• Sonuç bulunamadı

ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS DEVLETİN DOĞUŞU

1.2.1. Modernist Yaklaşımlar

Genel olarak bu yaklaşımın en belirleyici özelliğini uluslar ve ulusçuluğun modern çağa ait yapılar olduğu görüşü oluşturuyor. Bu görüşe göre uluslar ve ulusçuluk kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi modern süreçlerle birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar. Ulusçuluğu bu süreçlerden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Zaten eski çağlarda ulusçuluğun ortaya çıkmasını sağlayacak toplumsal, siyasi ve ekonomik koşullar yoktur. Bu koşullar modern çağda oluşur; başka bir deyişle uluslar ancak ulusçuluk çağında bir gereklilik hâline gelir. Ulusçuluk ulusları yaratır, uluslar ulusçuluğu değil (Özkırımlı, 1999: 98). Bu yaklaşımın temel özelliği kısaca ulusları ve ulusçuluğu bir toplumsal mühendislik ürünü olarak görmektedirler. Ulusçuluk daha önce var olan kültürden bir ulusçuluk icat eder ve bu ulusçuluğu kullanarak da bir ulus inşa etme yoluna giderler.

Modernistleri değerlendirmeye Ernest Gellner’den başlayalım. Gellner, ulusçuluğu modernist ve aynı zamanda toplumsal-kültürel bir bakış açısıyla açıklamaya çalışmıştır. Ernest Gellner “ulus ve ulusçuluk” adlı kitabında ulusçuluğun doğmasını

48

ve yayılmasını endüstrileşme gibi gözlenebilir bir tarihî sürecin sonuçları üzerinde yükselen modern bir olgu olduğunu söyler. Gellner’e göre ulusların olmadığı yerde ulusçuluk onu icat eder. Ancak ulusçuluğun ulusları icat etmesinin tarihin basit bir tesadüfü olmamasıdır (Öğün, 2000: 69). Gellner’e göre ulusçuluk; toplumların tarımsal tarihsel gelişim düzeyinden endüstriyel aşamaya geçiş süreçlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkan sosyal ve tarihî bir gelişim olgusudur. Tarımsal toplumlar bu yaklaşıma göre teknolojik olarak geri, kültürel açıdan belirgin bir biçimde katmanlaşmış ve oldukça durağan toplumlardır. Gellner’e göre ulusçuluğun ve ulus devletlerin tarım toplumları içinde oluşmasının ön koşulu olan kültürel homojenlik ve bu kültürel yapı ile tutarlılık içinde var olan mutlak bir meşru siyasi otoritenin hayata geçirilmesi tanım gereği mümkün olmayacaktır. Kısacası nesnel olarak ulusçuluğun ancak ve ancak tarım sonrası toplumların bir özelliği olacaktır (Akarlı, 1993: 157-158). Gellner’e göre kültürel homojenlik ulusçuluğun bir sonucu olarak ortaya çıkmaz nesnel kaçınılmaz bir zorunluluğun dayattığı bir türdeşlik sonunda ulusçuluk olarak belirir (Gellner, 1992: 80). Gellner’in sözünü ettiği tarım toplumlarından endüstriyel topluma geçiş salt ulusçuluğu ortaya çıkaran bir olgu değildir. O, daha endüstriyel toplumu beraberinde getirdiği toplumsal ve kültürel değişimin etkileri üzerinde durur.

