• Sonuç bulunamadı

3. KÜRESELLEŞME, ÇOKULUSLU GIDA ŞİRKETLERİNİN TARIMA

3.2. Küreselleşen Dünyada Tarım ve Gıda

Günümüz dünyasında küreselleşmenin etkileri ve izleri daha net bir biçimde görülebilmektedir. İletişim, ulaşım ve teknoloji alanındaki ilerlemeler ve gelişmeler başta olmak üzere her alanda olağanüstü hızda değişimler meydana gelmekte ve bu değişimler birçok alanda farklı etkiler yaratmaktadır. Ekonomik, siyasi, toplumsal yapıları hızlı bir biçimde değiştirip dönüştürme gücüne sahip olan küreselleşme çatısı altında değerlendirilebilecek birçok faktör (internet, sosyal medya, ulaşım imkânları, ekonomik serbestlik, neo-liberal politikalar v.s) bulunmakta ve bu faktörlerin birbirleriyle ilişkili çok kompleks yapıları bulunmaktadır. Özellikle savaş sonrası dönemden sonra ivme kazanan küreselleşme süreci, dünya tarihi boyuncu her zaman kritik bir öneme sahip olan ve günümüz dünyasında da bu önemini aynı, hatta daha fazla bir ağırlıkla sürdüren tarım ve gıda üzerinde de etkili olmaya başlamıştır. Bu dönemle

birlikte tarihte daha önce görülmemiş bir biçimde tarım ve gıda süreçlerinin dönüşüme uğradığı görülmektedir. Tarımda endüstriyel üretimin de başladığı bu dönemde, kimyasal girdiler tarımsal üretimde yaygın olarak kullanılmaya başlanmış, genetik biliminin ilerlemesiyle birçok tarım ürününün genetiği değiştirilmiş, tarımsal üretimde uluslararası şirketlerin etkinliği artmış, hazır gıdalar ve süpermarketler ortaya çıkmış, köylülük ve küçük üreticilik yapısal anlamda dönüşmeye başlamıştır.

Küreselleşme süreci aslında bir bakıma derinleşen bir metalaşma sürecini de ifade etmektedir. Kapitalizmin tüm dünya genelinde hızlı bir biçimde yayılması piyasa mantığının ve pratiğinin tüm alanlara nüfuz etmesinde önemli bir rolü üstlenmektedir. Devletlerin neo-liberalleştiği bir dönemi ifade eden bu süreç sonunda, artık pazarın daha önce hiç olmadığı kadar derinleşip, yerleştiği görülmektedir. Bu süreç sonunda gelinen noktada ise köylünün ürettiği ürünü tüketme şansının kalmadığı, dolayısıyla bir şekilde piyasa koşullarını takip etmesi gerektiği sonucu gün yüzüne çıkmaktadır. Metalaşmanın her geçen gün derinleşmesi ve yaygınlık kazanması meta fetişizmi denilen olgunun hâkimiyetini daha da güçlendirmekte ve bu durum sonuç olarak Marx’ın ifade ettiği kavramsallaştırmayla metabolik yarılmayı (metabolic rift) ortaya çıkarmaktadır. Metabolik yarılma, bir yandan tarımın özünden yani biyolojisinden, diğer yandan da insanların doğadan kopmasını ifade eden bir kavramdır. Bu kavramı biraz daha açmak gerekirse eğer, tarımsal üretimin tam anlamıyla topraktan, güneşten ve sudan bağımsız yapılamıyor olması, insanların belli bir oranda doğal besinlere ihtiyaç duyması ve beslenme faaliyetlerinin güçlü kültürel normların etkisi altında olması, buna karşılık sermayenin tarımsal üretimle ilgili doğal süreçlere kimyasal girdiler (kimyasallar, suni gübre, v.s) yoluyla, tüketim anlamında da ikamecilik yoluyla (yapay tatlandırıcılar, katılaştırıcılar, v.s) müdahalede bulunması son tahlilde doğal olana bağımlılığı azaltmaya yönelik çalışmaları ifade etmektedir. Bütün bunların arkasında da tarımsal üretimle ilgili doğal süreçlerden meydana gelebilecek riskleri azaltarak verimliliği arttırmak ve standardizasyonu sağlamak gibi sebepler sunulmaktadır. Tüm bu süreçlerden sonra ise artık tarımın sanayileşmesi, çeşitli kimyasalların tarımsal

