• Sonuç bulunamadı

ŞEHİT PAŞA’NIN VASİYETİ

Tarih 10 Ocak 2010, gece saat 02:00. Yatağımda uyandım. Kalbim hızla çarpıyordu. Kalktım. Elimi yüzümü yıkayıp ferahlamak istedim.

Lavobadaki çeşmeyi açtım. Yüzümü yıkamak için takatım bile yoktu.

Çeşmeyi kapadım yatağıma gidip uzanmak istedim. Yatağıma gittiğimi sanıyordum. Oysa ki gidemeyip olduğum yere düşüp, bayılmışım.

Sonradan farkettim ki düşerken kafamı kapıya çarpmışım. Çünkü her yerim kan içindeydi. Kendime geldiğimde ezan okunuyordu. Saat 05:00 idi. Abdest alıp sabah namazını kıldım. Bana verilen ‘’İkinci Hayat’’

için Allah’a dua edip, halime şükür ettim.

Birinci hayat ile ikinci hayat arasında yaşadığım üç saatlik anımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Nelerden sorumlu olduğumuzu anlamanıza yardım edebilirsem, ne mutlu bana diyorum.

Saat 02:00 ile 05:00 arası bayıldığımda kendimi karanlıklar içinde buldum. Nefes alamıyor, kuşlar gibi uçuyordum. Sanki bulutların içinde

çırpınıyordum. Maksadım bulutların üzerine çıkıp bir nebze de olsa nefes alabilmek ve yaşamımı devam ettirebilmekti. Bütün gücümü tüketiyordum.

İşte o anda, karanlığın içinde parlak bir nokta belirdi. Sanki bir mıknatıs gibiydi. Hızla beni kendine çekiyordu. Ben ise bulutların arasında bir kere bile olsa nefes alabilmekle meşguldum. Ne yapsam da ışık beni hızla içine çekiyordu. Çaresizdim. Çırpınıyor, korkuyor fakat bağıramıyordum. Işığa yaklaştıkça karanlık bitiyor, yerini bir nur kaplıyordu. Gözlerimi nurun parlaklığından açamıyordum. Beni çeken ışığın sonuna doğru belli belirsiz bazı görüntüler görmeye başladım.

İlerde Malazgirt Ovası gibi büyük bir ova vardı. Çok gürültülüydü.

O ovanın tam ortasına diz üstü düştüm. Korkuyordum. Her yanım titriyordu. Kafamı kaldırıp baktığımda, büyük bir ordunun tam

ortasındaydım. Askerler hakaret ediyor ve bağırıyorlardı. Sanki birine emanet vermişler de emanet verdikleri de emanetlerine ihanet etmiş gibi hakaret ediyorlardı. “Nankörler, hainler! Onun bunun ağzına bakıp birbirinize düştünüz, emanetlerimizi satıp savdınız.” diyorlardı.

Askerler bağırıp hakaret ederlerken, bense af diliyor yalvarıyordum.

Etrafıma baktığımda bir de ne göreyim? Bu askerlerin hepsi farklı farklı giyinmişlerdi. Kıyafetleri Cengiz Han’ın, Alparslan’ın, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın, Kuvva-i Milli’nin, Türkiye cumhuriyeti’nin askerlerinin giyimleri gibiydi. Dikkatimi en çok çeken de hepsinin yaralı olmasıydı.

Kan revan içinde olmalarıydı. Ellerinin, ayaklarının, kafalarının

olmaması idi. Anladığım kadarıyla bunlar şehitlerimizin görüntüleriydi.

Ama dimdik ayakta duruyor ve benden hesap soruyorlardı. Kararlıydılar ceza olarak beni öldüreceklerdi. Af diliyordum ama beni

dinlemiyorlardı. Öyle bir karmaşa ve gürültü vardı ki etraf toz duman içindeydi. Bazı sözlerini hatırlıyorum. Örneğin diyorlardı ki:

-“Size bir vatan teslim ettik. İçinde duman tüten fabrikalar bıraktık.

Yerin altında ve üstünde madenler bıraktık. Devlet mallarını yabancılara sattınız. Kendi vatanınızda yabancı oldunuz. Fitnelere ve fesatlara kandınız. Vatanı bölmeye kalktınız. Biz bu vatan için analarımızı, bacılarımızı, kızlarımızı, karılarımızı bırakıp şehit olmadık mı? İşte bu yüzden erkekleri, oğulları şehit olan bu anaların doldurduğu yurda biz Anadolu demedik mi?”

