• Sonuç bulunamadı

Türkiye'de ulus devlet ve küreselleşme ilişkisi, 1980-2002

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Türkiye'de ulus devlet ve küreselleşme ilişkisi, 1980-2002"

Copied!
316
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

KIRIKKALE ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

TÜRKİYE’DE ULUS DEVLET VE KÜRESELLEŞME İLİŞKİSİ, 1980-2002

DOKTORA

Hazırlayan YAŞAR YEŞİLYURT

Danışman

Prof. Dr. Sıtkı YILDIZ

OCAK-2019 KIRIKKALE

(2)

KABUL-ONAY

Prof. Dr. Sıtkı YILDIZ danışmanlığında Yaşar YEŞİLYURT tarafından hazırlanan

“Türkiye’de Ulus Devlet ve Küreselleşme İlişkisi, 1980-2002” adlı bu çalışma jürimiz tarafından Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim dalında Doktora tezi olarak kabul edilmiştir.

17/01/2019

Prof. Dr. Sıtkı YILDIZ

Prof. Dr. Dolunay ŞENOL Doç. Dr. Metin YÜKSEL

Dr. Öğr. Üyesi Mehmet DOĞAN Dr. Öğr. Üyesi Ejder ÇELİK

Yukarıdaki imzaların adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım.

17/01/2019

………

Enstitü Müdürü

(3)

KİŞİSEL KABUL SAYFASI

Doktora Tezi olarak sunduğum “Türkiye’de Ulus Devlet ve Küreselleşme İlişkisi, 1980-2002” adlı çalışmanın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve faydalandığım eserlerin kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak faydalanılmış olduğunu beyan ederim.

17/01/2019 Yaşar YEŞİLYURT

(4)

i ÖNSÖZ

Bir ulus devlet olarak inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti 1980’den sonra küreselleşmenin etkileriyle birlikte önemli değişimler yaşamıştır. Çalışmamda hem bu yapının özelliklerini hem de çalışmamın esas sınırını ve çerçevesini oluşturan 1980-2002 arasında küreselleşme doğrultusunda Türkiye ulus devletinin yapısı ve özelliklerinde ne gibi değişimlerin olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Çalışma tarihsel olarak 1980-2002 arası dönemle sınırlandırılmıştır. Özellikle 1980’den sonrasının küreselleşme çağı olarak adlandırıldığı bu dönemde tüm dünyada ve Türkiye’de ulus devletlerle ilgili tartışmaların hızlandığı ve ulus devletlerin geleceğine ilişkin öngörülerin hızla önem kazandığı görülmektedir. Ancak genellikle ideolojik yaklaşımların şekillendirdiği bu öngörülerin birbirinden çok farklı olduğu söylenebilir. Kaldı ki ulus devlet olgusu hâlâ bitmemiş bir süreç olarak tartışılmaya devam etmektedir. Her sosyal değişmenin açık veya gizli pek çok sonucu olduğu gibi her sosyal değişmeye de tesir eden pek çok da faktör vardır. Bu anlamda 1980’den sonra küreselleşmenin Türkiye ulus devlet yapısı üzerindeki ekonomik, siyasal ve kültürel etkilerini tespit etmek sosyolojik açıdan önemlidir. Bu nedenle konu üzerinde düşünülmeye ve çalışılmaya değer bulunmuştur.

Çalışmam sırasında yardımlarını esirgemeyen, bu konuda beni teşvik eden ve aynı zamanda esas işimin bu çalışma olduğunu hatırlatarak tezimin bitirilmesinde emeği olan tez danışmanım Sayın Prof. Dr. Sıtkı YILDIZ’a, hem yüksek lisans yaptığım dönemde hem de doktora döneminde gerek aldığım derslerde değerli katkılarıyla hem de doktora tezimle ilgili fikir ve önerileriyle yol gösteren bölüm başkanımız Sayın Prof. Dr. Dolunay ŞENOL’a, tezimin metodolojik olarak sınırlarının ve çerçevesinin belirlenmesinde değerli görüşleriyle beni yönlendiren Sayın Doç. Dr.

Metin YÜKSEL, Sayın Dr. Öğr. Üyesi Ejder ÇELİK ve Sayın Dr. Öğr. Üyesi Mehmet DOĞAN hocama teşekkürlerimi sunarım.

Ayrıca 40 yaşından sonra tekrar öğrenci olmam nedeniyle vakitlerinden çaldığım ama beni bu çalışmayı bitirmem konusunda her zaman teşvik edici olan aileme de teşekkürlerimi sunarım.