Bir başka deyişle ulusçuluk nesnel olarak endüstri toplumunun dinamiklerinden önce gelmez. Bu yüzden de ulusçuluğun genelde iddia edilenin aksine çok önceden beri oluşa gelmiş ve bu yüzden de bir toplumu bütünüyle etkisi altına alan belli bir kültürel formasyon değildir. Tersine çoğu zaman icat edilmiş, kapsayıcı, toplumun tüm katmanlarını bir potada eritme isteği ile tanınmış bir uydurmadır. Gellner bu çerçevede ulusçuluğu şöyle tanımlar: “Ulusçuluk temelde siyasi birim ile ulusal birimin çakışmalarını ön gören siyasal bir ilkedir. Etnik sınırların siyasal sınırların ötesine taşmamasını ve özellikle bir devletin içindeki etnik sınırların iktidar sahipleriyle yönetilenleri birbirinden ayırmamasını öngören bir siyasal meşruiyet kuramıdır” (Akarlı, 1993: 160). Kedourie’nin deyişiyle ulusçuluk, 19. yüzyılın başında Avrupa’da keşfedilmiş bir doktrindir.

Gellner ulusçuluğu, ulus sonrası bir dönemin gelişmesi olarak değerlendirirken ulus öncesi dönemin özelliklerini dikkate alır. Ulusçuluk aynı zamanda ulus devletin de dayanağını oluşturur. Ulusçuluk ulus öncesi tarihî ve kültürel mirasın bir sonucudur.

49

Bu anlamda Gellner ulusu olduğu kadar ulusçuluğu da modernitenin neden olduğu gelişmeler bağlamında değerlendirir (Gellner, 1992: 120). Ulusçuluğu modernleşmenin bağımlı değişkeni olarak gören yaklaşımlardan bir diğeri Karl Deutsch’a aittir. Deutsch ulusçuluğun oluşumunu modernleşmenin en önemli özelliklerinden birisi olan haberleşme devriminin eseri olarak görmektedir.

Deutsch’a göre ulusal devletler çeşitli sosyal grupları ortak bir haberleşme organizasyonunda birleştirmeyi hedefler. Bu sistem içinde yerel bütün farklılıklar silinecek ve türdeş düşünceler ve bu duygulara dayalı bir sosyal birlik sağlanmış olacaktır (Öğün, 2000: 72). Deutsch ulusun devletleşmesi sürecini izlerken; Gellner bu devletleşmenin sonucunda ortaya çıkan bunalım zamanlarının, bu devlet yapısını zorlayan hatta ırkçı akımlar marifetiyle ulusçuluğu beslediğini öne sürmektedir (Aydın, 1993: 73).

Ulusçuluğu toplumsal-kültürel dönüşüme ağırlık vererek modernizmin sonucu olduğu şeklinde açıklayan B. Anderson ulusçuluğun ortaya çıkışını üç aşamalı olgu olarak görür. İlk aşama birbirine daha sonra bağlanacak olan iki gelişmeyi bünyesinde barındırır. Bunlardan birincisi, modern çağlarla birlikte dikey zaman kavramı yanında yatay zaman kavramının da ortaya çıkmasıdır. Dikey zaman kavramı, geçmiş-gelecek düzleminde yer alan, geçmişten geleceğe doğru ilerleyen zaman düşüncesini ifade etmektedir. Bunun yanında gelişen yatay zaman kavramı ise dikey zaman açısından aynı “an”da olmakla birlikte, farklı mekânlarda yaşanan birbirinden değişik “an”ları ifade eder. Yatay zaman kavramının ortaya çıkışının doğurduğu önemli bir değişiklik, “eşanlılık” fikrinin yerleşmesidir. Ulusçuluğun ortaya çıkışının ilk aşamasındaki ikinci önemli gelişme ise, kapitalist yayıncılığın ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasıdır. Yerel dillerdeki yayınlara ağırlık veren kapitalist yayıncılık üç olgudan oluşur. Latince olarak kaleme alınan eserlerin gitgide daha karmaşık anlaşılmaz hâle gelmesi sonucunda okur kaybetmesi; Reform hareketinin tüccar kitle ve kadın nüfus arasındaki yeni okurlar yaratması ve bazı monarkların halk dillerini devlet dili olarak seçmesi (Erözden, 1997: 15). Bu üç neden ulusçuluğun ortaya çıkmasına ve bir vatan fikrinin belirgin hâle gelmesidir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki ulusçuluğun ortaya çıkmasında etkili olan süreçler her toplumda aynı biçimde etki olmamışlardır.

