• Sonuç bulunamadı

Çok uzun dönemdir enerji kaynağı olarak kullanılan fosil yakıtların çevreye ve topluma yönelik olumsuz maliyeti, bir anlamda artık temiz enerji kaynaklarının geliştirilerek kullanılmasını kaçınılmaz kılmaktadır (Midilli vd., 2006: 3623-3624).

Yapılan tahminler 2030 yılına gelindiğinde Çin’in dünyanın en fazla enerji tüketen ülkesi konumuna gelmesi, Hindistan’ın Çin, ABD ve AB’den sonra dördüncü sırada olacağı ve bu dört büyük tüketicinin dünya toplam enerji arzının yarısından fazlasını tüketeceğini öngörmektedir.

Enerji kaynaklarında meydana gelen fiyat artışlarının sadece petrol ile sınırlı kalmayıp, 1990 yılından bu yana doğalgaz ve kömür fiyatlarının arttığı da belirtilmiştir. Petrol fiyatlarında meydana gelen artışlar %300, doğalgaz fiyatında meydana gelen artışlar %400, kömür fiyatlarında meydana gelen artışlar ise %260 olarak belirlenmiştir. Bu büyüklükteki fiyat artışları, enerji sektöründeki maliyetleri önemli ölçüde artırmış ve bu artışlar sadece gelişen ekonomileri etkilememekte, gelişmiş ekonomilere sahip devletler üzerinde de önemli baskılar oluşturmaktadır (EÜAŞ,2008:4).

Dünya enerji sistemi içinde nükleer enerjinin, fosil yakıtlardan sonra en büyük paya sahip olması ise, (1) diğer enerji kaynakları ile ekonomik bakımdan rekabet edebilir olmasına ve (2) halkın sosyal kabulünün sağlanmasına bağlıdır (Shibab Eldin, 2002: 261-262).

Nükleer teknoloji alanında ki çalışmalar ve araştırmalar önemli bir geçmişe sahip olsa da toplumun bu konuda ki bilgisi nükleer teknoloji kullanımı nedeniyle meydana gelen savaş ve kazalar neticesinde oluşmuştur. Nükleer teknolojinin ilk ortaya çıkışı ve kullanılışı ‘insanlık katliamı’ olarak nitelendirilen atom bombasıyla meydana gelmiştir. Nükleer teknolojinin böyle bir katliama neden olarak gösterilmesi, insanlık tarafından iki olgunun benimsenmesine yol açmıştır. Birincisi, nükleer silahsızlanma sağlanarak böylesi bir insanlık trajedisinin bir daha yaşanmasının engellenmesi, ikincisi savaşı bitiren böylesi bir teknolojinin bilim-kurgu desteği ile geliştirilerek bir enerji kaynağı olarak görülmesi ve kamuoyunda kabul görür niteliğe gelmesidir.

1950, 1960 ve 1970’li yıllar soğuk savaş dönemi boyunca kamusal yarar sağlama amacı güdülerek kullanılan nükleer enerji ve teknolojinin kamuoyu tarafından kabul gördüğü görülmektedir. Örneğin, 1949 tarihli Gallup anketi verilerine göre halkın %63’ü, gelecek elli yıl içinde uçakların ve trenlerin nükleer enerjiyle çalışacağı düşüncesinde olduğunu kanıtlamaktadır (Palabıyık vd., 2010: 133).

Kamuoyunda nükleer enerji konusunda karşıt görüş belirten insanların düşüncelerini destekleyen temel neden nükleer santral kazaları ve kaza sonucunda meydana gelen olaylardır. Amerika’da meydana gelen Three Mıle Island ve Ukrayna’da meydana gelen Çernobil nükleer kazalarından sonra toplumun nükleer enerjiyi kabulü konusunda olumsuz gelişmeler gözlenmiştir. Ancak, nükleer enerjiye destek oranındaki bu düşüş sınırlı kalmış; sadece üç ay içinde, destekçilerin oranı, karşı çıkanların oranını geçmiştir (Sklyar vd., 2006: 13).

1990 ve 2000 yıllarında ise enerji talebinin karşılanması, enerji arz güvenliği, fosil yakıtların bir gün tükenecek olması gerçeği, fosil yakıtların kullanımı sonucunda meydana çıkan sera gazlarının küresel ısınmaya yol açması, fosil yakıtlardan uzaklaşma eğilimleri, iklim değişikliklerini önleme gereksinimi nükleer enerjiye yönelik toplum desteğinin artmasına neden olmaktadır. Bunlarla beraber aynı zamanda nükleer santrallerin yapımında ve çalıştırılmasında kullanılan modern teknolojinin her geçen gün gelişmesi kamuoyunda bir güven oluşturmaktadır.

