• Sonuç bulunamadı

Egemenlik Anlayışında Değişim

KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET

2.5. Egemenlik Anlayışında Değişim

Küreselleşme siyasal sonuçları itibariyle ulus devlet üzerinde etkileri olan bir süreçtir. Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte, ulus devletin egemenliğinin tartışma konusu hâline gelmesi, egemenlik kavramının değişen ve

116

dönüşen yapısı siyasi anlamıyla küreselleşmenin ulus devlet üzerinde yarattığı en önemli etki olarak değerlendirilmektedir. Egemenlik kavramına ilaveten, küreselleşme süreci, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, sivil toplum gibi kavramları öne çıkarmış, bu tür değer ve normların evrenselleşmesini sağlayarak, ulus devletlerin de bu temel değerlere uygun bir yapı inşa etmelerini sağlamıştır.

Ulus devlet egemenlik yapılanması, millî egemenlik anlayışıyla şekillendirilmiş bir devlet modelidir. Millî egemenlik esasları, iç hukukta bağımsız olma amacına göre oluşturulmuştur. İlkeleri; iç işlerine karışılmaması ve dış otoritenin dışarıda tutulmasıdır. Buna göre Millî egemenliğin en önemli vasfı ise; devlet egemenliğini, herhangi bir üst otoriteye bağlı olmaksızın kurallar koyabilme, kararlar alabilme ve bu kural ve kararları uygulayabilme gücü şeklinde tasarlamaktadır (Gürsel, 2002:

16). Bu bakımdan ulus devlet egemenliğinin iki esas üzerinde yükseldiği söylenebilir. Bunların ilki siyasal otoritenin kendi yetkilerini ve temel hukuk kurallarını serbestçe belirleyebilme hak ve yeteneğidir. İkincisi ise egemenliğin kaynağı olarak ulusun kabul edilmesiyle devletin halk egemenliği esasına dayandırılmasıdır. Ulus devlet modeliyle birlikte teokratik ve aristokratik unsurlar siyasal anlamda meşruiyet zemini olma vasfını kaybetmiş; siyasi iktidarın kaynağı olarak ulus, en yüce egemenlik olarak da millî egemenlik belirlenmiştir. Tüm ulus devletlerde, parlamentolar anayasalarca en üst kurum olarak kabul edilmekte, demokratik işleyişte farklılıklar olmakla beraber, siyasi sistem millî egemenlik ilkesine göre yapılandırılmaktadır (Habermas, 2002: 25).

Millî egemenlik ilkesi kavramı ayrılmaz bir biçimde ulus devletin varlığı ile bağlantılıdır. Az ya da çok birbirinden farklı olan tanımların varlığına rağmen egemenlik, temelde bir devletin bir ülkedeki tüm ilişkiler üzerindeki üstün kontrol hakları tekelini ifade etmektedir. Williams, egemenlik kavramına ilişkin iki anahtar özellik sunmaktadır: İçsel olarak egemenlik, devletin ülkesindeki özneler üzerindeki egemenliği/hükümranlığını ifade etmektedir. Dışsal olarak egemenlik, devletlerin daha üstün bir otoriteye tabi olmamalarını anlatmaktadır. Bu egemenlik kavramı, uluslararası toplumun tüm üyelerinin eşitliğinden kaynaklanmaktadır. Egemen eşitlik doktrini, güçte eşitlik haklarda eşitlik anlamına gelmektedir (Öncü, 2006:139).

Yukarıda anlatılan egemenlik anlayışının kökeni eskiye dayanmaktadır. Ulus devletten bahsedilirken millî egemenliğe göndermeler yapılması ve bu model izaha

117

çalışılırken millî egemenliğe göre örgütlenen devlet tanımıyla sıklıkla karşılaşılması bu yüzdendir. Jean Bodin ve Thomas Hobbes’un düşünceleriyle yükselen klasik egemenlik kuramı, bu kuramı uluslararası sistemin kaynakları arasına sokan Vestfalya Barışı (1648) ve 19. yüzyılda klasik egemenlik anlayışının ulusun egemenliği formülasyonuyla daha demokratik bir içerik kazanması millî egemenlik anlayışının kilometre taşlarıdır. Klasik egemenlik anlayışında 19. yüzyılda yaşanan ulus esaslı kırılmanın, modern devleti ulus devlet formuna yerleştiren esas gelişme olduğu belirtilmelidir. Egemenlik kavramının Batı dillerindeki karşılığı olan