faaliyetlerde kullanımının yaygınlaşması, tarımın biyolojik temellerinden ayrılması gibi süreçler metabolik yarılmayı ortaya çıkarmaktadır.

Metabolik yarılma kuşkusuz sadece maddi süreçlerle değil aynı zamanda kültürel süreçlerle de yakından ilgili gözükmektedir. Bu durum ise iki tür bilgi kaybını gün yüzüne çıkarmaktadır. Birinci tür bilgi kaybı, rekabetçi baskılar ve verimliliği en üst seviyeye çıkarmak için tarımsal üretimde yoğun endüstriyel tarım metotlarının kullanılmaya başlanmasıyla nesilden nesile aktarılan, her yöreye uygun tohumlardan nasıl yararlanılacağı, bitkilerin nasıl korunacağı ve daha birçok üretim pratiklerine ilişkin bilginin işlerliğini kaybetmesi ve unutulup yok olması durumunu ifade etmektedir. Buna ek olarak endüstriyel üretimin artmasıyla ortaya çıkacak olan göç hareketleri de bu tarz bilgilerin yeniden üretilip aktarılmasını imkânsız hale getirmektedir. İkinci tür bilgi kaybı ise yerel düzeydeki üretimle ilgili pratikleri aşan, bilginin niteliğiyle ilgili bir dönüşümü anlatmaktadır. Özellikle son dönemde yaşanan hızlı sanayileşme, kentleşme, metalaşma süreçleri yaşamların da hızlı bir biçimde dönüşmesine neden olmuştur. Bu süreç hazır gıda tüketiminin artması, süper marketleşmenin yaygınlaşması gibi daha birçok maddi değişikliği ortaya çıkarırken aynı zamanda yiyeceklere ilişkin temizlik, tazelik, görünüm kriterleri, yeni kaygılar ve korkularla birlikte yeni sağlık anlayışının ortaya çıkması gibi daha sembolik ve kültürel süreçleri de oluşturmaya başlamaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, markette alışveriş yaparken tüm ürünlerin paketlendiği bir ortamda ürünlere dokunma, koklama, tatma duyuları kullanılmadan sadece görüp okuyarak ulaşılabilmesi, üreticiyle doğrudan bir iletişimin mümkün olmadığı, buradaki tek yetkilinin ürünü o hale getiren markanın olması ve daha birçok soyut şey metabolik yarılmanın derinleşmesiyle çok yakından ilgilidir (Keyder ve Yenal, 2013: 21-27). Dolayısıyla küreselleşen dünyada tarımın giderek özünden ve doğal sürecinden koparak bambaşka bir boyuta ve biçime ulaştığı net olarak görülebilmektedir. Bu süreçte tarım ve gıdadaki endüstrileşme hamlesi aşırı miktarlarda üretimin yapılmasına neden olmuş, ulaşım imkânlarının gelişmesi ise bu ürünleri hızlı bir biçimde dünya pazarlarına sokmuştur.