50

Ulusçuluğun ortaya çıkışındaki ikinci aşama “anavatan” düşüncesinin belirmesidir.

Anavatan düşüncesinin ortaya çıkışındaki en önemli etken uzun bir süre boyunca bir

“idari birim olarak var olma” etkenidir. Anderson bu idari birimlerin anavatana dönüşme sürecini koloni toplumlarının elit kesimlerden birini oluşturan idari personelin bilinç düzeyindeki bir gelişmeye bağlı olarak tarif eder. Anderson’a göre idari birimleri “anavatan”a dönüşmesinde etili olan olgu idari atamalara bağlı olarak gerçekleşen koloni içi yolculuklar olgusudur. Ulusçuluğun oluşumundaki üçüncü aşama, eşanlılık düşüncesiyle kapitalist yayıncılığın bir araya gelmesiyle gerçekleşen düşünsel atılımın kitleselleşmesidir. Söz konusu iki olgunun birlikteliğinin doğurduğu düşünsel gelişim sonucunda, eski çağlardaki köy, şehir vb. somut topluluklardan çok daha geniş ölçekteki topluluklarda, hayali düzlemde kalmak şartıyla, bir bütün olarak kavranırlar. Bu hayali topluluk bilinciyle anavatan düşüncesinin ilk kez bir araya gelişi, Amerika kıtasındaki kolonilerde kendini gösterir. Bu birleşmeden doğan, modern anlamıyla ulus devlet ve ulusçuluktur.

Amerika kıtasında ortaya çıkan ulus devlet ve ulusçuluk Avrupalılar tarafından taklit edilir. Ancak ulusçuluk Amerika kıtasından Avrupa kıtasına geçerken önemli bir değişim geçirir. Amerika kıtasındaki ulusçuluk, dil unsuruna herhangi bir siyasi değer yüklemeyen, sadece vatan düşüncesiyle ve bağımsızlık bilinciyle belirlenmiş bir ulusçuluktur. Ulusçuluk düşüncesi Avrupa kıtasına atladığında “ulusal yayın dili”

sorunu merkezî öneme sahip siyasi ve ideolojik bir sorun hâline dönüşür. Avrupa ulusçuluğunun belirgin özelliği, hayali topluluklar oluşturmak için temel unsur olarak dil birliğini ön plana çıkarmasıdır. Bu aşamada yine kapitalist yayıncılık devreye girecek ve gelişen filoloji araştırmalarının da yardımıyla ortak dil temeline dayalı hayali topluluk bilinci yerleşecektir (Erözden, 1997: 16-17). Avrupa’da ulusçuluğun ortaya çıkış biçimi ile diğer toplumlarda ortaya çıkış biçimi ve koşulları koşutluk arz etmemektedir. Avrupa’da toplumsal yapıda meydan gelen değişimler ulus ve ulusçuluğun doğuşuna etki ederken Avrupa dışı toplumlarda ulusçuluk bir ideoloji olarak algılanmıştır. Batı’da ulus devletlerin oluşması ile ulusçuluğun bir ideoloji olarak ortaya çıkması arasında yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle ulusçuluk Batı’da ulus devletin ideolojisi olmuştur. Özellikle Batılı olmayan, örneğin Ortadoğu ülkelerinde 19. yüzyılın ilk yıllarından itibaren ortaya çıkmaya başlayan ulusçu hareketlerin hedefi de Batı’daki örneklerine benzer bir ulus devlet kurmaktır. Ancak Doğu toplumlarının yapısal farklılığı, bu tip ülkelerde gelenek ve modernlik arasında bir gerilimin meydana gelmesini kaçınılmaz kılmıştır. Özellikle İslam toplumlarında

51

ulus devleti amaçlayan ulusçu ideolojilerle ümmet toplumu anlayışını savunan hareketleri karşı karşıya getirmiştir.