“sovereignit”, Latince kökenden gelen “üstün güç” anlamında bir kelimedir (Özkan, 2002: 34). Kavramın düşünce hayatına girişi Fransız hukukçu Jean Bodin’in 1577 yılında yayımlanan eseri “De la Republique” ile olmuştur. Bu eserinde, siyasi ve hukuki manada egemenliğin tanımını yapan Bodin, bir ülkede gerçek anlamda siyasi otoritenin oluşmasını; mutlak, bölünemez, sürekli, sınırsız, tüm yetkilerin kaynağı olan tek egemenlik anlayışına dayalı bir iktidar yapılanmasına bağlamaktadır (Bodin, 2016: 163-164).

Jean Bodin ve Thomas Hobbes’un düşünceleri üzerine kurulan klasik egemenlik teorisi, egemen gücün “mutlak”, “sürekli” ve “bölünmez” nitelikte olduğu görüşünü ileri sürmektedir. Egemen güç, yetkisini kullanırken, ne kendisine eşit ne de kendisinden üstün herhangi bir güce tabi değildir. Egemenlik, bir kişide, bir azınlıkta veya halkın çoğunluğunda toplanabilir. Önemli olan egemenliğin bölünmemesi, tek bir kişi ya da organda toplanmasıdır. Bir devlette, tek bir egemen güç olmalıdır.

Devlet içinde birden çok egemen güç varsa; kilise, feodal beyler veya başka güçler egemenlik iddiasında bulunuyorlarsa, böyle bir düzenin ayakta kalabilmesi mümkün değildir. Gerçekte, böyle bir durumda, egemen bir devletin varlığından da söz edilemez (Uygun, 2003: 250). Bodin ortaya attığı egemenlik kuramını sistematik bir hâle getirmek için, egemenliğin niteliklerini ve sınırlarını şöyle belirtmiştir (Ağaoğulları ve Köker, 2004: 26-43):

Egemenlik mutlaktır: En yüksek yönetme erki olan egemenlik bir başka güç tarafından sınırlandırılamaz ve toplumdaki diğer iktidar odakları egemenden kaynaklanırlar yani onun izin verdiği ölçü ve süre içerisinde vardır.

118

Egemenlik süreklidir: Egemen ile yöneticiyi sert bir çizgi ile ayıran Bodin’e göre, süreyle kısıtlı olan ya da istendiği zaman geri alınabilen bir iktidar egemenlik değil, sadece bir yetkidir.

Egemenlik bölünmez, devredilmezdir: Egemenliğin mutlak ve sürekli oluşu, onun “bir” olmasını gerektirir. Bundan ötürü, egemenlik parçalanmamak ve bir bütün olarak kalmak koşuluyla bir prenste, bir azınlıkta ya da toplumun tümünde olabilir.

Sayılan tüm bu nitelikleri içeren klasik egemenlik anlayışının nerdeyse 1950’li yıllara kadar devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Westfalya antlaşması ile başlayan süreç 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren uluslararası örgütlerin de gelişimiyle birlikte sorgulanmaya başlanmıştır. Klasik egemenlik anlayışının başlangıcı olan ve 1648’de imzalanan Westfalya Antlaşması, ulus devletin uluslararası düzendeki yerini göstermesi ve kendi sınırları içinde nasıl bir güce sahip olduğuna işaret etmesi bakımından bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Westfalya modeline göre, devletler, devletler arası hukukta eşit özneler olarak yer alan siyasi aktörlerdir (Bulut, 2003: 185). Ulus devlet ve egemenliğe çizdiği bu çerçevenin yanında “toprak” ve “otorite”, Westfalya Anlaşmasının ortaya koyduğu ve bu anlamda klasik egemenliğe damgasını vuran iki unsur olarak ön plana çıkmıştır (Davutoğlu, 2003: 48).