Tarım ve gıda alanında çalışan sosyal bilimciler küreselleşmeyi araştırmalarının merkezine yerleştirmişlerdir. Tarımsal ürünlere bakıldığında örneğin şeker 400 yıl muz ise 100 yıldan beri küresel çapta dolaşıma giren ürünlerden olsalar da birçok gıda ikinci dünya savaşına kadar sınırla bir sayıda dolaşıma girmiştir. Ancak 1960’lı yıllardan sonra ise üretim ve tüketim zincirleri gelişmeye başlamış ve böylece birçok tarımsal ürün küresel çapta dolaşıma girmiştir. Tarımdaki küreselleşme süreci üç alanda ( sermaye- toprak-emek) meydana gelen değişimlerde gözlemlenebilmektedir. Sermaye en kolay biçimde küresel bir hal almıştır. Emek ise nüfus hareketlilikleri ve işçilerin istihdamı gibi konularla küreselleşmiştir. Son olarak topraktaki küreselleşme ise büyük şirketlerin tarım arazilerini satın alması veya kiralaması yoluyla gerçekleştirilmektedir (Friedland, 2004: 5). Tarım, uluslararası ekonomik ilişkilerde üzerinde uzlaşması zor olan alanlardan birisini oluşturmaktadır. Çünkü bu konuda ulusal düzenlemelerle ulus ötesi örgütler arasında büyük bir boşluk bulunmaktadır. Savaş sonrası dönemde gıda politikalarının üstü kapalı bir biçimde oluşturulması ve net olmayan kurallara göre şekillendirilmesi gıda rejimindeki güç ilişkilerini yeniden belirlemiştir. Bu yeni sistem ise ithalatı kontrol ederken aynı zamanda da tarımsal üretim için gerekli olan ulusal programlara destek vermiştir. Bu programlar ise başta ABD olmak üzere tarımsal üretimde bir fazlanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ortaya çıkan tarımsal fazlalık dünya ekonomisinin merkezini tarıma çevirmiş ve böylece tarım çok uluslu bir sektöre dönüşmüştür (Friedman, 1993: 31).

Özellikle savaş sonrası dönemde ABD52 merkezli bir tarımsal üretim patlamasının yaşandığı görülebilmektedir. Tarımsal üretimde makinaların yoğun bir biçimde

52

Küreselleşmenin dönüştürdüğü alanlardan birisi de tarımsal üretimdir. Bu dönemde küresel tarım işletmelerinin ve fabrika çiftçiliğinin ortaya çıkması yeni tarımsal üretim ilişkilerini oluşturmaktadır. Bu süreçte dünyanın güney bölgelerinde bulunan ülkeler( diğer ifadeyle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeler) kendi geleneksel ürünlerini daha az üretip tüketmektedirler. Bunun yerine daha ucuz endüstriyel gıdaları kuzey ülkelerinden ithal etmektedirler. Bu ithal besinler geleneksel besinlerin yerini almakla kalmayıp aynı zamanda yerel çiftçileri de işlerinden etmektedir. ABD’nin oluşturduğu bu model yalnızca güney ülkelerinde değil dünyanın birçok yerinde kırsal alanlarda dönüşüme neden olmaktadır. Bu dönüşümün ilk boyutu beslenme alışkanlıklarımızın değişerek küresel bir beslenme tarzının ortaya çıkmasıdır. İkinci boyutu ise yine ABD merkezli bir süreç olan süpermarket devrimidir. Süpermarketler

