim. Tutmak için o elleri ona doğru yaklaştım. Bana uzanan o eller, ah o eller, o eller, anlatılmaz şeyler. Yavaşça süzülen birkaç damla gözyaşı vardı gözlerinde. Elleri ellerimde, ona doğru eğildim. Gözyaşlarını, dudaklarımla sildim.

Düşlerimdeki gönlüme düşen sevgi, senin içinde yok oluyorum, bilinmeyen bu alemde. Beyaz güller ile kaplı bahçenin ortasındaki, yakut ve zümrütlerle süslenmiş altın yatağın üzerinde, çeşit çeşit kuşlar uçuşuyor.

Yer yemyeşil ve yumuşacık çimlerle kaplı. Ulu bir çınarın

gölgesinde, ılık bir rüzgâr gönüllerimizi okşuyor. Gökyüzü beyaz, güneş mavi. Güneş kalbimi yakmıyor, ey Dilber, ellerin yakıyor. Kenetlenmiş ellerimizden, yıldırımlar düşüyor ruhumuza. Her zerremle aşkının ateşinde yanıyorum.

Üzerinde ipekten bir elbise var. Saçların, rüzgârın ellerinde, vahşi bir at gibi şaha kalkmış, dolu dizgin sonsuzluğa koşuyor. Gözlerim,

gözlerindeki sevgiye tutsak. Sana bakıyorum. Aşkın en hassas

dokunuşuyla, sana sarılıyorum. Çakmak çakmak gözlerimizden, sevgi kıvılcımları çıkıyor.

Dönüyoruz. Biz dönüyoruz, Dünya dönüyor. Dünya dönüyor, alemler dönüyor. Her şey dönüyor. Gözlerinin içinde, gözlerim dönüyor. Mavi güneşin, rengarenk gökkuşağı ışıkları, mahremi cilveyle, gül teninde dans ediyor. Dokunmak istiyorum, o ışıklara. Her zerremizden nurlar fışkırıyor ve biz, gönlümüzün sevgi bahçesinde, ayrı bedenlerde yaşayan, tek gönül oluyoruz.

‘’Ahmet, Ahmet kalksana, bu ne uyku böyle?’’

Beni uyandırmaya çalışan arkadaşımın sesiyle uyandım. Kendime geldiğim de uzaklarda, bize bakan ceylanı gördüm.

-“Biliyor musun Ahmet? Az önce garip bir şey oldu. Şu ilerdeki ceylan, senin yanında duruyordu. Beni görünce ürkerek kaçtı.”

Gülümsedim ve geri dönmek üzere kalktım. Dönerken ancak ceylan’ın duyabileceği bir sesle gönlümden fısıldadım.

‘’Sevgi bir ceylanı gözyaşlarından öpmekmiş. Öpebilmek, insan olmak demekmiş. Bana bunu öğrettiğin için teşekkür ederim, düşlerimin ceylanı, hoşçakal.’’

Çevremizde ellerini bize uzatmış, tutmamızı bekleyen, ne kadar çok, düş ceylanı var. Haydi, bizlerde birer insan olalım, bize uzanan, o elleri tutalım. Kötü kalpli cadıların büyülediği, nice ceylanlar, onları göz yaşlarından öpecek, insanları bekliyor. İçimizdeki ve dışımızdaki, insanlığı bulalım ve sevginin sırrına ulaşalım. Belki de öyle çok

uzaklara, gitmemize gerek yok. En yakında bir aynaya, şöyle bir bakmamız yetecek. Orada bize bakıp, gülümseyen, bir insan göreceğiz.

Bunu başarabiliriz. Çünkü sevgi bizim mayamızda var. Sadece

unutmayalım, sevgi, bir ceylanı gözyaşlarından öpmektir ve öpmek ise insan olmak demektir.

BEN KÖLE DEĞİLİM

-“Nasıl doğduğuma ve nasıl öleceğime ben karar vermedim ama nasıl yaşayacağıma ben karar veririm.”