O an da birden bire sessizlik oldu. Kafamı kaldırıp baktığımda ayağı olmayan tahta bacaklı birini gördüm. Bu bir Osmanlı paşası idi. Sol gözü yoktu. Kalbinin üzerinde bir delik vardı. Kan akıyordu. Sağ elinde kılıcı, belinde de tabancası vardı. Anladım ki bu paşa Çanakkale

şehitlerindendi. Elini kaldırıp şehitler ordusuna susmalarını söyledi ve yanıma geldi. Beni ayağa kaldırdı. Arkasında sessizce bekleyen

ayakları, elleri, kafası olmayan, göğsü delik deşik olmuş şehitleri net bir şekilde görüyordum. Malazgirt’te, Çanakkale’de, Sakarya’da, Kıbrıs’ta, Yemen’de, Afyon’da ve daha nerede olduğunu bilemediğim kahraman Türk askerlerini kanlar içinde kefensiz olarak görüyordum. Ağlayarak

“Benden ne istiyorsunuz?” dedim. Paşa elinde ki kağıdı bana uzatarak almamı istedi. Kağıdı aldım ve baktım.

Kağıtta bir Türkiye haritası vardı. Kırmızı renkte kanla ıslanmış, ortasında ise ay ve yıldız vardı. Üzerinde Osmanlıca bir yazı vardı.

Yazının ne olduğunu sordum. Bana İstiklal Marşı’nın altıncı kıtası olduğunu söyledi. O tarihe kadar altıncı kıtanın ne olduğu hakkında bir bilgim yoktu. Evvelce okuldayken ezberletmişlerdi. Şöyle bir kafamda kalmış. Ben altıncı kıtayı hatırlamaya çalışırken Paşa konuşmaya başladı.

-“Biz bu vatanı, yedi düele karşı koyarak kazandık ve sonunda da size teslim ettik. Bir şey aldığında karşılığında mal veya para verir alırsın. Biz ise asırlardır bu vatana kanımızı canımızı verdik. Halâ da kanımızı bu toprağa veriyoruz. Unutma ki sizlerde torunlarınıza bu emaneti devretmek zorundasınız. Fitne ve fesatla birbirinizi yok etmekle vatanı koruyamazsınız. Sizler kardeşsiniz. Tıpkı Peygamberimizin dediği gibi “Müslüman müslümanın kardeşidir.” Vatanı korumak kardeşlerin görevidir. Devletin malını, toprağın altındakileri ve üstündekileri para karşılığı satamazsınız.

Mehmetçik şandır, şereftir. Biz onun gündüz yazdığını gece

değiştiriyoruz. Bilmiyor mu onu sabahlara kadar uykusuz bıraktığımızı?

Git ona söyle verdiğim emaneti kapı kapı dağıtsın! Dağlara taşlara yazdırsın! Duvarlara, evlerin kapısına yapıştırsın! Bilmeyene anlatsın!

Gidecek başka bir vatanınız yok. Ya bu vatanı korursunuz ya bu vatanı yine korursunuz. Uğrunda şehit ve gazi de olsanız, torunlarınıza

emanet etmek zorundasınız. Gerekirse biz yine size yardıma geliriz.

Tıpkı Kıbrıs’ta geldiğimiz gibi.”

O anda kulağıma ezan sesi geldi. Gözümü açtım. Etrafıma şaşkın şaşkın bakıyor, nerde olduğumu anlamaya çalışıyordum. Anladım ki yerde yatıyordum. Kalktım aynaya baktım. Kafamda şişlik, yüzümde kanayan yara vardı. Kendimi kaybedip yere düştüğümde kapının kenarına çarpmışım. Namazımı kıldım bana ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Verilen emaneti düşünüyor ve istiklal marşının altıncı kıtasının neyi anlattığını merak ediyordum.

Bastığın yerleri 'toprak' diyerek geçme, tanı!

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır atanı.

Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

İşte ilk defa ne demek istediğini o anda anladım. Dilerim herkes isteyerek okur, benim yaşadığımdan ders alır. Çünkü gidecek başka bir vatanımız yok. Komşularımız dara düştü mü bize güvendiklerinden hemen Türkiye’ ye sığınıyor. Aşımızı, yurdumuzu paylaşıyoruz. Tıpkı Medine’ye Mekke’den hicret eden Müslümanlar gibi.

Her şeyden önce vatanımızı koruyacağız. Vatanı olmayanın ezanı da olmaz. Allah’ın yardımı ile ay yıldızlı bayrağın gölgesinde özgürce İslamı yaşayacağız. Torunlarımızın da yaşamasını sağlayacağız. Allah’a emanet olun dostlarım.

Yazar: Savaş Pancar (Rüyasını kitabımızda yayınlamamıza izin verdiği için Savaş Abime teşekkür ederim.)