Westfalya anlaşması ile birlikte otorite ve sınır arasında doğrudan bir irtibat kurulmuştur. Devletin otorite kullanımı ile ulusal egemenlik alanlarını ayıran kesin bir hat olarak görülen sınır arasında kurulan bu ilişki biçimi, ulusal egemenlik açısından yeni bir durumu ifade etmektedir. Geçmiş dönemlerde de benzer hukuki standardizasyonlara rastlanmasına karşın, Westfalya anlaşması ile birlikte otorite ile toprak ve sınır arasındaki kesin hatlarla belirlenmiş bir bağımlılık ilişkisinin kurulmuş, ulus devlet ile egemenlik alanı arasındaki bağımlılık ilişkisi açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur (Bulut, 2003: 185). Küreselleşmenin bu günkü kadar etkili olmadığı zamanlarda ulus devletler güçlü sınır egemenliklerine sahiptiler ve geçişleri kontrol altında tutabiliyorlardı. Ancak küreselleşmeyle beraber insan (emek) geçişleri dışında sınır egemenliğinde zayıflama yaşanmaktadır. Neoliberal uygulamaların ve teknolojik ilerlemenin etkisiyle mal, sermaye, fikir ve bilgi geçişlerinde sınırların pek bir fonksiyonunun kalmadığı söylenebilir (Aktaran, Güngör, 2008: 172). Ayrıca, mal ve sermaye giriş çıkışlarının eskisi gibi kontrol edilememesinin güney ülkelerinde

119

yerel egemenlikte de aşınmalara sebep olduğu sıcak para krizleriyle somut bir şekilde ortaya çıkmıştır. Sınırlarda devletin kontrol gücünde görülen aşınmaların da ulus devlet modeli açısından sonun başlangıcı şeklinde değerlendirildiği görülmektedir (Yılmaz, 2004: 36; Güngör, 2008: 173). Sınır bu anlamda içerdekileri güvende hissettiren ve aitlik duygusuyla bir kimlik çerçevesinde bütünleştirirken aynı zamanda başka sınırların içinde olan kimliklerle arasına keskin bir hat çekmektedir.

Ulus devlet, kendi egemenliği altındaki alanları, sınırlar vasıtasıyla diğer egemen ülke topraklarından ayırmakta ve bu alan içinde herhangi başka bir egemenlik kaynağı veya unsuru kabul etmemektedir (Bağçe, 1999: 6). Devlet, kendi sınırları dâhilinde yasa tekeline ve zamanlama gücüne sahip bulunan otoritedir. Devletin otoritesi ülkede bulunan herkesi kapsamakta; ülkede bulunan herkes, devlet gücü dışında herhangi bir otoriteyle karşı karşıya kalmamaktadır. Devlet herhangi bir yabancı uyruklunun ülkesine girmesine veya kendi vatandaşının ülkeden ayrılmasına, yani sınır dışından sınır içine, içeriden de sınır dışına çıkışlara izin vermeme hakkına ve yetkisine sahiptir (Hasanoğlu, 2001: 74). Diğer bir deyişle, ulus devletin bir siyasal kurum olarak etkinliği büyük ölçüde toprakları üzerindeki egemenliğine bağlıdır. Bu da sınırlarından geçen bilgi, mal, kapital ve insan kaynakları üzerindeki denetimi yoluyla sağlanmaktadır (Tekeli ve İlkin, 2000: 118).

Egemenlik, başta anayasa olmak üzere mevzuattaki hukuki tanımlamalarla formel, millî para, millî bayrak, marşlar ve millî günlerdeki seremoniler aracılığıyla sembolik olarak ifade edilmektedir. En önemlisi ise egemenliğin, güç ve meşruiyet olarak somutlaşmasıdır. Çünkü reel anlamda egemenliği bu iki unsur sağlamaktadır.