Anderson’a göre ulus ve ulusçuluk terimleri bir ideoloji olarak algılandığından herkesin kabul edeceği bir tanıma varmak mümkün değildir. Ona göre ulusçuluk, liberalizm, faşizm gibi olgularla değil de akrabalık, din gibi olgularla bir arada düşünülmelidir. (Anderson, 1990: 20-21). Gellner ve Anderson ulusçuluğu modernleşme bağlamında ele alıp toplumsal kültürel yanına daha çok ağırlık vermişlerdir. Bu anlamda siyasi gelişmelere yeterince ağırlık vermemişlerdir. Ancak Eric Hobsbawm, ulusçuluğu modernleşmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak açıklamasına rağmen siyasal yana daha fazla ağırlık verir ve bu yanıyla da Gellner ve Anderson’dan ayrılır.

Hobsbawm ulusları ve ulusçuluğu bir toplumsal mühendislik ürünü olarak görür. Bu süreçte araştırılması ve aydınlatılması gereken en önemli olgu icat edilmiş geleneklerdir. İcat edilmiş gelenekten kastedilen törensel ya da sembolik bir nitelik taşıyan ve açıkça ya da örtülü bir şekilde kabul edilmiş kuralları olan bir dizi alışkanlık ve uygulamadır. Hobsbawm’a göre ulusal bilinç icat edilmiş geleneklerin en somut aynı zamanda da en yaygın örneğidir. Modern çağda üretilmelerine karşın bu günü uygun bir geçmişe bağlayan bu gelenekler, toplumsal grupları oluşturan bireyler arasındaki birlik ve dayanışmayı artırma amacı güder (Özkırımlı, 1999:

136). Hobsbawm Gellner’in ulusçuluk tanımına uyarak ulusçuluğu “politik birim ile ulusal birimin uyumunu gösteren bir ilke” (Hobsbawm, 1995: 23) anlamında kullanır. Uluslardan ise ancak toprağa bağlı (teritoryal) devletler ortaya çıktıktan sonra söz edilebilir. Bu iki olguyu devlet ve ulusun birbirinden bağımsız ele almak anlamsızdır. Hobsbawm burada Gellner’in vurguladığı yapaylık icat ve mühendislik unsurlarına vurgu yaparak şöyle der: “Ulusçuluk bazen ulusları icat eder ve genellikle önceden var olan kültürleri tamamen yok eder. Kısacası analitik düzlemde ulusçuluk uluslardan önce gelir. Uluslar devletleri ve ulusçuluğu yaratmaz, doğru olan bunun tam tersidir” (Hobsbawm, 1995: 24).

E. J. Hobsbawm, ulusçuluğun temelde üç tarihi sürece sahip olduğunu söyler. Ona göre kavram başlangıçta kültürel, edebi ve folklorik bir mahiyete sahiptir. Bu aşamada dernekler gibi yarı siyasi kuruluşlar olmakta, daha çok tarihe yönelik bir