kullanılmaya başlanmasına ek olarak bir takım kimyasallar, gübre ve tohumlarında kullanılması ABD’de yoğun bir ürün artığına neden olmuştur. Dünyanın geri kalanına göre ABD’nin tarım ve gıdada ileri teknolojileri kullanması, ilerleyen dönemlerde bu ülkeyi tarıma yön verecek pozisyona ulaştırmıştır. Örneğin birçok tohum, gübre, kimyasallar ile perakende şirketlerinin ABD merkezli olması bu durumu kanıtlar niteliktedir. Küreselleşmeyle birlikte tarımın dönüşüme uğraması yeni tarım ve gıda rejimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Uluslararası gıda düzeni kavramını ortaya atan Friedmann’a göre gıda düzeni, devletlerin istikrarlı ve birbirlerini tamamlayan politikaları, bu politikalar sonucu oluşan fiyatlar, üretimde belirli bir uzmanlaşmanın ortaya çıkması sonucu oluşan ticaret ve tüketim kalıpları gibi unsurlardan oluşmaktadır. Bu anlamda Friedmann iki düzeyde bir gıda düzeninden bahsetmektedir. Bunlardan ilki 1870-1914, ikincisi ise 1947-1973 yılları arasını kapsamaktadır. Birinci düzen ekstensif, ikinci düzen ise intensif sermaye birikiminin oluşumuna katkıda bulunmuştur. İkinci düzende yani 1947 sonrası dönemde Amerika ve Avrupa’da kitlesel ve dayanıklı gıda maddelerinin kullanımında artış yaşanırken aynı zamanda üçüncü dünya ülkelerinde de gıdanın metalaşması hız kazanmıştır. Örneğin bu dönemde ABD’de bir süpermarkette ortalama 500 farklı gıda ürünü bulunurken 1970’lere gelindiğinde bu sayı 10 binin üzerine çıkmıştır (Yenal ve Yenal, 1993: 93-95). İlk gıda rejimi olarak ifade edilen 19. yüzyıldan I. Dünya Savaşı’na kadarki dönemde tarımsal ticaret liberal bir eğilim gösterse de II. Dünya Savaşı’ndan 1970’li yıllara kadar uzanan dönemi ifade eden ikinci gıda rejiminde tarımsal ticaret ulusal pazarlara yönelmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında ülkeler tarımsal anlamda kendi kendilerine yeterlilik ilkesi çerçevesinde hareket etmişler dolayısıyla da üreticilerine olağanüstü tarımsal desteklemelerde bulunmuşlardır. Bu dönemde dünya tarım piyasasına hâkim olan ABD taraflı bir politika izlemiş, kendi üreticilerine her türlü

gıda sürecini merkezileştirmiş ve üreticiler üzerinde bir kontrol mekanizması oluşturmuştur (Ritzer, 2011: 430).

tarımsal desteği verirlerken diğer taraftan dünyanın her yerinde tarımsal anlamda ticaretin serbest hale gelmesini savunmuştur (Otero vd, 2013: 265-266).

Dünyada gıda rejimlerinin ortaya çıkışı iki dönemde sınırlandırılmakla birlikte bu rejimlerin nasıl ortaya çıktığı sorusu önem kazanmaktadır. Bernstein’a göre, dünya tarihinde gıda rejiminin ortaya çıkması dört aşamada gerçekleşmiştir. İlk olarak 1870’lerde gıda rejiminde büyük bir dönüşüm yaşanmasıyla gıda hammaddeleri büyük miktarlarda üretilmeye başlanmış ve bu ürünler dünya pazarlarına açılmıştır. İkinci olarak ise uluslararası gıda hammaddelerinin ticareti 19. yüzyılın sonundan itibaren aynı zamanda dünyadaki en büyük tahıl ve et üreticisi ülkelere (ABD, Kanada gibi) doğru kaymaya başlamıştır. Üçüncü aşamada Asya ve Avrupa’nın pre-kapitalist tarım sınıfı toplumunda hâkim olan köylülükten yoksun ticarileşmiş aile çiftlikleri bu yeni dönemde küresel gıda üretiminin merkezi haline gelmiştir. Dördüncü ve son aşamada ise ilk gıda rejiminde ortaya çıkan ve ikinci gıda rejimi sürecinde kristalleşen dünya gıda pazarının çoklu dinamikleri ve belirlenimleri, geleneksel kurumsal formları ve sınıf yapısını aşan bir yapıya bürünmüştür (Bernstein, 2016: 613). Özellikle 1970 sonrası dönemde küreselleşmenin etkisiyle dünyada bir gıda egemenliğinin oluşması söz konusu olmuştur. Bu dönemde tarımda teknik anlamda yaşanan değişiklikler (örneğin kimyasal kullanımının artması gibi), tarımsal girdilerde oluşan birikimler ve çok uluslu şirketlerin güçlü lobi çalışmaları içerisinde olması tarım ve gıdanın dünyada yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Tarımsal alanın sanayiye açılmasıyla birlikte mekanizasyon ve üretim artmış, gıda fiyatları düşmüş ve dünyanın yarısı şehirlere göç etmiştir. Ucuz gıda ise gıda egemenliğinin temel noktasını oluşturmaya başlamıştır (Bernstein, 2013: 4-7).