Meşruiyet, egemenliğe değer boyutu katmaktadır. Bir egemenliğin kabul edilişi ancak meşruiyet boyutuyla gerçekleşebilir. Bireylerin siyasi otoriteye kendi rızalarıyla boyun eğmesi egemenliğin meşruiyeti ve devamı açısından gereklidir (Dursun, 2002: 98). Otoritenin egemenliğini tanımamak ya da otoriteye karşı çıkmak ulus devletin egemenliğini ve meşruiyetini tehlikeye atmaktadır. Özellikle mikro milliyetçilik ve etnik canlanmalarla birlikte son yıllarda yaşanan gelişmeler ulus devletlerin egemenliklerine doğrudan bir tehdit olarak görülmektedir. Bu noktada özellikle 1980’lerden sonra terörizmin de küreselleşmesi ile birlikte ulus devletlerin egemenliklerine tehditler önemli boyutlara ulaşmıştır.

120

Günümüzde egemenliğin özerklik ve bağımsızlık ana temaları üzerine kurumsallaşmış olmasından hareketle iç ve dış egemenlik şeklinde konuya yaklaşmak yaygın bir yaklaşımdır. Böylece, Westfalya’yla oluşan özerk ve bağımsız devletler sistemindeki özerklik iç egemenlikle, bağımsızlık da dış egemenlikle özdeşleştirilmektedir (Dal, 1990: 17). Klasik egemenlik anlayışı yalnızca iç egemenlik yönünden değil, dış egemenlik bakımından da büyük bir dönüşüm geçirmiştir. Devletler, birbirlerinden yalıtılmış hâlde var olmazlar. Çeşitli nedenlerle ilişkiler geliştirir, ittifaklar yapar, antlaşmalar imzalarlar. Her devletin diğerleri ile az ya da çok ilişkiye girmesi zorunluluğu, devletler arası ilişkileri düzenleyen bazı kuralların ortaya çıkmasına yol açtı. Uluslararası hukuk, devletin dış egemenliğini sınırlayan bir alan olarak gelişti. Nitekim günümüzde, devletler, başlıca ekonomik, siyasal ve askeri nedenlerle Avrupa Birliği, NATO, Amerikan Devletleri Örgütü gibi ulusüstü ya da uluslararası kuruluşlara üye olarak, bu kuruluşların alacakları kararları yerine getireceklerini taahhüt etmekte; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi gibi belgeleri imzalayarak, bu sözleşmelerde belirtilen ilkelere uyma yükümlülüğü altına girmektedir. Uluslararası kuruluşlara üyelik ve uluslararası antlaşmaların imzalanması, devletlerin, egemenliklerini kendi iradeleri ile sınırlandırmaları, mutlak ve bölünmez niteliğini ortadan kaldırmaları demektir (Uygun, 2003: 254). Özellikle ulus devletleşme süreçlerinde sorunlar yaşayan ya da ulus devlet kurgusunu geç tamamlamış gelişmemiş devletlerde bu durum daha net olarak ortaya çıkmaktadır.

1980’lerden sonra zayıf ulus devletlerin ulusal alandaki yetkileri, iç egemenlik nosyonunda küreselleşme sürecine uygun etkileşimler içermektedir. Bu anlamda ulus devletlerin kendi başlarına yaşama geçirebilecekleri iç egemenlikleri bakımından sınırlandırılmaktadır. Şöyle ki, artık bir ulus devlet ülkesinin sınırları içerisinde, anayasasını dilediği gibi saptayamamakta, istediği yasaları çıkaramamakta, kamu hizmetleri ve yönetimini dilediği gibi koruyamamakta ve işletememekte, yabancıları ülkesine kabul etmesi ve ikametlerini istediği koşullara bağlayamamakta, ulusal savunmasını istediği gibi düzenleyememektedir. Devletin bu biçimde sınırlandırılmasının nedeni uluslararası anlaşmaların bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu uluslararası anlaşmalar devletlerin uluslararası ilişkilerini de belirlemektedir. Yani devletlerin dış egemenlik konularında da iç egemenlikteki gibi aynı etkileşim söz konusudur. Zayıf ulus devletler, devletlerin birbirleriyle