52

bilgi ve ulusçu eksen bir tarih yorumu ortaya koyma çabaları gözlenmektedir. İkinci aşamadaysa ulus fikrini savunan öncü ve militanlar çeşitli düzeylerde politik kampanyalara başlarlar. Amaç ulusçuluğa kültürel ve siyasi destek sağlamak, sosyolojik aidiyetten politik bir program çıkartmak, ilgili topluluğu ortak hedefler arasında toplayarak siyasi aidiyete geçmektir. Nihayet üçüncü aşamada bu kitlesel destek elde edilir ve siyasi toplum içindeki iktidar oyununa etkin bir şekilde katılım sağlanır. Hobsbawm’a göre ulusçu mücadele ile ulus devlet diyeceğimiz siyasi yapılanma arasında tüm bu süreçleri tüketmeyi gerektirecek determine bir ilişki yoktur. Mesela İrlanda’da üçüncü aşama ulus devletin kurulmasından önce yaşandığı hâlde, üçüncü dünyada üçüncü aşamada bile ulus devlet ortaya çıkmayabilir (Bostancı, 1999: 42). Türkiye ulus devletinin kuruluşunda ise Jön Türklerin Avrupa’da yaşanan gelişmelere bağlı olarak özellikle yurt dışında eğitim görmüş aydınların söylemleri doğrultusunda ulusçuluk düşüncesinin politik bir söyleme dönüşmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Konuya toplumsal açıdan yaklaşan ve ulusçuluğu bir siyasi akım, ulusu da toplumsal bölünmüşlükleri aşmak için bu akımın icat ettiği bir kavram olarak gören Hobsbawm’a göre günümüzde ulusçuluk tamamen akıl dışı bir olgu hâline dönüşmüştür. Bunun başlıca nedeni de ulusçuluğun yeniden doğa değiştirerek gerek 19.yüzyıl gerekse 20. yüzyıl başlarında edinmiş olduğu olumlu ve ilerici özelliklerini yitirmiş olmasıdır. Günümüzde ulusçuluk bölücü ve gerici bir çehre kazanmıştır.

Ulusal üstü yapılanmalara doğru gidişin gözlendiği böyle bir dönemde ulusçuluğun tüm gücünü yitirmesi beklenmelidir (Erözden, 1997: 31). Görüldüğü üzere Hobsbawm ulusçuluğun daha çok siyasi yanına ağırlık vermiş ve bu bağlamda açıklamalarda bulunmuştur. Hobsbawm’ın ulusçulukla ilgili son söyledikleri yani ulusal üstü yapılanmalara gidildikçe ulusçuluğun gücünü yitireceği savı gerçekleşmemiş, tam tersine ulusçuluğun daha da fazla etkisini artırdığı bir dönem olmuştur. Ulusçuluk farklı şekillere bürünerek kabuk değiştirerek etkisini ve gücünü sürdürmektedir.

Ulusçuluğu modernleşme bağlamında ekonomik dönüşümleri merkeze alarak açıklamaya çalışan yaklaşımlar da vardır. Bunlar daha çok Neo-Marksist yaklaşımlardır. Bunlar içerisinde önemli gördüğümüz iki isim Tom Nairn ve İ.

Wallerstein’in ulusçuluk yaklaşımlarıdır.

53

Nairn ulusçuluk kuramını daha çok bir eskiz olarak niteler ve hareket noktasını şu sözlerle açıklar: “Ulusçuluk kuramı Marksizmin tarihi başarısızlığıdır.” Ancak ulusçuluk Marksist bakış açısıyla açıklanabilecek bir olgudur. Nairn bu noktada hem maddeci hem de idealist felsefenin paylaştığı, ulusları ve ulusçuluğu toplumların gelişim sürecinde zorunlu bir aşama olarak gören görüşü eleştirir. Ulusçuluğun kökleri toplumların iç dinamiklerinde değil dünyanın genel tarihsel gelişim sürecinde aranmalıdır. Dolayısıyla ulusçuluğu açıklamaya soyunacak kuramsal yaklaşım dünya tarihini temel almalıdır. Buna göre ulusçuluk, Fransız ve sanayi devrimlerinden bu güne uzanan dönemde dünyaya egemen olan siyasi ekonomi modelinin bazı nitelikleri tarafından belirlenir. Öte yandan Nairn’e göre ulusçuluğun kökenleri doğrudan dünya ekonomisinin gelişiminde yatmaz. Ulusçuluk; sanayileşme, kentleşme gibi süreçlerin ürünü değildir. Ulusçuluğu doğuran kapitalist ekonominin 18. yüzyıldan bu yana eşit olmayan “dengesiz” gelişimidir. Nairn’e göre dünyayı hızla etkisi altına almasının tarihsel toplumsal bir bedeli vardı. Bu bedel ulusçuluktu.

