• Sonuç bulunamadı

1. KÖY, KÖYLÜ/LÜK VE KÜÇÜK ÜRETİCİLİK:

2.1. Teorik Çerçeve

2.1.2. Modernleşmeci/Gelişmeci Yaklaşımlar

Modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımlar genel anlamda sosyal bilimsel çalışmalarda özelde ise tarımın ve köylülüğün geçmişten günümüze nasıl şekillendiği, ne yönde bir değişim ve gelişim gösterdiği ve bu sürecin nasıl sonuçlanacağı gibi temel

problemler üzerinde bir takım fikirler üretmişlerdir. Bazı tartışmalarda modernleşme ve gelişme yaklaşımları bağımlılık teorileri veya kapitalist yaklaşımların içerisinde de değerlendirilmiş ve bunlarla ilişkili bir şekilde ele alınmıştır. Fakat modernleşme/gelişme yaklaşımlarının gerek bağımlılık ve kapitalist teorilerden bazı farklılıklar içermesi, gerekse Türkiye’deki tarım ve köylülük araştırmalarında etkili bir referans noktası oluşturması bu yaklaşımların müstakil bir biçimde ele alınmasını gerektirmektedir.

Modernleşme yaklaşımı, ABD’deki bir grup gelişme kuramcısının Marksist toplumsal gelişme modeline bir alternatif olarak öne sürdükleri ve 1960 sonrası dönemde yaygın bir biçimde kullanılan bir terimdir. Bu kuram modernleşmeyi, Talcott Parsons’ın yapısal farklılaşma olarak ele aldığı sürecin başlangıcına gönderme yaparak ele almaktadır. Bu yaklaşıma göre, modernleşme birçok yolla gerçekleştirilebilir ancak en muhtemel olanı teknoloji ve değerlerdeki değişimlerle başlatılmasıdır. Bu sürecin sonucunda ise geleneksel toplumların basit yapıları modern toplumların karmaşık yapılarına dönüşür ve değerler 1960’lar ABD’sindeki değerlerle benzerlik gösterir (Marshall, 1999: 508-509). Rostow, modernleşme teorisi olarak isimlendirilen bir gelişme teorisinin önde gelen savunucularındandır. Her ne kadar Rostow bu teorinin önemli bir ismi olsa da bu teori bir kişinin fikrinden ibaret olmayıp toplumların nasıl geliştiği konusunda ortaya atılan fikirlerin bir karışımı görünümündedir. Rostow, gelişme aşamaları fikrini ortaya atarak bu teoriye en büyük katkılardan birini yapmıştır. Ona göre, bu aşamalar, geleneksel toplum, kalkışın ön şartları, kalkış, olgunlaşma eğilimi ve yüksek kitlesel tüketim çağıdır18 (Slattery, 2014: 310-312).

Gelişme yaklaşımı ise, toplum kuramının, kapitalist sanayileşme sürecine girmiş olan toplumlara ( genellikle üçüncü dünya toplumlarına) uygulanmasıyla ortaya çıkan bir kavramdır. Bu kavram, gelişmenin sınıf ilişkileri ve köylülük ile kentli yoksullar gibi toplumsal gruplar üzerindeki etkilerin ne olduğuna yoğunlaşmaktadır. Gelişmeyle

18

Rostow gibi Batılı yazarların modernleşme fikrine alternatif olarak geliştirilen ve modernleşme teorilerine kökten karşıt olan yaklaşım ise bağımlılık teorisidir. Bu fikri ortaya atan Frank’a göre üçüncü dünya ülkelerinin gelişememelerinin nedeni yetersizlikleri değil, Batılı ülkelerin onları bilinçli olarak azgelişmiş bırakmalarından kaynaklanmaktadır (Slattery, 2014: 153-154).

alakalı ilk sosyolojik açıklama daha az gelişmiş olan ülkelerin Batı kapitalizminin ekonomik ve toplumsal sistemini taklit etmek suretiyle sanayileşmiş olan dünyayı eninde sonunda yakalayacağı fikrine dayanan modernleşme kuramıdır. Büyük oranda yapısal-işlevselciliğin öncüllerine dayanan modernleşme kuramı, gelişmeyi gelenekten moderniteye doğru uzanan bir süreç olarak ele almaktadır (Marshall, 1999: 261-262). Batı ve ABD merkezli bir yaklaşım olan modernleşme/gelişme yaklaşımı, temel anlamda modernleşmeyi ve gelişmeyi Batı’nın tekelinde görmekte ve batı dışı toplumların zamanla değişerek yani kapitalistleşerek dönüşeceği görüşüne vurgu yapmaktadır.