121

ilişkilerini, başka devletlerin baskısı, karışması ve aracılığı olmadan serbestçe, dilediği gibi saptayamamakta, devletler uluslararası alandaki yetkilerine dayanarak öteki devletlerle çeşitli konularda anlaşmalar yapamamakta, istedikleri biçimde ilişkiler kuramamakta ve uluslararası toplumun diğer üyeleri ile eşit haklara sahip ve eşit ödevleri yüklenmiş bir üyesi olarak kendilerine böyle davranılmasını isteyememekte bu da uluslararası öğretide merkezi otoriteye sahip devletlerin doğmasından sonra gerçekleşen dış egemenlik kavramının, devletlerin eşitliği ve bağımsızlığı anlamında kullanılamamasına yol açmaktadır. Çünkü bu sayılan maddeler, merkezi ulus devletlerin iç ve dış egemenliklerinin parçalanmalar yolu ile ortadan kaldırılmalarını gerektirmektedir (Arslantaş, 2008: 171-172).

Günümüzde, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda olduğu gibi etkin, geniş ve kontrol gücü yüksek egemenlik uygulamaları artık söz konusu değildir. Ayrıca ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi de ağırlık kazanan dış faktörler ve artan ülkeler arası bağımlılık yüzünden her geçen gün giderek daha da zorlaşmaktadır. Küreselleşme kapsamında klasik egemenlik anlayışı ve kurumlarını değişime zorlayan birçok süreç söz konusudur. Bu süreçler egemenlik açısından zaten yaşanmakta olan aşınmayı hızlandırmış ve genişletmişlerdir (Şahin, 2009: 170). Küreselleşme sürecinde yaşanan pek çok gelişme, artık egemenlik açısından farklı bir noktaya gelindiğine işaret etmektedir. Bu süreçte federalizmin, kuvvetler ayrılığının, hukuk devletinin, insan haklarının, uluslararası hukukun, uluslararası, uluslar üstü örgütlerin, çokuluslu şirketlerin ve sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkmasıyla “mutlak”, “sınırsız”,

“tek”, “bölünemez” ve “devredilemez” gibi niteliklerle anılan klâsik egemenlik anlayışının savunulması imkânsız hâle gelmiştir (Arslanel ve Eryücel, 2013: 24).

Modern devletin temel dayanağı olan egemenlik kavramı bugün ülkeler arasındaki sosyal, ekonomik ve politik ilişkileri açıklamada etkisiz kalmaktadır. Klasik anlamda egemenlik, ülkenin iç ve dış ilişkilerindeki mutlak gücünü ifade etmektedir.

Günümüzde ise artık ulus devlet, karar alma mekanizmasının tek aktörü olma noktasında gücünü büyük ölçüde kaybetmiştir.

Günümüz şartlarında herhangi bir devletin mutlak egemenliğe sahip olması adeta imkânsızdır. Bu nedenle giderek yaygınlaşan uluslararası hukukun ya da anlaşmaların kapsamına giren konular, devletlerin özel yetki alanlarının içerisinde sayılmamaktadır. Dolayısıyla bu konularda belli kurallara uyulması için diğer

122

devletler tarafından yapılacak girişimlerin bir devletin iç işlerine karışmak olarak nitelendirilemeyeceği uluslararası yasalarca desteklenmektedir.

Ulus devletler ulusal ekonomilerini, paralarını, toprak sınırlarını, hatta kültür ve dillerini kontrol etme yeteneğini kaybetmiştir. Makro güç, ulus devletlerin elinden çıkarak, küresel pazarın, ulusötesi firmaların ve küresel hâle gelmiş iletişim kanallarının eline geçmiştir (Konak, 2011: 151). Ulus kavramı üzerine inşa edilen ulus devlet, küreselleşme sürecinde gerek meşruiyet kaynağının dönüşümü açısından gerekse küreselleşmenin yarattığı ekonomik, siyasi ve kültürel etkiler açısından süreçten en çok etkilenen kurum olarak ön plana çıkmaktadır (Cebeci, 2008: 24).