-“Sen de biz de basit köleleriz. Nasıl böyle konuşabilirsin?

Duyarlarsa canından olursun.”

-“Canımı veren ben miyim ki onunla veya onsuz olayım? Yüce yaratıcı herkesi eşit yaratmadı mı? Hepimiz O’nun kullarıyız. Kulun kula köle olması da ne demek? Varsın beni öldürmek için ellerinden geleni yapsınlar. Canı veren tanrı, canımı almak istiyorsa ben mani olamam ama eğer yaşamamı diliyorsa tüm alem bir araya gelse canımı alamaz.”

Derme çatma düzenlenmiş, bir kaç eşyanın olduğu, küçük bir şömine ateşinin zorlukla ısıttığı ahşap baraka da Kunta, siyahi arkadaşlarına bunları anlatırken, kapının önünde nöbet tutan eşi Sara, ev işi yapıyormuş gibi gözükerek köle sahiplerinin veya casuslarının geliş gidişini gözetliyordu.

-“Kim köle olarak yaşamak ister ki ? Ama elimizden ne gelir? Bence sen hayaller peşindesin. Bu sözlerin hepimizi yakar. Bu düşündüklerini unut da yazgına razı ol!”

-“Aa, evet, yazgı! Yani seni, beni, hepimizi yaratan, bizi yaratırken bu efendi olsun, bu köle olsun diye mi yarattı? Ben buna inanmıyorum.

Eğer böyleyse de bunu kabul etmiyorum. Söyleyin bana! Hangi kutsal metinde yazıyor? Elçilerden hangisi böyle bir şey söylüyor?”

-“Ne kadar dik başlısın. Bu huyun başını yiyecek ama ben seninle aynı sonucu yaşamak istemiyorum. Daha fazla seni dinlemeyeceğim.”

-“Elbette. İstediğini yapmakta özgürsün. Madem sen özgürlüğünü, köle olmaktan yana kullanıyorsun o halde sana sözüm yok. Seni zorlayacak değilim. Zaten ben size saraylarda bir hayat vadetmedim.

Sizden bir ücrette istemedim. Beni neden suçluyorsunuz? Tek istediğim özgür olmak ve gerekirse bu uğurda canımı seve seve vermek. Köle olarak yaşamaktansa, özgür bir insan olarak ölmeye hazırım. Özgür olmayı dilemek suç ise o halde ben suçluyum.”

-“Haydi millet, bu meczubu daha fazla dinlemeyelim. Ben

gidiyorum. Kalırsanız da hepiniz öldürüleceksiniz, biliyorsunuz değil mi?”

Kunta sözün bittiği yerdeydi. Onu dinlemeye gelen kampın köleleri birer ikişer söylenerek ayrılmaya başladılar. Kunta köşede bir yere çömeldi ve düşüncelere daldı. Üzgündü. Özgürlüğün lezzetini dostlarına anlatamıyordu. Bu işlerin birlik ve beraberlik içerisinde olması

gerektiğini o da biliyordu ama eşi hariç kimse onu desteklemiyordu.

İçeride kimseler kalmayınca eşi Sara, kulübeye girdi. Sara şefkatle kocasının yanına geldi ve yanına oturdu.

-“Ne zamana kadar bu laf anlamazlara laf anlatacaksın? Görmüyor musun seni dinleyen yok? Üzülme artık ne olursun.”

-“Oo Sara, Sara, biliyorum ki bir gün rüyalarım gerçek olacak. Belki ben o günleri göremeyeceğim ama önemli değil, üzülmüyorum. Çünkü ben, o özgür günleri rüyalarımda görüyorum. Yine de, ne olursa olsun düşüncelerimden, hayallerimden asla vazgeçmeyeceğim. Başıma ne gelirse gelsin, gerekirse tek başıma, Hak yolda cesaretle yürüyeceğim.”

-“Her zaman seninleyim, biliyorsun değil mi?”

-“Evet kadınım, biliyorum ama bu kez benimle olmamalısın.