Nükleer enerji konusu hem politikacılar hem de bilim insanları arasında tartışma konusu olmaktadır. Nükleer enerji konusunda dünyanın genelinde kabul görmüş bir gerçeklik olmamakla birlikte, birbirine tamamen zıt iki görüş sürekli tartışılmaktadır.

Nükleer enerjinin gelecekte ihtiyaç duyulacak enerji miktarını sağlayabileceği ve bir seçenek olarak kullanılması gerekliliği ile birlikte geliştirilmesi ihtiyacının olduğu savunulmaktadır.

2009 yılında Amerika’da yapılan bir çalışmaya göre (WEB_47), 2007 yılında yeni nükleer santral yapımına karşı olan Amerikalıların oranı %65 iken, 2009 yılına gelindiğinde karşıt görüş belirtenlerin sayısında azalma meydana gelmiş ve bu oran %60’a gerilemiştir.

İtalya, Çernobil felaketinden sonra, 1991 yılında bütün nükleer santrallerini kapatan tek ülke, Haziran 2008 tarihinde 800 kişi ile gerçekleştirilen bir kamuoyu yoklaması yapmış, nükleer enerji konusunda yapılan bu araştırmaya göre halkın %54’ü nükleer enerjiyi desteklemekte, %36’sının ise karşı olduğu belirtilmektedir (WNA, 2009; WNN, 2009;WEB_48).Diğer taraftan, nükleer enerjinin kaynak olarak tehlikeli ve ekonomik olmadığı savunulmaktadır. Bu fikri benimseyen nükleer enerji karşıtları nükleer santrallerin derhal kapatılması gerektiğini, bir an önce yenilenebilir enerji kaynaklarına ağırlık verilmesini ya da enerji tasarrufu yapılarak mevcut enerji açığının kapatılabileceğini savunmaktadırlar.

Nükleer enerji taraftarları veya karşıtlarının tartışmalarında birbirlerine karşı çok katı oldukları, buna rağmen her iki tarafında kendi içinde bir anlam tutarlılığı olduğu gözlemlenmektedir.

Nükleer enerji kullanımının tercih edilmesi veya edilmemesi siyasi bir karar niteliğindedir. Birçok demokratik ülkede nükleer karşıtlarının ikna savaşlarında daha başarılı olduğu görülmekle beraber, siyasetçiler nükleer enerji aleyhinde karar alırken endişeli davrandıkları söylenmektedir. Pek çok kalkınmış ülkede nükleer enerjiye yönelik kamuoyunun düşünce ve görüşlerinin devlet politikalarına etkisinin az olduğu belirtilmekle beraber, Çin ve Hindistan’da ulusal enerji politikaları belirlenirken büyük halk çoğunluklarının düşüncelerinin pek de önem arz etmediği görülmektedir (Nuclear Energy Agency, 2002: 18-19).

Nükleer enerjinin, sürdürülebilir enerji arzı sağlamasının yanı sıra, çok önemli teknolojik kazanımlar yarattığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Beck, nükleer enerji kullanımı dolayısıyla kazanılacak teknolojik gelişmelerin edinilebilmesi için, nükleer enerjinin halk tarafından ‘sosyal kabulünün’ artırılması ile birlikte karşı çıkışların azaltılması gerekliliğini ve uluslararası işbirliğinin de geliştirilmesi gerektiğini belirtmektedir (Beck, 1999: 113-115).

Sanayileşmiş ülkeler içerisinde nükleer santrallerin kapatılması kararı alan ilk ülke konumunda olan Alman hükümeti, yenilenebilir enerji kaynaklarının geliştirilmesi için tüm girişimlerin destekleneceğini taahhüt etmektedir (Muradov, 2012: 108).

Alman İktisadi Araştırmalar Enstitüsü (DIW) enerji uzmanı Claudia Kemfert'in de aralarında bulunduğu bazı uzmanlar Alman enerji sisteminde dönüşümün 200 milyar Avroluk yatırımla mümkün olduğunu, ancak yatırımların elektrik fiyatlarını ciddi şekilde artırmayacağını, ucuz ithal elektrik ve çetin rekabet şartlarının fiyatı dengede tutacağını, aynı zamanda bu yatırımların yeni işyerlerinin açılmasına neden olacağını belirtirken, sanayiciler ise ülkede ucuz ve güvenilir olarak %23 oranında nükleer elektrik üreten nükleer güç santrallerinin kapatılması kararından endişe duymaktadır (Muradov, 2012: 108).

On yıl içinde nükleer enerjinin devre dışı bırakılmasından doğacak enerji açığını yenilenebilir kaynaklardan ve diğer alternatif kaynaklardan sağlayacak olan Almanya’nın bunu nasıl, hangi şekilde, hangi zaman dilimi içinde, hangi maliyetlerle hayata geçireceği konusunda ortada henüz net, belirlenmiş bir program ya da öneri görünmüyor. Bazı uzmanlar bu kararın maliyetinin 40 milyar Euro’yu bulacağını tahmin ediyor (Bauchmuller vd., 2011).