Özellikle 1980’li yılların başlarından itibaren son üç yüz yıla yayılan ulusların ulus devlet yapısı, kurumları ve örgütlenme biçimi giderek aşındırılma ve aşınma sürecine girmiştir. Ulus devletin aşılması ve egemenlik alanının daralması üç boyutlu bir süreçtir: Bunlardan birincisi, ulus devletin ekonomi düzlemindeki yetkilerini giderek ulusüstü kurumlara devretme durumuyla karşı karşıya kalmasıdır. Bunun bir ayağını ulusüstü, neredeyse küresel çapta üyesi olan örgütler çerçevesinde alınan kararlar oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geliştirilen Dünya Bankası, IMF, OECD ve GATT gibi örgütler, burada başat rol oynamaya başlamışlardır. Ulusüstü örgütlerde ikinci ayağı bölgesel anlaşmalarla kurulan, eski imparatorluklara alan genişliği ve nüfus büyüklüğü itibari ile benzese de yapısı farklı olan bölgesel iş birliği ve anlaşmalar oluşturmaktadır. Ulus devletin karar alma, uygulama ve denetleme gücünü aşındıran iki boyutlu ulusüstü bir oluşum böylelikle ortaya çıkmaktadır (Kaymakçı, 2007: 9). Ulus devletin gücünü azaltan önemli bir etken de, uluslararası veya uluslar-üstü organizasyonların ve anlaşmaların, hem nitelik hem de nicelik bakımından giderek artmasıdır. Böylece devlet, uluslararası alanda egemenliğinden ve hukuk yapma tekelinden bir ölçüde taviz vermek durumunda kalmaktadır.

Özellikle 1980 sonrası dönemde etkinlikleri hızla artan bu şirketler, ulus devlet egemenliğini tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Dünya Bankası yapılan araştırmalar sonucunda 500 çok uluslu şirketin aslında dünya mal ve finans piyasaların %90’a yakınını yönlendirdiği belirtmiştir. Bu şirketler, devletin işlev değiştirmesine neden olmakta ve çoğu zaman devletleri yönlendiren bir konumda bulunmaktadır. Küresel ekonomik örgütlerle gelişmekte olan ülkelerin kredi ilişkileri nedeniyle devletlerin

123

içte ve dışta istedikleri gibi davranmalarını kısmi de olsa engellemektedir. Ulus devletin karar alma mekanizmaları değişmiştir. Uluslararası örgütlerle birlikte yeni karar alma biçimleri ortaya çıkmıştır. Devletin egemenliği mutlak egemenlikten kısıtlı egemenliğe geçmiştir. Bağımsızlık kavramı karşılıklı bağımlılık ile yer değiştirmiştir (Coşkun, 2002: 388-391). Ulusötesi şirketler devletlerin güç alanını tamamen devralmayıp yavaş yavaş ilerlemekte, üretim ve yatırım yerinin belirlenmesi, teknolojik buluşların yönü işçi ilişkileri ve artık değerin mali dağılımı konularında hükümetlerle gitgide daha paralel bir otorite oluşturmaktadır (Aktaran Bahçekapılı, 2009: 29). Ulus devletin koyduğu kurallar yerine uluslararası sermayenin kuralları egemen kılınmaya çalışılmaktadır. Ulus devletin haricinde ortaya çıkan bu oluşumların ulus devleti değişime zorladığı ve devletin değişen işlevlerini gündeme getirdiğini söyleyebiliriz. Küreselleşme ile birlikte, uluslar üstü kuruluşların önem kazanması, ulus devleti siyasal anlamda zorlayan önemli bir unsur olarak kendini göstermektedir.

Ulus devlet, küreselleşme içinde hayati önemini korurken egemenliğinin parçalarını da kaybetmektedir. Artık günümüz dünyasında devletler başta “ekonomi” olmak üzere tüm alanlarda karşılıklı bağımlılık içerisindedirler. İlişkilerin bu derece iç içe geçtiği bir dünyada devletlerin mutlak egemenliğinden söz etmenin zor olduğu açıktır. Küreselleşme sürecinden kaynaklanan çeşitli güçlerin spesifik mekanizmalar yoluyla ulus devletlerin egemenliğini etkilemektedir. Bugün gelinen nokta itibarıyla küreselleşmenin millî egemenlikteki klasik ilkeleri hukuken ve fiilen aşındırdığı, egemenliğin yeni bir yapı kazanmakta olduğu söylenebilir. Küreselleşme, devlet egemenliğinin artık bölünmez olmadığını ve uluslararası organlarla paylaşılabileceğini savunmaktadır. Aslında bu süreç iki yönlü bir şekilde işlemektedir. Bir yandan küresel düzeyde siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda bir üst yapı tarafından, diğer yandan da yerel düzeyde, mikro milliyetçilikler bağlamında parçalanma ve ayrışma yoluyla aşağıdan aşındırılmaktadır. David Held, ulus devletin küreselleşme bağlamında sahip olduğu değişim yönlerini ayrıntılı olarak beş noktada ele alıp değerlendirmektedir (Vatandaş, 2002: 5-6):