Sosyolojik anlamda bakıldığında modernleşme/gelişme yaklaşımlarının kökeninin klasik sosyologlarca atıldığı görülmektedir. Durkheim, Weber ve Marx başta olmak üzere birçok sosyolog bu düşünceye katkı sunmuşlardır. Durkheim ve Weber, sanayi toplumlarının genel özelliklerini ortaya koymuş, sanayileşmenin gelecekte alacağı rol üzerinde farklı kuramlar geliştirmişlerdir. Bu açıdan da gelişme sosyolojisi üzerinde etkili olmuşlardır. Marx ise Durkheim ve Weber’den tamamen farklı bir gelişim düşüncesine sahip olsa da, Durkheim ve Weber’in düşünceleri 1950- 1960’lardaki modernleşme okuluna, Marx’ın düşünceleri de 1970’lerdeki üçüncü dünya ülkelerinin durumunu ekonomik temelli açıklamaya çalışan teorilere öncülük etmiştir (Cirhinlioğlu, 1999: 27-28). Daha yakın döneme gelindiğinde ise Samir Amin, günümüzde üçüncü dünyaya ilişkin en yaygın tezin modernleşme/gelişme tezi olduğunu söylemektedir. Ona göre, bu tezler temelde modernleşme oldukça yani kapitalizm ilerledikçe demokrasi de gelişecektir mantığından hareket etmektedir. Azgelişmiş ülkelerde demokrasi yoktur çünkü bu ülkeler azgelişmiştir. Bu açıdan bakıldığında da bu ülkelerde kapitalizm geliştikçe demokraside gelişecektir. Amin’e göre bu durumun en belirgin örneği 1950’lerde ve 1960’larda Latin Amerika’da savunulan gelişme tezidir. Bu teze göre de bu azgelişmiş ülkelerde demokrasinin olmamasının nedeni orta sınıfın yokluğudur. Dolayısıyla gelişmenin sağlanması gerekmektedir. Bu gelişmenin ön şartı ise kapitalizmin bu bölgelerde yaygınlaşmasıdır (Amin, 1992: 45-46). Bu bağlamda değerlendirildiğinde modernleşme/gelişme tezlerinin temelde kapitalizmin gelişmesiyle

eşdeğer bir gelişme çizgisi öngördüğü görülmektedir. Buna göre, Batı’nın ve ABD’nin öncülüğünü yaptığı bu süreç, batı dışındaki azgelişmiş ülkelere uyarlandığı takdirde bu bölgeler de gelişmişlik düzeyine erişebileceklerdir. Bunun gerçekleşmesinin iki temel şartı ise batıya özgü değerlerin benimsenmesi ve kapitalist üretim mantığının yaygınlaşmasıdır.

Modernleşme ve gelişme yaklaşımları, kapitalist üretim mantığının veya kapitalizmin gelişiminin sanayi alanından sonra tarımsal üretimde de gerçekleşmesinin zorunluğu olduğu düşüncesindeydi. Bu yaklaşımı savunan teorisyenler, tarımsal üretime teknolojik gelişmelerin yansıtılmasının bu alanda bir gelişmeye ve modernleşmeye katkı sağlayacağına inanmaktaydılar. Bu bakımdan da tarımsal üretimde makineleşmeye hızlı bir şekilde geçilmesinin olumlu olacağını söylemekteydiler. Tarımdaki bu öngörünün gerçekleşmesi için ise batı dışında kalan azgelişmiş ülkelerde bu sürecin işletilmesi gerekmekteydi çünkü Batı toplumları bu süreçlerini tamamlamışlar, bu anlamda da gelişerek modern bir düzeye erişmişlerdi. Modernleşmeci/gelişmeci teorisyenler, Batı özelinde gerçekleşen bu değişim ve dönüşüm sürecinin aynı şekilde Batı dışındaki toplumlarda da gerçekleşeceği tezini güçlü bir biçimde savunmaktaydılar. Ancak son düzlemde değerlendirildiğinde bu tezin başta Osmanlı Devleti ve Türkiye olmak üzere birçok farklı toplumsal yapının tarımsal durumunda ortaya çıkmadığı görülmektedir.

Modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımların tarımsal anlamda doğu toplumlarını açıklamaya çalıştığı kavram Marx’da ifadesini bulmuştur. Marx’ın Asta Tipi Üretim Tarzı (ATÜT)19 olarak ifade ettiği bu durum, uzun yıllar boyunca tarımın ve köylülüğün batı dışı toplumlarda nasıl gelişme gösterdiğini açıklamak için bir referans kaynağı oluşturmuştur. Marx, Asya toplumlarının en belirleyici özelliğini, devletin köylü üreticiler üzerinde otorite kurmasını ve köylüleri denetleyebilmesini sağlayacak olan aracı sınıfların (tüccarlar ve aristokrasi) olmaması olarak ifade etmektedir. Ona göre bu

19 Marx, 1853 yılında Engels’e yazdığı bir mektupta, Bernier’in haklı olarak Türkiye, İran ve

Hindistan’dan söz ederken, Doğu toplumlarındaki bütün olayların temelinde yatan nedeni toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aranmalıdır demesi aslında Doğu toplumlarını çözecek gerçek bir anahtardır demektedir. Bu mektuplaşma Marx’ın ATÜT fikrinin gelişmesinde kritik bir noktayı oluşturmuştur (Divitçioğlu, 1981: 19).

eksik olma durumu Doğu toplumlarının iktisadi ve toplumsal durağanlığını açıklamaktadır. Marx’a göre kırsal toplumu meydana getiren köy toplulukları ortak çıkarları olmasına rağmen bu çıkarları sınıf çıkarları olarak tanımlayabilecek sosyo- ekonomik bağlardan yoksundurlar. Dolayısıyla da köylü topluluklar otoriter devlet yapılanması karşısında bir sınıf oluşturamamaktaydılar. Bu bağlamda Osmanlı Devletinin ATÜT yaklaşımı çerçevesinde değerlendirdiğimizde aslında Osmanlı’da merkezi hükümetin kırsal toplumla olan ilişkileri çeşitli yerel unsurlar ile köylünün çıkarını koruyacak bir tarzda yapılan müzakereler sonucunda belirlenmekteydi. Bu bağlamda da devletin toplumdan yalıtılmışlığından söz etmek mümkün gözükmemektedir. Marx’ın bu tezine bir karşıt görüş ise Anderson tarafından geliştirilmiştir. Anderson, Osmanlı’nın modernleşememesini ya da kapitalistleşme sürecinin yaşanmamasını dinsel ya da kültürel yapıların niteliği ile açıklamaktadır. Yine modernleşme ve ATÜT yaklaşımlarında, Osmanlı’nın baskıcı ve otoriter tutum sergileyerek köylünün ürettiği tüm artık ürüne el koyduğu bunun sonucunda da Osmanlı’da ticaretin gelişmediği varsayılmaktadır. Ancak Osmanlı köylüsü kendi üretme imkânı olmayan malları temin etmek ve nakit vergileri ödeyebilmek için kendi artık ürününün bir kısmını yerel pazarlarda satmak durumundaydı (İslamoğlu, 2010: 26- 40). Dolayısıyla modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımlarının Osmanlı tarımsal sistemi üzerinde geçerli olmadığı açıkça görülebilmektedir. Osmanlı’nın kendi özgü içyapısı, dini, kültürel ve sosyolojik yapısı ve merkezi yönetimin köylülüğe karşı bakışı, tarımsal sistemin uzun süreler güçlü bir biçimde devam etmesini sağlamıştır.

Modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımlar II. Dünya Savaşı sonrasında tekrardan canlanmış ve etkinliğini devam ettirmiştir20. Bu süreçte, ABD ve Dünya Bankası’nın öncülüğünü yaptığı tarımda makineleşme hamlesi, özellikle azgelişmiş ülkelerin tarımsal yapıları üzerinde ciddi etkiler yaratmıştır. Bu süreçte modernleşmek için tarımda makine

20 İkinci dünya savaşı sonrasında hakim olan paradigma, köyü ve köylülüğü azgelişmişliğin temel nedeni

olarak görmekteydi. Dolayısıyla da azgelişmişlikten kurtulmanın yolu da köylülüğü dönüştürmekten yani modernleştirmekten geçmekteydi. Köylülük, gelişmenin önünde bir engel ise o halde sorunun çözümü sosyal bir kategori olarak köylülüğün tasfiyesinden geçmekteydi. Köylülük, modernleşmeci elitler tarafından dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak görülmekteydi (Başkaya, 2016: 73).

kullanımının yaygınlaşması gerekmektedir düşüncesi tüm azgelişmiş ülkelere aktarılmaya çalışılmıştır. 1950 sonrası dönemde ABD’nin desteğiyle kredi imkânlarının artması, makineleşmenin hızlanması gibi gelişmeler tarımda modernleşmeyi sağlayacaktı. Bu görüş, azgelişmiş ülkelerdeki toprak mülkiyet düzenini ve ülkedeki geleneksel kurumların varlığını modernleşme önünde bir engel olarak görmekteydi. Bunların Batı dünyasına benzetilmesiyle bu problem ortadan kalkacaktı (Köymen, 1999: 15-16, Köymen, 1999a: 135). Modernleşmeci yaklaşıma göre, köy toplumunda gelenekselleşmiş ilişki zincirini kıran köylü, pazarda faaliyet gösteren, fiyatlardaki dalgalanmalardan etkilenen bir köylü haline gelir. Bu haliyle de modern bir toplum içerisinde faaliyet gösteren tekil bir yurttaş olma durumuna yükselir (Keyder, 1999: 165). Modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımların savaş sonrası dönemde hızlı bir biçimde tarımsal alanlara nüfuz etmesi söz konusu olmuştur. Özellikle bu dönemde azgelişmiş ülke tarımlarına yönelik ABD merkezli yardımların yapılması hızlanmış, ilk etapta faydalı görünen bu yardımlar uzun vadede bu ülkelerin tarımsal yapılarının ve üretiminin gelişmiş ülkelere bağımlı hale gelmesine neden olmuştur. Özellikle bu süreçte tüm dünya genelinde tarımsal üretimde makinelerin kullanımının yaygınlaşması, kıtlık söylentileri nedeniyle daha fazla ürüne ihtiyaç var algısının yerleştirilmeye çalışılması, daha fazla toprağın ekilmesinin gerekli olduğu fikrinin yaygınlaşması azgelişmiş ülkelerdeki köylülerin ve küçük üreticilerin zor durumda kalmasına neden olmuştur. Çünkü modernleşmeci/gelişmeci yaklaşıma göre küçük üreticiler/köylüler eski tarzda bir üretim gerçekleştirmekte ve yavaş bir tarzda üretim yaptıkları için verim ve üretilen ürün sayısı az olmaktadır. Bu nedenle de, daha hızlı ürün alabilmek için hızlı bir biçimde makineleşmeye geçilmeli ve daha verimli ürünler elde etmek için de bir takım tarım ilaçları ve kimyasallar ekim sırasında kullanılmalıdır.

Modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımlar, Türkiye tarımı üzerinde de etkili olmuşlardır. Özellikle 1950 sonrası dönemde tüm dünyada tekrardan popüler olan bu yaklaşımlar Türkiye tarımı üzerine çalışmalar yapan araştırmacıları etkilemiş ve Türkiye tarımı, tarımsal üretimi, köylülüğü ve küçük üreticiliği bu perspektiften ele alınmıştır. Örneğin Türkiye’de ilk köy çalışmalarını yapan Niyazi Berkes, Behice Boran, Mübeccel

Kıray, İbrahim Yasa, Mümtaz Turhan ve daha birçok araştırmacı modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımların etkisi altında kalmışlardır. Türkiye tarımı üzerine araştırma yapanlarda, modernleşmeci/gelişmeci teorilerin sorun veya çözüm olarak ortaya koyduklarının Türkiye özelinde de aynı şekilde gerçekleşeceği ön kabulü etkili olmuştur. Bu ön kabule dayalı araştırma yapanların ortaya koydukları durumu Akşit şu şekilde ifade etmiştir:

