-“Afedersiniz, acaba kız kalesine hangi dolmuşlar gidiyor?”
Mersin’de hava oldukça sıcaktı. Haberlerde 42 derece olduğu söylenmişti. Mersin’den Kızkalesine yüzmeye gidiyordum. Üzerimde tişört, altımda kapri, başımda şapka, gözümde gözlük ve ayağımda da mavi renkli bir terlik vardı ki sokaklarda ilk kez terlikle geziyordum.
Sırt çantamı yanıma koydum ve dolmuşu beklemeye başladım.
Karşımda duran delikanlının da benden aşağı kalır yanı yoktu.
Sorduğum soru delikanlı üzerinde enteresan bir etki yapmış olsa gerek, şöyle bana bir döndü ve sanki üniversite sorusuna muhatap kalmış gibi derin bir düşünceyle karşılık verdi:
-“Hım, evet. Beyaz. Beyaz, mavi olanlar. Ön taraflarında da Silifke yazısı var. Zaten ön camda “Kız kalesi” diye yazar. Ama sen merak etme! Dolmuş gelince ben sana gösteririm.”
Beni uzaydan geliyorum zannetti herhalde. Sanırım az sonra da Dünya hakkında bilgi verecek. Biraz uzak durdum. Aniden delikanlı kolumdan tuttu ve kendisine doğru çekti.
-“Uzaklaşma amca, dolmuş şimdi gelir. Sen yanımda dur.” deyince mecburen yanında durdum ve uzaylı taklidi yapmaya karar verdim.
-“Sen nerelisin amca? Buralı değilsin galiba.”
-“Yoo, hayır buralıyım. Ancak epeydir yoktum. Ankara’dan geliyorum.”
-“Belli belli. Ne yapacaksın Kız Kalesinde?”
Hayda, şimdi de denizde ne yapacağımı soruyor. İlginç denizde ne yapılır ki? Ayrıca ne yapacağımı, ne yapacak acaba?
-“Hiç öylesine geziyorum sadece.” diyerek atlatmaya çalıştım.
Sonradan öğrendim ki buralarda herkes birbirini tanımasa bile kırk yıllık ahbapmış gibi samimi bir şekilde konuşurmuş. Nedendir bilinmez ama gerçekten buna çok şahit oldum. Belki de havanın her zaman sıcak olmasındandır. Hani derler ya “Ne sıcak kanlı insanlar” İşte aynen öyle.
-“Amca bak, bak! İşte dolmuşun geliyor...” derken heyecanla benim yerime dolmuşa el eden delikanlı, ben dolmuşa binince şöföre kapıdan bağırarak “Kızkalesinde incek ha!” dedi ve ardımdan da bir güzel el salladı.
Dolmuşa binince oturmakta olan gençlerden birisi yerinden kalktı.
“Gel amca buraya otur!” dedi. Son günlerde pek alışık olmadığımız yer veren bir genç görmekten pek memnun olmuştum. Teşekkür ederek gösterilen yere oturdum. Ücreti hazırladım. Şöförün yanında, yüzü yolculara dönük, elinde bozuk paralar tutan, motor kaputunun üzerine oturmuş bir adam vardı. Muavin olduğunu düşünerek “Muavin bey”
diye seslenerek ücreti uzattım.
-“Evvet abi, nereye?” dedi. “Kız kalesi” deyince şöföre döndü. Şöför ücreti söyledi. O da para üstünü bana uzatırken yan taraftaki yaşlı kadın:
-“İyi saydın mı oğlum? Zarar ettirme şöförü!” diyerek ücreti alan adama çıkıştı. Sonra bana dönerek:
-“Bu muavin değil oğlum. Benim torunum. Biz son durakta ineceğiz de şöföre yardım ediyor.”
Şarşırmıştım. Sonradan öğrendim ki yolculukta bazı kişiler böyle muavin olur, şöföre yardım edermiş. Şöför yaşlı kadına seslendi:
-“Sağol annem, Allah sizden razı olsun!”
Ancak kadın huysuz birisi gibi ama muzipçe gülümseyerek “Çok konuşma sen! Önüne bak, önüne!” diye şöförü de payladı.
