• Sonuç bulunamadı

2- Darülfünûn İlâhiyat Fakültesi Mecmuası

1.6. Nâsır-ı Hüsrev (Mehmed Şerefeddin [YALTKAYA], sy.5-6)

Mehmed Şerafettin [YALTKAYA], sy. 5-6

Konu

Mustansır Alevî’nin dailerinden ve İran’ın en büyük şairlerinden biri olan Nâsır-ı Hüsrev ve eserleri olan Sefername, Ruşenainame, Hân-ı İhvân, Guşâyiş u Rehâyiş, Câmiu’l-Hikmeteyn, Zâdu’l-Musâfirîn ve Vechü’d-dîn ile ilgili olarak yazılmıştır. Hüsrev’in hayatı, yaşayış tarzı, felsefi ve ilmi düşüncelerine değinilmiştir.

Özet

Sefername’sinin girişinde kendisini “Ebu Mu'in Nâsır-ı Hüsrev el-Mervazi el- Kubadiyani” olarak tanıtan Hüsrev, Merv ahalisinin Kubadiyan namındaki kasabasına mensuptur. Kendisini Ali b. Musa el-Rıza’ya nisbet edenler olsa dahi bu konuda herhangi bir bilgi yoktur ve 394/1003 yılında dünyaya gelmiştir. Nerelerden ve kimlerden ders aldığı bilinmemektedir. Zâdu’l-Musâfirîn adlı eserinden anlaşıldığı kadarıyla kendisi felsefe ile ilgilenmiş, Yunan felsefelerini dikkatle takip etmiştir. Bu yüzden kendisine “Hâkim” unvanı verilmiştir.

Nâsır-ı Hüsrev, Selçuklu sultanı Çağrı Bey’in Horasan bakanlığı esnasında hükümet işleri ile ilgilenmiş ve akranları arasında meşhur olmuştu. Sefername ve başka eserlerinde de görüldüğü üzere padişah ve sultanlardan çok hürmet görmüştür. Gördüğü bir rüya ile memuriyetten istifa etti ve şarap içmeyi de bırakarak Mekke’ye gitti. Hac’dan sonra iki kez daha Kudüs’ü ziyaret etti ve sonrasında deniz yoluyla Mısır’a geçti. Burada Mustansır Alevî ile tanışan Nâsır-ı Hüsrev ondan çok etkilenerek sarayına girdi. Ondan o kadar etkilendi ki kaybolmuş ruhunu onda buldu. Mekke’yi ikinci kez ziyaretinden sonra Mısır’a geri döndü ve ertesi sene Mustansır tarafından Mekke’nin örtüsünü taşımak üzere buraya gönderildi. Sonraki senelerde Nâsır-ı Hüsrev Mustansır’ın daisi olarak Horasan’a gönderildi. Horasan’ın hocası olan Nâsır-ı Hüsrev artık ateşli bir Fatımî daisiydi. Bu sırada Horasan’da inancını

yaymaya çalışan Nâsır-ı Hüsrev’den çekinen Horasan bakileri “Batın” namını verdikleri Nâsır-ı Hüsrev’i Horasan’dan çıkardılar. Bu olayın Bağdad halifesi tarafından gerçekleştirildiği de söylenmektedir. Son olarak Yemkan’ın Bahdaşan köyüne giden Nâsır-ı Hüsrev burada, Zâdu’l-Musâfirîn, Ruşenainame gibi eserlerini yazdıktan sonra vefat etti.

Nâsır-ı Hüsrev’in Dinî Felsefesi

Nâsır-ı Hüsrev’in en önemli eserlerinden anlaşıldığına göre onun din felsefesi gerçek manaların dışında herşeyin farklı bir manası olduğu yönündedir. Kur’an dinin görünen kısmıdır ve bu deniz suyu ise din’in asıl manası denizde yaşayanlar içindir. Gerçek manasını aramaksızın Kur’an’a tek bir bakış açısıyla bakanların din için önemi yoktur. Kur’an’ın güzelliği ona verilen anlamlardadır. Kur’an dinin şiiri veya sözleri olup, bunlar mananın ruhudur. Kur’an’ın sahibi Allah olduğu halde diğer manası onun vasisi olan Haydar- Ali b. Talip’tir. Nâsır-ı Hüsrev, yine kelimelerin altında farklı manalar olduğu düşüncesiyle “La İlahe İllallah”’ın harflerinden de kendine bir pay çıkarmakta, harfleri önce üçe sonra yedi parçaya bölmekte ve bunu da dünyadaki yedi imam ve yedi yıldızla açıklamaktadır. Yine bu cümledeki kelimeleri “La, İlahe, İla, Allah”ı önceden bulduğu üç sayısıyla çarparak onikiyi elde eder ki bu da dünya âlemindeki oniki yönü gösterir. Nâsır-ı Hüsrev’in “Vechü’d-dîn” eserinde zekât, hac, gibi konulara değinilmiş, bu kitap İsmailîlye’nin esasını teşkil etmiştir. Bu kitaba göre, yaratıcı insanları hayvanlardan farklı olarak akıl ve yetenekli yaratmıştır ki demek ki bu yaratıcı da akıl ve marifete sahiptir. Hayvanlar içinde seçkin olan insan olduğuna göre, insanlar içinde de seçkin olan kimseler olmalıdır ki bunlar peygamberlerdir. Peygamberler yerine de insanlar arasında imamlar bulunmaktadır. Eğer imamlar da olmazsa yeryüzü karışır ve korkunç bir yer olur.