Nairn buradan bir “antiemperyalizm” kuramı çıkartır. Böylelikle Üçüncü Dünya ülkelerinin verdiği mücadeleler tarihsel gelişim süreci içerisinde bir çerçeveye oturtulabilir, ulusçuluk bu sürecin itici gücü olarak algılanabilirdi. Süreç, gelişmiş ülkelerin yarattığı baskının geri kalmış toplumlarda tepki olarak ulusçuluğu doğurmasıyla tamamlanmıyor, gelişmiş “merkez” ülkeleri de etkisi altına alıncaya kadar devam ediyordu. İngiltere, Fransa, Amerika ulusçuluğu icat etmişlerdi;

etmelerine gerek de yoktu. Ama ulus devlet bir ideolojiye kavuşunca ve ulusçuluk dünya siyasetinin yeni “normu” hâline gelince onlar da ulusçu olmak zorundaydılar.

Kısacası, ulusçuluk “sonradan görmeler”in kötü kaderi değildi. “Dengesiz kalkınma”

diyalektik bir süreçti ve uzun vade de “merkez” devletlerin ulusçuluğu da en az çevre ülkelerininki kadar kaçınılmazdı (Özkırımlı, 1999: 102-106). Hem merkez ülkeler için hem de merkezin etkisi doğrultusunda biçimlenen ülkeler için ulusçuluk modern çağın en önemli mitlerinden biridir. Çünkü bu mit ulusları bir arada tutan ve onları birbirlerinden ayıran en önemli düşünsel bağdır.

Nairn’in ulusçuluğu açıklamak için geliştirdiği ve diyalektik bir süreç olan dengesiz kalkınma modeli, Marksizm’in tarihî ve tarihî olmayan uluslar ayrımını sürdürür.

Nairn İngiltere ve Fransa gibi gelişmiş ülkelerin oluşumunu, kökenlerini sorgulamaz, onların ulusçuluğunu verili olarak kabul eder. Nairn’in ulusçuluğu gelişmiş ve az gelişmiş ülke ulusçuluğu olarak ayırıma tabi tutması ve ulusçuluğun az gelişmiş

54

ülkelerde doğduğunu iddia etmesi kronolojik açıdan yanlış olsa da önemlidir.

Colhoun’un ayrımı da benzer bir modeli yansıtmaktadır. Colhoun ulusçuluğu iki kategori etrafında toplar. Bunlardan birincisi, ulusçulukla tayin edilen alanı, “etnik ve kültürel benzerlik üzerinde sınırlar. İkinci tür ulusçuluksa mevcut siyasi ve toplumsal hâli bir veri olarak kabul eder ve kendini, tüm vatandaşlarını kapsayacak şekilde ifade eder. Her iki tür ulusçulukta kendi kendini idare etmeye muktedir bir siyasi toplumun kuruluş sorunlarına karşı bir cevap verildiği iddiasındadır (Bostancı, 1999:

44). Colhoun’un ayrımı kaba hatlarıyla ilkinin üçüncü dünyaya ikincinin ise Batı dünyasına ait olduğu şeklindedir.