Şöför “Emrin olur annem.” derken kornaya acı acı basıp, pencereden yandaki bir arabaya doğru “Ulan sana ehliyeti verenin...” diye
bağırırken arka sıralardan orta yaşlı bir adam şöföre:
-“Hop, hop, küfür yok. Ehliyet veren benim hacı. Ağzını da direksiyonu da topla bakim!” deyince şöför dikiz aynasından arkaya baktı ve neşelendi:
-“Vay, Kâzım abi! Sen misin yahu?” Adam karşılık verdi.
-“Heye, benim hacım. Ben de tanımayınca gönül koymuştum?”
-“Yok be abi, kusura bakma. Gözüm yolda olunca seni
farkedemedim. Gel hele yanıma otur. Az laflayalım.” Adam öne doğru hareketlenirken, şöför de tekli koltukta oturan gencin kafasına şaplak atıp:
-“Haydi koçum sen de arkaya fırla!” dedi. Yer değişme
gerçekleşirken, yanımda oturan göbekli ve şalvarlı adam bana döndü:
-“ Bu Kâzım, ehliyet kurslarında direksiyon dersi verip durur. İyi adamdır iyi. Oğlu da bu sene ünivesiteye girdi.” Benim daha
“Maaşallah” dememe fırsat kalmadan hemen diğer yan tarafımda oturan, beyaz çiçekli lacivert şalvarlı, 50 yaşlarında bir kadın, yanımdaki adamı görmek için hafifçe öne doğru eğilerek:
-”Len Sadık, yine mi dedikodu ediyon. Sana ne milletin dölünden.”
derken kenarı boncuklu tülbentinden dışarı taşan saçlarını, usta bir hareketle düzeltiverdi. Sadık hemen savunmaya geçti ve kadına dönerek:
-“ Ne dedikodusu Şükriye aba? Bi şi mi dedik Allah’a sen? Şişirme hemen!” diye karşılık verdi. Şükriye omzunu silkeleyerek arkasına yaslanmıştı ki orta sıradan bir kadın sesi yükseldi:
-“Gıı, Şükriye, huuu”
Başımı sesin geldiği tarafa çevirdim. Arka sıralarda da yolcular bağıra çağıra, gülüşerek sıkı bir sohbete tutuşmuşlardı. Bu arada
Şükriye ayağa kalktı ve seslenen kadına doğru seyirtirken, diğer kadının yanındaki kızı da benim yanıma oturdu. Arka sırada ise başını koltuğa dayamış uyuyan bir adam vardı. Yanıma oturan kız, uyuyan adama baktığımı görünce:
-“ O gececi. Su idaresinde çalışıyor. Evine giderken hep uyur.” dedi.
Sanki içimi okumuştu. Sonra bana döndü: “Afedersin amca! Sen nere gidiyosunuz?” diye sordu. Sordu ama karşımızdaki yaşlı kadın elindeki bastonu kıza vurur gibi yaparak:
-“Sana ne gı, nörecekse nörecek. Sana mı dert oldu?” diye
azarlayınca kız hemen sustu. Sadık yaşlı kadını teskin etmek istercesine:
-“ Boş ver Hayriye anne! Zamane gençleri. Bilmiyolar ne konuşcaklarını.” Hayriye anne bastonunu Sadık’a da salladı:
-“ Sen de sus bakim. Sen önce göbüşüne bak! Camışa dönmüşün.”
Sadık da utançla:
-” Yapma be, Hayriye anne!” diye fısıldadı. Ancak konuşmanın arasına şöförün sesi girdi.
-”Kız kalesinde incek var mı?” Bana yer veren genç şöföre seslendi:
-“Vaar Hacı Abii!” Şöför sinirli sinirli:
-“ Tövbe tövbe senin ne işin var len Kız kalesinde?” diye çıkışınca genç devam etti:
-“Ben değil Hacı Abi, hah şurdaki turist amca incek”
-“Aferin len Şakir, az kaldı unutuyoduk.”
Dolmuşu müsait bir yere yanaştırarak durdurdu. Aşağı inerken neredeyse dolmuştaki herkes bana el sallıyordu. Onlar beni turist sandılar ama asıl ilginç olan, onların arasında ben de kendimi turist sanmıştım.