“Bu sorunsala göre 19. yüzyılda kıyı bölgelerinde ve tren yolları hatları boyunca başlayan ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra bütün diğer bölgelere giren kapitalistleşme 1960’lar ve 1970’lerde de hızlanarak sürecekti. ‘Azgelişmiş’ bile olsa kapitalizmin köylere girişi bazı toplumsal dönüşümleri beraberinde getirecekti. Hane tüketimi, vergi ve çok kısıtlı para ihtiyaçları için yapılan üretim yerini pazar için üretime ve meta üretimine bırakacak, yani buğday ve arpa, meyve ve sebzeler gibi hane iç tüketimi için de gerekli olan ürünlerin pazarlama oranları artacak, pamuk, tütün, şeker pancarı gibi tamamen meta olarak üretilen ürünlerin üretimine geçilecekti. Öküz ve karasabanla yapılan üretimden at ve demir pullukla yapılan üretime ve daha sonra da traktörle ve diğer modern girdilerle yapılan üretime geçilecekti. Önceleri toprak açma yoluyla büyüyen hane toprakları, toprak açmanın sınırlarına ulaştıktan sonra toprak alım satımı ve başkalarının topraklarına ekonomi-dışı baskılarla el koyma yollarıyla orta ve büyük çaplı işletmeler haline gelecekti. Tarımsal üretimin ticarileşmesi ve metalaşmasına paralel olarak modern girdi kullanımının artması ve köy-içi tüketimin giderek kentlileşmesi sonucu köylülerle köy-içi ve köy-dışı tüccarların ilişkileri artacak ve artan nakit para ve kredi ihtiyaçları borçlanma ve tefecilik ilişkileri içinde sağlanacaktı. Böylece köyde yaratılan artı değerin bir kısmı ticaret sermayesinin birikimi yoluyla tarım dışına aktarılacaktı. Diğer kısmı da köy içinde toprak, modern araç ve girdi alımlarına yatırılacak ve işletmelerin büyümelerini, modernleşmelerini ve kapitalistleşmelerini sağlayacaktı. Ticaret sermayesi yoluyla tarım dışına

aktarılan artığın sanayiye yatırılacağı konusunda büyük kuşkularımız vardı. Ticaret sermayesinin sanayi sermayesinin hâkimiyetine girip girmeyeceğini, girecekse ne zaman gireceğini bilemiyorduk. Fakat iç ticaret hadleri tarımın aleyhine tarım dışının lehine seyredecekti….. Kapitalizm öncesi dönemde büyük toprak sahipliğinin hâkim olduğu köylerdeki ortakçı köylüler şehre göç ve ücretli işçileşme yoluyla tasfiye olacaklardı. Eşit topraklı köylerde ise açılacak topraklara ve modern tarım araçlarına farklı ulaşabilirlik dolayısıyla ve toprak açmanın sınırlarına varıldığında toprak satma, satın alma, borçlandırarak ve diğer toprağa el koyma biçimleriyle toprak sahipliği farklılaşacaktı. Büyük topraklı zengin kapitalist çiftçiler, ticarileşmiş ve orta topraklı çiftçiler, küçük topraklı köylüler ve topraksız ücretli işçiler ortaya çıkacaktı. Nüfus artışı sonucu ortaya çıkan toprak parçalanması toprak dağılımının alt dilimlerinde daha etkili olacak, fakat üst dilimlerde etkisiz kalacak ve böylece toprak az elde toplanması ve kutuplaşmasının hızlandıracak ve köylülerin topraktan kopmasını ve kente göçünü sağlayacaktı. Köylerdeki bütün bu dönüşümler köylerin kasaba, kent ve büyük kentten uzaklıklarına göre farklı ivmelerle gerçekleşecekti. Yoğun toprak reformu tartışmalarına rağmen devlet toprak reformu yapamayacaktı. Hükümet politikaları tarımsal üretimin ticarileşmesini, metalaşmasının ve araç kullanımını artırıcı yönde olacaktı. Hükümetlerin köylülüğünün farklılaşmasını ve toprak kutuplaşmasının açık olarak destekleyen politikalar geliştirmeleri beklenmeyebilirdi. Fakat ticarileşmenin, metalaşmanın ve modernleşmenin sübvansiyon, kredi dağıtımı ve destekleme alımları ile hızlandırılması tarımda kapitalizmin hâkimiyetini ve köylülüğü farklılaştırma etkilerini artıracaktı” (Akşit, 1999: 175-176).