Dünyada bir gıda egemenliğinin oluşmasında küreselleşmenin ne denli etkili olduğu çok net bir biçimde görülebilmektedir. Bu süreçte ABD’nin merkezi konumda olması ve uluslararası piyasalara müdahalelerde bulunması sonucunda ise tek merkezli ve tek kutuplu bir tarım düzenine doğru bir kayma söz konusu olmuştur. Tek merkezli bir tarım düzeninde hâkim konumda olan ABD’ye zamanla Avrupa ülkeleri dâhil olmuş

ve daha yakın döneme gelindiğinde ABD’nin hâkim konumu değişmeye başlamıştır. Bu anlamda düşünüldüğünde ABD ve Avrupa’nın tarımsal sistemlerinde meydana gelen değişim ve dönüşümleri okuyabilmek daha anlamlı gözükmektedir.

ABD’de tarımın kapitalist bir nitelik kazanmaya başlaması endüstriyel sermayenin sanayi öncesi tarımsal üretim süreçlerini yeniden yapılandırmasıyla beraber ortaya çıkan bir süreç olmuştur. Bu süreçte ise dönüştürmecilik ve ikamecilik önemli bir faktör olmuştur. Emek sıkıntısı çeken Amerika’da dönüştürmeciliğin ilk örnekleri tarımda mekanizasyonun ortaya çıkmasıyla başlarken Avrupa’da ise kimya endüstrisi tarafından üretilen kimyasal gübrelerin tarımda kullanılmasıyla ortaya çıkmıştır. İkamecilik bağlamında bakıldığında ise bunun ilk örneklerini Amerika’da 1940’lı yıllarda soya fasulyesi ununun hayvan yemi olarak kullanılmaya başlanması ve kullanılagelen yemlik tahılın yerini alması gösterilebilmektedir. 20. yüzyılın başlarında ABD’de tarımda mekanizasyonun hızlı bir biçimde artması sonucunda büyük arazilerde tahıl ekimine başlanmıştır. 1920’lere gelindiğinde ise bu büyük tahıl üretimi aşırı bir birikime neden olmuştur. Bu artan ürününün nasıl değerlendirilebileceği konusunda ise tahılın ete dönüştürülmesi sonucu elde edilen yeni bir gıda çeşidinin yaratılması çözüm olarak uygulanmıştır. Sonuç olarak ise hem yağ hem de protein olarak zengin bir undan elde edilen soya fasulyesinin ekimi yaygınlaşmaya başlamıştır. Endüstriyel bir sürecin sonunda imal edilen bu soya fasulyesi ise hayvancılıkta tahılın yerini alarak yem olarak kullanılmaya başlanmıştır. Buna ek olarak genetik alanında yaşanan gelişmeler ABD’de tahıl üretimini büyük miktarlara ulaştırmış, böylece Amerikan tahılı devlet politikaları aracılığıyla yurtdışındaki pazarlara sokularak eritilmeye çalışılmıştır. İkinci Dünya Savaşı bitiminde ABD’nin elindeki çok büyük miktarlarda bulunan tahıl birikimi azgelişmiş ülkelere yardım çerçevesinde kanalize edilmeye başlanmıştır. İlk olarak Avrupa ülkelerine Marshall yardımı çerçevesinde verilen tahıl ürünleri zamanla bu ülkelerin gıda üretimi konusunda kendi kendilerine yeterli duruma gelmesiyle yeni bir