Ülkelerin sadece kendi nükleer santrallerini kapatması veya nükleer enerji kullanmaması da nükleer felaket riskini ortadan kaldırmamaktadır. Komşu ülkelerde kullanılan nükleer santrallerde kullanmamayı seçen ülkeleri etkilemektedir.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

CARİ AÇIK- BÜTÇE AÇIĞI VE ENERJİ VERGİLERİ ARASINDAKİ NEDENSELLİK İLİŞKİSİNİN BELİRLENMESİ

4.1. Giriş

Kalkınmanın dinamiklerinden biri olan ekonomik büyüme olgusu, bir ulusal ekonominin üretim kapasitesindeki artışı ifade etmektedir. Devletin makroekonomik görevlerinden biri de ekonomik büyüme ve kalkınmayı sağlamaktır.

Ekonomik ve sosyal kalkınmanın gerçekleşebilmesi için enerji, üretim sürecinde temel girdi niteliğindedir. Ülkemiz gibi gelişmekte olan ülkelerde enerjiye olan talep ile ekonomik büyüme arasında gelişmiş ülkelere nazaran daha güçlü bir ilişki mevcuttur. Heinrich Böll Stiftung Derneği (2008: 12)’nin Türkiye üzerine yapmış olduğu çalışmada Türkiye’nin gelişmekte olan bir ülke konumunda olduğunu gelişmelerini devam ettirebilmek için, enerji gereksinimine ihtiyaç duyduklarını ve duyacaklarını belirtmektedirler. Enerjinin ekonomik büyümede bir katalizör görevi üstlendiğini söylemek mümkündür. Ekonomik hayatta meydana gelen değişmeler enerji tüketimini etkilemektedir. Uzun yıllar kişi başına tüketilen enerji miktarı kalkınmışlığın ölçütü olarak kullanılmış olup, günümüzde de önemini devam ettirmektedir. Ekonomik büyüme ve kalkınma enerji talebindeki artışın en önemli nedeni olarak görülmektedir.

Mali iktisat literatüründe kamu sektörünün ekonomik büyümeyi ve kalkınmayı nasıl etkilediği yönünde değişik görüşler bulunmaktadır. İktisat ve maliye politikasının amaçlarından biri olan ekonomik büyüme ve kalkınmanın sağlanmasında vergi politikası son derece önemli bir araçtır. Vergileme sadece kamu hizmetlerinin yapılabilmesi için gerekli finansmanı sağlamanın yanı sıra zaman içerisinde daha fazla anlam kazanarak tasarrufu ve ekonomik büyümeyi teşvik, gelir dağılımını düzeltme şeklinde diğer sosyal ve ekonomik amaçlar için de kullanılmaya başlanmıştır.

Vergilemeye yönelen tepkileri asgariye indirme açısından diğer vergileme şekillerine kıyasla, daha elverişli olan özel tüketim vergileri, gümrüklerle birlikte, tarihin en eski vergilerini teşkil eder (Turhan, 1993: 260).

Esas itibariyle özel tüketim vergilerinin kullanılma nedeni fiskal olsa da gelir dağılımının daha adaletli hale getirilmesi, vesayet altındaki tüketimi yüksek sosyal maliyetlere neden olan bazı ürünlerin kullanımını azaltmak gibi sosyal nedenlerle de kullanılmaktadır.

Daha önce de belirtildiği gibi özel tüketim vergilerinin gayri adil bir yapıda olduğu söylenebilir. Yükümlünün kişisel ve genel durumuna bakılmazsızın vergileme yapılması söz konusudur.

Enerjinin gerek insan hayatındaki yeri ve önemi, gerekse sanayi kullanımında ki önemi dikkate alındığında enerji ürünleri üzerinden alınan dolaylı vergilerin toplumun bütün katmanlarına ve adaletsiz bir şekilde yayıldığını söylemek mümkün olmaktadır.

Maliye politikasının amaçlarına ulaşabilmesi için kullandığı üç ana mali enstrümanın en önemlisi olan vergileme, ekonomik büyüme ve kalkınmanın katalizörü olarak kabul edilen enerji üzerinden alınan vergiler esas alınarak incelenmeye çalışılmıştır. Türkiye’de petrol ürünlerinden ilk etapta ÖTV alınmakta, ÖTV’nin de dahil olduğu matrah üzerinden KDV alınmakta ve bir anlamda verginin de vergisi alınmaktadır. Cari açık, bütçe açığı, petrol ve doğalgaz üzerinden alınan özel tüketim vergilerinin arasındaki ilişkinin test edildiği bu çalışmada, uygulanan dolaylı vergi politikalarının cari açığı ve bütçe açığı/GSYİH oranını nasıl etkilediği belirlenmeye çalışılmıştır.