İhvanü’l Safa adlı eserinde ise Nâsır-ı Hüsrev, can ile akıl’ı birleşmiş bir ilahi hediye olarak görmektedir. Akıl, rahatlığın ve iyiliğin birleşimi, hayırların madenidir. Dünya zindanından insanı kurtaracak şey; akıldır. Cennet akıldan ibarettir. Peygamberler ve vasileri cennetin kapılarıdır. Resul’un şeriatını anlamsız olarak kabul edenler, gerçek manadan uzak olduklarından dolayı kendilerine, cennetin kapısı kapalıdır. Cennetin kapısının anahtarı “La İlahe İllallah, Muhammeden

Resullah”tan ibarettir. Kısaca cennet kapısı peygamber ve imam, kapıların anahtarı ise kelime-i tevhid ‘tir. Bunlara tabi olmayanlar, cehennemde kalmaya mahkûmdurlar. İnsanlar üç “cismi keşif” ve üç “cismi latiften” ibarettirler. Bunlardan ikisi (ateş, hava) nefs gibi latiftirler. Diğer ikisi de (toprak ve su) cismi keşiftirler. İnsanlar bu iki cisimden gıdalarını alırlar.

Allah insanlara altı peygamber göndermiştir ki bunun sebebi insanın da altı yönü olmasındandır. İnsanın baş tarafı Âdem, sol tarafı Nuh, İbrahim arka, Musa alt ve İsa sağ, Muhammed ise ön kısmıdır. Bunlar kendi zamanlarında şeriatlarını tebliğ ederek, mükâfat vaadinde bulunmuşlardır. Allah âlemi Pazar günü yaratmaya başlamış, cumartesi günü istirahat etmiştir. Pazar günü Âdem’i, pazartesi günü Nuh’u, salı günü İbrahim’i, çarşamba günü Musa’yı, perşembe günü İsa’yı ve cuma günü Muhammed’i yaratmıştır. Kıyam-ı kıyameti zuhur ile mevcut olan mükâfatı vermiştir ki cumartesi amil değil, amilin mükâfatı verildiğinden bu gün iş günü değildir.

Âlemdeki mevcudat ya batın ya da zahirdir. Zahir olan mevcudatları el, göz, kulak yoluyla bulmamız mümkündür. Bâtıni varlıklar ise ancak akıl yoluyla bulunabilir. Bâtıni varlıklar zahire çıkamazlar.

Âlemde fayda veren ile fayda kabul edenden başka birşey yoktur. Bitkiler, hayvanlar ve insanlar arasında bu alışveriş mümkündür. Herşeyin batını ve zahiri vardır. Namaz’ın zahiri taharetsiz olmayacağı gibi, batını da niyetsiz olmamasıdır. Su âlemi imamın temsilidir. Toprak ise âlem-i hacetin örneğidir. Suyu bulamayan toprak ile teyemmüm eder, haceti bulamayan dai’yi yeterli görür. Zekât’ın manası, taharet olup, kötülüklerden temizlenme, hac’ın manası namaz’dır. Namaz’da her kimse, sanki Kâbe’yi görüyormuşcasına ibadet eder.

Kitap ve şeriatın yolu yanlız batını olup, zahiri terk etmek deccallık olduğu gibi yanlız zahiri yerine getirip, batını bırakmak da böyledir. Deccal’ın tasvirindeki tek gözden anlaşılması gereken budur.

Zâdu’l-Musâfirîn ‘da ise Nâsır-ı Hüsrev, bu kitabı Mustansır Billah’ın tavsiyesi üzerine yazdığını ve düşüncelerinde derin kuyular açarak dillendirdiği bu

sözlerin çamura karıştırılmaksızın içilmesi gerektiğini söylemektedir. Yunan felsefesinden etkilense de bazı noktalarda ona karşı çıkmışlığı da vardır.

Ayasofya Kütüphane’sinde basılı olan Hân-ı İhvân’da ise Hüsrev, insan ve nefis ilişkileri üzerinde durmuş, mucize ile sihirin nasıl ayrılacağından, bir asırda neden iki peygamber gelmediğinden, aklın insana kaynaklığından bahsetmiştir.

Nâsır-ı Hüsrev’in yukarıda bahsedilen eserlerinin dışında ise, Delil El Metin, Kitab Mesabah, Destur-u Âzam, Kanun-u Âzam gibi eserleri de mevcuttur.

1.7. Pamir İsmailîlerinin Akaidlerine Dair