(5)

ii ÖZET

1980’den sonra Küreselleşme süreci ile birlikte dünyada önemli değişim ve dönüşümler yaşanmaktadır. Bilgi iletişim teknolojilerinde yaşanan hızlı gelişmeler zamanı ve mekânı akışkan hâle getirmekte toplumları ekonomik, siyasal ve kültürel olarak birbirine yakınlaştırmakta ve sınır kavramını her anlamda geçişken hâle getirmektedir. Ekonomik anlamda küresel kapitalizm uluslararası şirketler yoluyla ulus devletlerin ekonomi politikalarını tek başlarına belirlemede yeterli olmadığı düşüncesini beraberinde getirmiştir. Siyasal anlamda da demokrasi, sivil toplum, insan hakları ve kamu yönetimi alanlarında egemenliğinin aşındığı bir süreci beraberinde getirmiştir. Kültürel anlamda ise küresel bir kültürün etkilerine hemen hemen birçok alanda yaşandığına şahit olmaktayız. Bu küresel kültür sadece fiziki olarak ulus devletin sınırlarını ortadan kaldırmamakta aynı zamanda kültürel olarak sınırları aşıp yerel kültürler üzerinde etkide bulunmaktadır. Bu bağlamda küreselleşme Batı merkezli bir kültürün dayatmalarına maruz kalırken aynı zamanda yerel kültürlerin de daha belirgin olarak ön plana çıkmasını beraberinde getirmektedir. Ulus devletin temel niteliklerinden olan egemenlik, millî kimlik, vatandaşlık, milliyetçilik gibi olgular küreselleşmenin etkileriyle beraber önemli değişimler geçirmekte ve ulus devlet bu değişmeler doğrultusunda yeniden şekillenmektedir. Küreselleşme her ne kadar ulus devletleri zayıflatan veya aşındıran bir süreç gibi görünse de, küresel sermayenin bir ülkede aktif olmasında ulus devlet yönetiminin yetkisine tabi olması artan terör olaylarının giderek küreselleşmesi, savaşlar ve terör olayları sonucunda meydana gelen göçler, yükselen milliyetçilik ve etnik milliyetçilik akımları, uluslararası örgütlerin küresel ve bölgesel barışı sağlamada yetersiz kalması gibi durumlar ulus devletlere olan ihtiyacı ortaya koymaktadır.

Bu çalışmanın odağını bir ulus devlet olarak kurulmuş olan Türkiye ulus devletinin küreselleşmenin etkileri doğrultusunda özellikle siyasal ve kültürel alanda nasıl bir değişim ve dönüşüm geçirdiğinin analizi oluşturmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye’yi çeşitli düzeylerde etkileyecek olan Küreselleşme sürecinin siyasal ve kültürel etkilerini analiz etmek önemli hâle gelmektedir. 1980 dönemi ile birlikte Türkiye’nin, geri dönülmez bir biçimde liberalleşme ve küreselleşme sürecinin etkileri nedeniyle toplumsal ve siyasal yapısı dönüşüme uğramış bu değişimde

(6)

iii

Avrupa Birliği’ne katılım çabaları ve bunun Türkiye ulus devlet yapısına etkileri de önemine istinaden üzerinde durulmuştur. 1980’den sonra yaşanan bu değişimleri sadece küreselleşme sürecine bağlamak gibi sosyolojik ve metodolojik bir hataya düşmeden odak noktası olarak küreselleşmeyi esas alarak yaşanan değişim ortaya konmaya çalışılmıştır. Çünkü 1980’den sonra Türkiye ne sadece siyasi ve ideolojik bir küreselleşmenin etkisinde kalmış ne de sadece tarihsel bir zorunluluğun gereği olarak değişime uğramıştır. Bu nedenle değişim ve dönüşümleri tek bir olay ve nedene indirgemek yanlış sonuçlar doğurabilir. 1980’den sonra 24 Ocak kararlarının uygulanmasıyla başlayan değişim dönemi, Turgut Özal dönemiyle devam etmiş ve Türkiye küreselleşmenin getirdiği değişime entegre olma gayreti içinde olmuştur.

Küreselleşme ile birlikte bu sürecin beraberinde getirdiği liberalizm, neoliberalizm, demokratikleşme, sivil toplum ve insan haklarına duyulan önemin artması gibi tüm dünyada yaşanan değişimin Türkiye’de kimi zaman inişli çıkışlı olsa da yaşandığını göstermektedir.

Anahtar Kelimeler: Ulus, Ulusçuluk, Ulus Devlet, Küreselleşme, Sivil Toplum, Demokratikleşme, Millî Kimlik, Türkiye, Avrupa Birliği.

(7)

iv ABSTRACT

After 1980, with the globalization process, significant changes and transformations are experienced in the world. The rapid developments in information and communication technologies bring the societies together in economic, political and cultural terms in order to make time and space fluid. In the economic sense, global capitalism has led to the idea that nation-states, through international companies, are not sufficient to determine their economic policies on their own. In political terms, democracy, civil society, human rights and public administration have brought about a period of erosion. In the cultural sense, we are witnessing the effects of a global culture in many areas. This global culture not only eliminates the borders of the nation state physically, but also crosses the cultural boundaries and influences local cultures. In this context, while globalization is exposed to the impositions of a Western-based culture, it also brings more prominent local cultures to the fore. The main characteristics of nation state, such as sovereignty, national identity, citizenship and nationalism, are undergoing significant changes with the effects of globalization and the nation-state is reshaped in line with these changes. Although globalization seems to be a process that undermines or eradicates nation states, global capitalization of global capital in a country is subject to the authority of the nation state administration. situations such as the failure of organizations to ensure global and regional peace reveal the need for nation-states.