pazar ihtiyacı ortaya çıkmıştır53. Azgelişmiş ülkelere doğru yönelen ABD, zamanla bu ülkelerin tahıl ithalatına bağımlı hale gelmesine neden olmuştur. İkinci gıda rejimi olarak adlandırılan bu düzen Avrupa’nın tahıl üretiminde ABD’ye rakip olmaya başladığı 1960’lara kadar devam etmiş ve 1973 yılında bu alanda Amerika’nın hegemonyası tamamen çökmüştür. 1960’lı yıllara gelindiğinde hem ABD hem de Avrupa ülkeleri tarımsal anlamda büyük oranlarda destekleme yoluna gitmişlerdir. Bu dönemde tarımsal mekanizasyondan, gübrelere, yem sanayinden, hayvancılığa ve kredilere kadar birçok alanda devlet desteklemeleri yapılmıştır. Tüm bu desteklemeler sonucunda ise ABD ve Avrupa merkezli tarım sektörü uluslararasılaşmaya başlamıştır. Bu desteklemelerde dikkat çeken bir nokta ise şudur: ABD ve Avrupa ülkelerinde desteklemeler büyük çoğunlukla daha çok üretim yapılan ve gelir elde edilen büyük işletmelere verilmiştir. Örneğin ABD’deki en büyük işletmeler (bunlar ülkedeki tarım işletmelerinin yüzde 5’ini oluşturmaktadır) 1981 yılında tarımsal üretimin yüzde 49’unu gerçekleştirmişlerdir. Yine ABD’de tarımsal nüfus 1950-1972 aralığında yarı yarıya azalmıştır. Avrupa’ya bakıldığında ise buradaki tarım işletmelerinin sayısı 1957’den bu yana yüzde 50’den fazla oranda azalmıştır. Tarımdaki bu süreçler sonucunda yaşanan yoğunlaşma ise tarım-sanayi sektörleri arasında ortaklıkların ve işbirliklerinin artmasına neden olmuştur. Örneğin, et sektöründe yem üreticileri, paketleme şirketleri, hayvan üreticileri ve bu alanda mekanizasyon gerçekleştiren şirketler arasında büyük oranlarda entegrasyon olmuştur. Yine tarımsal üretimde de tohum firmaları, petro-kimya şirketleri

53 1870-1929 yılları arasında Avrupa’nın buğday ithalatı altı kat artmıştır. Avrupa ülkelerinden gelen bu

talep artışı ABD, Kanada, Arjantin gibi ülkelerin bu alanda uzmanlaşmasını sağlamıştır. Bu ülkelerde bu dönem boyunca nüfus iki kat artarken buğday ürerimi üç kat artmıştır. Bu durum savaş öncesi döneme kadar bu ülkelerin hâkimiyetinde bir pazarın oluşmasını sağlarken, aynı zamanda Rusya, Romanya, Hindistan gibi daha önceden önemli miktarlarda ihracat gerçekleştiren ülkelerin ikinci plana itilmesine neden olmuştur. Bu sürecin ise sınıfsal yapılar ve siyaset üzerinde önemli sonuçları olmuştur. Örneğin bu dönemde Avrupa’da temel gıda fiyatlarındaki düşüş işçi sınıfının gelişimini kolaylaştırmıştır. Buğday ihraç eden ülkelerde ise tarımsal üretimle ilgilenen bağımsız bir üretici sınıfının oluşmasını sağlamıştır (Friedman, 1982: 257).

ve gıda üretimi ile farmakoloji dallarında faaliyet gösteren çok uluslu şirketler arasında entegrasyon görülmektedir (Yenal ve Yenal, 1993: 96-99).