Akşit’in bu şekilde özetlediği kırsal dönüşüm sorunsalı aslında o dönemde birçok araştırmacı tarafından desteklenmekteydi. Bu dönemde, köy araştırması yapanlar modernleşmeci/gelişmeci paradigmaların öngördüğü gibi kapitalizmin ve kapitalist üretim tarzının zamanla Türkiye köylerini etkisi altına alacağını ve köylerde ve küçük

üreticilerde bir dönüşümün gerçekleşeceğini söylemekteydiler. Bu yaklaşımı benimseyenler, bu süreçteki köylülerin ya tamamen mülksüzleşerek yok olacağını ve büyük çiftliklerde işçi olarak çalışacaklarını ya da kent merkezlerine göç ederek orada işçi olarak çalışacaklarını ön görmekteydiler. Ancak bu öngörülerin Türkiye tarımında gerçekleşmediğini yine Akşit farklı bir çalışmasında dile getirmiştir. Akşit, modernleşmeci/gelişmeci paradigmaların öngörülerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini anlamak için Antalya’nın Gündoğdu ve Ilıca köylerinde 1966 yılında alan araştırması yapmıştır. Akşit’e göre, Gündoğdu Köyü, Yörük aşiretinin yerleştiği büyük topraklı çiftçiliğin hâkim olduğu bir yerdi. Buradaki eski aşiret reisi siyasi mekanizmaları kullanarak köydeki toprakların büyük bir kısmına sahip olmuş bir kapitalist çiftçiydi. Buradaki küçük köylüler ortakçı köylü konumuna geçerek üretim yapmaktaydılar. Ilıca Köyü ise, küçük çiftçiliğin yaygın olduğu bir köydü. Ilıca Köyü’nde ise bakkallar ticari sermayelerini kullanarak arazi satın alarak buraları kapitalist işletmelere dönüştürmüşlerdir. Akşit’ göre 1966 yılında yapılan araştırmada köylerdeki bu farklılaşmanın yani ortakçı köylü, küçük çiftçi, kapitalist çiftçi, mevsimlik işçi gibi ortaya çıkan durum, toprağın az elde toplanması, toprak kutuplaşması ve kapitalist çiftliklerin artmasına mı yol açacaktı? Akşit’e göre durum öyle gözükmekteydi. Ancak Akşit, 1979 yılında yani önceki araştırmadan 13 yıl sonra bu iki köye tekrar gittiğinde 1966 yılında yapmış olduğu ön görülerin gerçekleşmediğini görmüştür. Ona göre, 1966’da kapitalist çiftçiliğin yerleşmesi kesin gözükürken, 1979’da tam aksine küçük çiftçiler artmış, ortakçı köylüler göç edeceklerine meta üreticisine dönüşmüşlerdir. Akşit’e göre, kapitalistleşme süreci modeli kalıcı ve yaygınlaşıcı bir süreç olarak gözlemlenemiyordu (Akşit, 1999: 176-177). Akşit’in de ifade ettiği gibi modernleşmeci/gelişmeci paradigmalarının öngörüleri Türkiye tarımında gerçekleşmemiştir. Bu dönemde yapılan birçok alan araştırmasında küçük üreticiliğin yok olacağı ve yerine büyük çiftliklerin gelerek köylülerin tasfiye olacağı iddiaları sadece teoride kalmıştır. Türkiye tarımında küçük üreticilik hâkim konumda olmayı sürdürmüştür. Kuşkusuz ki modernleşmeci/gelişmeci yaklaşımların tek taraflı bakış açısı (bu genellikle ekonomiktir) köy toplumu gibi eski bir tarihsel geçmişe sahip olan

yapılanmayı açıklamada yetersiz kalmaktadır. Çünkü köylerde yaşayan üreticiler sadece ekonomik gerekçelerle üretim yapmamaktadır. Küçük üreticiliğin devam etmesinde ekonomik yön olmasına karşın bunun yanında üreticinin sosyo-kültürel yapısı, toprağa bağlılığı ve kutsallık atfetmesi, dini referanslar gibi birçok değişken üretim aşamasında etkili olmaktadır.