Marksist bir çizgide ulusçuluğun değerlendirmesini yapan Neo-Marksistlerden İmmanuel Wallerstein’in tezleri üzerinde özel olarak durulmaya değerdir Wallerstein’a göre ulusçuluğu kapitalist gelişmeler doğurmuştur. Ama Marks’tan farklı olarak Wallerstein bunun düz ve basit bir örtüşme olmadığını, tam tersine çelişkili bir durumu ortaya çıkardığını da saptamıştır. Bir ekonomik süreç olarak kapitalizm, sermayenin sınırsız ve engelsiz dolaşımını ifade etmektedir. Dolayısıyla eğer liberal ekonomistlerin söylediği gibi sermaye tamamen piyasa marifeti ile işleyen bir olgu ise kapitalizmin ulusçuluğu doğurmuş olduğu düşüncesi yanılmaya mahkûmdur. Bu durumda beklenen evrenselciliğin hiç değilse bir dünya imparatorluğunun gerçekleşmesidir. Oysa yaşananlar hiç de bu doğrultuda gerçekleşmemiştir. Kapitalizm çağı aynı zamanda sonu gelmez ulusçu savaşların tarihidir de. Bunun nedeni Wallerstein’a göre kapitalizmin hiç de liberallerin iddia ettiği gibi işlememesinin sonucudur. Burjuva ideolojisi eşitlikçi gibi görünse de kapitalizm değildir. Wallerstein kapitalizmin eşitsiz bir tarihi olduğunu ve hiyerarşik ilişkileri özendirdiğini savunur (Öğün, 2000: 75). Bu anlamda kapitalizmin tarihi sadece toplum içinde hiyerarşik olarak bir eşitsizlik düzeni oluştururken aynı zamanda uluslararasında hiyerarşik bir ast üst düzeni inşa etmektedir.

Wallerstein ırk, ulus ve etnik grup olarak belirlediği üç toplumsal kategorinin işlevsel yönleri üzerine geliştirdiği tezler devreye girmektedir. Wallerstein’a göre ırk,

“belirgin bir fiziksel görünüşe denk düşen, genetik bir kategori”; ulus, “bir devletin gerçek ya da kurgusal sınırlarına bağlı bulunan sosyopolitik bir kategori”; etnik grup ise “nesilden nesile aktarılan bazı kalıcı davranış özellikleriyle tanımlanan ve ulustan farklı olarak kuramsal açıdan bir devletin sınırlarıyla bağlantılı bulunmayan

55

kültürel bir kategori”dir. Wallerstein bu tanımları verdikten sonra, tüm bu kategorilerin bireylerin sosyalleşmesi açısından ve grup dayanışmasının oluşturulabilmesi için gerekli kategoriler olduklarını söyler. Wallerstein bu kategorilerden her birinin küresel kapitalist ekonominin bir temel yapısal yönüne denk düştüğünü söylemektedir. Buna göre ırk kategorisi Kuzey-Güney ayrımı çerçevesinde, küresel kapitalist ekonomi içindeki dikey iş bölümünü ortaya çıkarmaktadır. Ulus kategorisi tarihsel siyasi üst yapı kurumu olan devleti belirlemekte ve devletler arası sistem bu siyasi yapı üzerinde kurumsallaşmaktadır.

Etnik grup kategorisi ise hane içi bedelsiz çalışma olgusunu meşrulaştırıcı bir işlev görmekte ve kapitalist sınıfın bu ucuz emeği kullanabilmesini sağlamaktadır.

Dolayısıyla her üç kategoride küresel kapitalist ekonominin bir ihtiyacını gidermekte, üç değişik sömürü noktasında sistemi meşrulaştırma işlevini yerine getirmektedir (Erözden, 1997: 21-22).

Sonuç olarak ulusçuluk modern toplumların ulus devlet temelinde örgütlenmesini sağlayan yegâne güç olmuştur. Ulusçuluk hem uluslaşma süreçlerinde hem de ulus temelli toplumsal yapılanmanın siyasi boyutunu oluşturan ulus devlet formunun oluşmasında temel rol oynamıştır. Nitekim millî egemenlik, millî kimlik, ülkesel, siyasi ve idari bütünlük gibi ulus devlet formunun tüm ana unsurları ulusçu ideolojiden kaynaklanan uygulamalardır (Şahin, 2009: 136). 1980’den sonra küreselleşmenin etkisini artırmasıyla birlikte ulus devleti niteleyen bu kavramların hangilerinin etkisini koruduğu, hangilerinde bir zayıflama yaşandığı ile ilgili hem dünya ülkeleri hem de Türkiye özelinde yapılan tartışmalara ve yaklaşımlara çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde daha ayrıntılı bir şekilde açıklama getirmeye çalışacağım.