Karnındaki bebeğimizi düşünmelisin. Bana ne olursa olsun, uzakta kalmalı ve bebeğimizi doğurmalısın.”

O esnada dışardan feryatlar yükselmeye başladı. Sara kapıya doğru fırladı ve kapının aralığından dışarıya baktı. Gözleri kocaman açılmış halde “Buraya geliyorlar.” dedi ve korkuyla kocasına “Kunta, hemen kaçmalısın” diyebildi.

Gelenlerin tekmelemeleriyle kapı, büyük bir gürültüyle kırılarak açıldı. Bir anda eli sopalı, kırbaçlı adamlar içeriye doluşuverdi.

Bazılarının elinde de alev alev yanan meşaleler vardı. Derhal bir kaç adam Kunta’nın üzerine çullandı. Tekma tokat giriştiler. Sopalarla vurmaya başladılar. Bir yandan da “Burada ne işler çevirdiğini

bilmediğimizi mi sanıyordun?” diye bağırıyorlardı. Diğerleri de ortalığı

kırıp dökmeye başladılar. Kunta darbelerden yere yığıldı. Yüzünden gözünden kanlar akıyordu. Sara ne kadar da yapmayın, etmeyin diyerek kendisini ortaya atsa da, bir kaç tekme ile yan tarafa devrilmişti.

İri yarı iki adam Kunta’nın kollarından tutup onu sürüyerek dışarı çıkardılar. Bir kişi de Sara’yı dışarıya sürükledi. Gelenlerin başındaki adam “Yakın!” dedi. Ellerinde meşale olanlar hemen kulübeyi ateşe verdiler. Kamptaki diğer tüm köleler de bir köşeye toplanmışlar ve başlarında ki silahlı adamların zoruyla olanı biteni gözyaşlarıyla izliyorlardı. Alevler kulübeyi küle çevirirken, o bölgenin sahibi patron kölelere dönerek:

-“Bu hepinize ibret olsun. Kim ki baş kaldırır ve kaçmaya çalışırsa işte sonu böyle olur. Sakın ha! Değil özgür olmak, bu düşünceleri aklınızdan bile geçirmeyin! Yoksa gözünüzün yaşına bakmam, gerekirse hepinizi birden asarım.”

Sara’yı tutan adam patrona doğru yanaştı. Çekingen bir halde:

“Patron, bu kadın hamileymiş. Ne yapmamı istersin?” dedi. Patron birden kahkaha atmaya başladı.

-“Diğer kölelerin arasına atın, gitsin! Desene bu ahmak adamı öldürsek de kölelerimizin sayısı azalmayacak.”

Bu sırada yan taraftaki ağacın dalına ip atılmış ve Kunta’yı asmak için darağacı hazırlanmıştı. Kunta’yı ipe doğru sürüklediler. Köleler arasından çığlıklar yükseldi. Asılmaması için yalvarıyorlardı ama patron tüm yakarmalara sağırdı. Bir kaç kişi ipi Kunta’nın boynuna zorla geçirdi ve bir atın üzerine oturttu. Patron durumdan keyif alırcasına alay ederek Kunta’ya döndü:

-“Ee, Özgür Adam!? Söyle bakalım! Demek özgürlük istiyorsun ha?”

-“Hayır, ben asla özgürlük istemedim. Çünkü ben zaten özgürdüm.

Özgür doğdum, özgür yaşadım ve özgür ölüyorum. Ama sen, korkularının kölesi bir zavallısın.”

Patron öylesine hiddetlendi ki yüzü kıpkırmızı kesildi. Öfkeyle çılgınca bağırmaya başladı.

-“Asın! Asın bu köleyi! Derhaall asıın!”

Adamlardan biri atın bacaklarını tokatladı. At ileri fırladı. Kunta atın sırtından aşağıya yuvarlanırken gözleri, eşinin gözleriyle çakıştı.

Yüzünde bir tebessüm vardı. Bağırışmalar arasında Kunta’nın ağzından dökülen son sözlerini bir tek Sara anlamıştı.

-“Ben köle değilim.”