İlk dönemlerde ABD öncülüğünde ilerleyen tarım ve gıda piyasası Avrupa ülkelerinin de bu sürece dâhil olmasıyla boyut değiştirmiştir. ABD merkezli dönemde üretilen birçok tarımsal ürün ilk olarak Avrupa pazarına sunulmakta dolayısıyla bu ülkeler tarımsal anlamda ABD’ye karşı bağımlı hale gelmekteydi. Ancak Avrupa ülkelerinin de tarım ve gıda piyasasında söz sahibi olmaya başlaması bu piyasanın yeni pazarlara yönelmesine neden olmuştur. Bu pazarların başında ise gelişmekte olan ülkeler ve Afrika bölgesi ülkeleri yer almaktadır. Günümüze bakıldığında ise yine bu piyasaların ABD ve Avrupa ülkeleri merkezli çok uluslu şirketler tarafından yönetildikleri görülmektedir. Tarım ve gıda düzeninde bu ulus ötesi şirketlerin hâkim olması, tarımsal üretimde54 aşırı miktarlarda kimyasalların kullanılması aynı zamanda üretilen besinlerin de tüketimini tartışmalı bir sorunsala dönüştürmüştür.

Küreselleşen dünyada tarımın ve gıdanın hızlı bir biçimde endüstrileşme sürecine girmesi popüler olarak ve sonuçları itibariyle daha çok “sağlık” açısından değerlendirilmekte ve tartışılmaktadır. Bu konuya dikkati çeken Dizdar bu durumu şöyle ifade etmektedir: II. Dünya Savaşı sonrası döneme bakıldığında kalp hastalıkları, diyabet, kanser ve daha birçok hastalık oranlarında ciddi artışların ortaya çıkması dikkat çekicidir. Bu hastalıklar ise daha çok gelişmiş ülkelerin kentlerinde görülmekte ancak bu artış kentleşmeyle ilgili olmayıp gıdanın endüstrileşmesiyle ilişkili bir durumdur. Nüfus artışı daha çok gıdanın üretilmesine neden olmakta, gıdanın tedariki marketlere doğru kaymakta bu durum da ticari kaygıları ön plana çıkararak gıdalarda uzun raf ömrüne sahip ürünlerin çoğalmasına neden olmaktadır. Endüstriyel olarak üretilen gıdayı geleneksel olandan ayıran şey gıdaların raf ömürleri ve ambalajlarıdır. Uzun raf

54 Birçok kişi tarımsal üretimin savaş sonrası dönemde tarım-gıda kompleksine dönüştüğünü

düşünmektedir. Ortaya çıkan bu tarımsal gıda endüstrisinin temel özelliği ise uzun ömürlü gıdaları yaygınlaştırması olmuştur. Bu endüstri, yöresel ve bozulan besinleri bozulmayan ve uzun süre sağlam kalabilen besinlere dönüştürmüştür (Yenal, 1999: 22).

ömrünün elde edilebilmesi içinse gıdalardaki besleyici unsurların ortadan kaldırılması gerekmektedir. Çünkü gıdanın bozulabilmesi içerisindeki besleyici unsurlarla paralel gelişen bir süreçtir. Paketlenen her ürün mikroplardan arındırılır ve böylelikle raf ömrü uzamış olur. Gıda endüstrisinin tarımda hâkimiyeti ele geçirmesi ise birçok farklı yolla sağlanmaktadır. Örneğin, ürünlerin üzerlerine son tüketim tarihlerinin konulması hem ürünlerin güvenilir olduğu izlenimi vermekte hem de ürünün bir sonraki satışı da garanti altına alınmış olunmaktadır. Diğer taraftan gıda endüstrisi tarafından üretilen ürünler marketler aracılığıyla pazarlanarak haftanın her günü müşteriye ulaşabilme imkânına sahipken, yerel üreticiler ancak haftanın belirli günlerinde kurulan semt pazarlarında ürünlerini satışa çıkarabilmektedirler. Yine gıda endüstrisi tüm imkânlarını kullanarak(reklam, bilimsel çalışmalar vs.) paketlenmiş ürünlerin güvenilir ve hijyenik olduğu imajını yaratmaktadırlar (Dizdar, 2014: 19-21). Dolayısıyla tarım ve gıdadaki