1- Bugünün dünyasında etkin politik kültürün alanı artık ulusal hükümetler değildir.

Bu iktidar bölgesel, ulusal ve uluslararası düzeyde farklı güçler ve failler tarafından paylaşılmıştır.

124

2- Politik kader birliği fikri artık sadece bir ulus devletin bünyesinde anlam ifade etmemekte, politik toplulukların ve kader birliğinin çerçevesini, küresel düzlemde yer alan karmaşık ekonomik, örgütsel ve kültürel süreçler ve yapılar belirlemektedir.

3- Ulus devletin otoritesi ile bölgesel ve kültürel düzeylerdeki siyasi ve ekonomik iradeler ve uygulamaları arasında giderek büyüyen kopukluklar oluşmaktadır. Bu kopuklukların yol açtığı en önemli durum; artık ulus devletlerin kendi yurttaşları için doğru ve uygun politikaları uygulayacak tek irade olmaktan çıkmasıdır.

4- Ulusal irade, küreselleşme sürecinin etkisiyle, önemli alanlarda ve konularda çapraz ilişkiler, aidiyetler, birbiriyle bağlantılı yasal düzenlemeler ve otorite yapılarıyla, makro düzeyde açık veya örtük dönüşüme uğramaktadır.

5- Artık bir ulus devletin, sadece fizik gücüne dayanarak sınır sorunlarını çözmesi mümkün değildir. Böylesi bir girişim küresel düzeyde uygun görülmemekte, meşruiyet kazanmamaktadır.

Held; siyasal, ekonomik, toplumsal faaliyetin dünya çapında bir eyleme dönüşmesi ve artan karşılıklı bağımlılık çerçevesinde ulus devletin egemenliğini sorgulamaktadır. Held’e göre modern devletlerin ve modern toplumun örgütlenme modelleri ve yapısında sürekliliğin var olduğunu savunmakla, onların biçim ve dinamiklerinde yeni olan hiçbir şeyin olmadığını savunmak ayrı şeylerdir. Aradaki temel fark, bir tarafta kentler ve/veya şehir merkezlerindeki ekonomik faaliyet alanı söz konusu iken, diğer tarafta ise hegemon güç dahi olsa her bir ulus devlet üzerinde kontrol sağlayan küresel ekonomik sistemi; bazı devletlerin üzerinde sınırlı nüfuza sahip olduğu uluslarüstü iletişim ve ulaşım ağlarının aşırı genişlemesini; hegemon güçlerin alanını denetleyebilen ve sınırlayabilen uluslararası örgüt ve yönetsel

Held; siyasal, ekonomik, toplumsal faaliyetin dünya çapında bir eyleme dönüşmesi ve artan karşılıklı bağımlılık çerçevesinde ulus devletin egemenliğini sorgulamaktadır. Held’e göre modern devletlerin ve modern toplumun örgütlenme modelleri ve yapısında sürekliliğin var olduğunu savunmakla, onların biçim ve dinamiklerinde yeni olan hiçbir şeyin olmadığını savunmak ayrı şeylerdir. Aradaki temel fark, bir tarafta kentler ve/veya şehir merkezlerindeki ekonomik faaliyet alanı söz konusu iken, diğer tarafta ise hegemon güç dahi olsa her bir ulus devlet üzerinde kontrol sağlayan küresel ekonomik sistemi; bazı devletlerin üzerinde sınırlı nüfuza sahip olduğu uluslarüstü iletişim ve ulaşım ağlarının aşırı genişlemesini; hegemon güçlerin alanını denetleyebilen ve sınırlayabilen uluslararası örgüt ve yönetsel