This is the focus of the study was established as a nation-state of Turkey in line with the impact of globalization on the nation-state form of political and cultural fields had that kind of change and transformation analysis. In this respect, Turkey is still important to come to analyze political and cultural effects of globalization which will affect at various levels. with 1980's era in Turkey, irreversible manner liberalization and due to the effects of the globalization process of social and political structure in this change transfoz European Union accession efforts and the effects thereof Turkey to the nation-state is also emphasized with reference to the importance. It is tried to reveal the changes taking place on the basis of globalization as a focal point without any sociological and methodological error such as connecting these changes that occurred after 1980 only to the globalization process. nor it has just undergone a change as required by a historical necessity, because what Turkey after 1980 have

(8)

v

stayed only a political and ideological influence of globalization. Therefore, reducing the changes and transformations to a single event and cause a false result. After 1980, with implementation beginning January 24 decision of the exchange period, he continued with Turkey Turgut Ozal era and has been in the effort to integrate the changes brought about by globalization. liberalism brought about this process with globalization, neo-liberalism, democratization, shows that civil society and the importance of sound to the human rights of the changes taking place all over the world, such as the increase sometimes in Turkey bumpy though experienced.

Key words: Nation, Nationalism, Nation State, Globalization, Civil Society, Democratization, National Identity, Turkey, European Union.

(9)

vi

KISALTMALAR

AB: Avrupa Birliği

ABD: Amerika Birleşik Devletleri AET: Avrupa Ekonomik Topluluğu AİHM: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AKÇT: Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ANAP: Anavatan Partisi

APEC: Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği BM: Birleşmiş Milletler

ÇUŞ: Çok Uluslu Şirketler DPT: Devlet Planlama Teşkilatı DTÖ: Dünya Ticaret Örgütü

GATS: Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması

GATT: Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması GSMH: Gayri Safi Milli Hasıla

ILO: Uluslararası Çalışma Örgütü IMF: Uluslararası Para Fonu KİT: Kamu İkitisadi Teşebbüsü MGK: Millî Güvenlik Kurulu

MIA: Çok Taraflı Yatırım Antlaşması

NAFTA: Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi NATO: Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü OECD: Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği STK: Sivil Toplum Kuruluşu

TAFTA: Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması (Thailand-Australia Free Trade Agreement)

UNESCO: Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü WB: Dünya Bankası

WHO: Dünya Sağlık Örgütü

(10)

vii

İÇİNDEKİLER

KABUL ONAY ...

KİŞİSEL KABUL SAYFASI ...

ÖNSÖZ ... i

ÖZET ... ii

ABSTRACT ... iv

KISALTMALAR ... vi

İÇİNDEKİLER ... vii

GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM ULUS, ULUSÇULUK VE ULUS DEVLET 1.1. Ulus ... 25

1.2. Ulusçuluk ... 44

1.2.1. Modernist Yaklaşımlar ... 47

1.2.2. Etno-Sembolcü Yaklaşım... 55

1.3. Ulus Devlet: Yapısı ve Temel Unsurları ... 63

1.3.1. Ulusun Tarih Dışılığı Tezi ... 67

1.3.2. Ulusun Modernliği Tezi ... 67

İKİNCİ BÖLÜM KÜRESELLEŞME VE ULUS DEVLET 2.1. Çeşitli Boyutlarıyla Küreselleşme Kavramı ... 85

2.2. Küreselleşme Sürecinin Ulus Devlet Üzerindeki Etkisi ... 97

2.3. Ekonomik Açıdan Küreselleşmenin Ulus Devlet Yapısına Etkileri ... .107

2.4. Siyasi Açıdan Küreselleşmenin Ulus Devlet Yapısına Etkileri ... 113

2.5. Egemenlik Anlayışında Değişim ... 115

2.6. Bölgeselleşme ... 129

(11)

viii

2.7. Yerelleşme ... 134

2.8. Kültürel Açıdan Küreselleşmenin Ulus Devlet Yapısına Etkileri ... 152

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’DE ULUS DEVLET VE KÜRESELLEŞME İLİŞKİSİ, 1980-2002 3.1. Küreselleşmenin Siyasal-Kültürel Etkileri ... 158

3.1.1. Devletin Dönüşümü ... 168

3.1.2. Çok Kültürlülük ve Kimlik ... 174

3.1.3. Ulusçuluk/Milliyetçilik ... 183

3.1.4. Vatandaşlık ... 186

3.2. Türkiye’de Yerelleşme ... 190

3.3. Sivil Toplum ... 202

3.4. Demokratikleşme ... 218

3.4.1. Dernek Kurma Hakkı ... 229

3.4.2.Toplanma Hürriyeti ... 230

3.4.3. Din Hürriyeti ... 230

3.4.4. İşkence ve Kötü Muamelenin Önlenmesi ... 230

3.4.5. Azınlık Hakları ... 231

3.4.6. İnsan Haklarının Milletlerarası Korunması ... 231

3.4.7. Sivil -Asker İlişkileri ... 231

3.5. Küreselleşmenin Türkiye Avrupa Birliği İlişkileri Üzerine Etkileri ... 235

3.5.1. Türkiye’nin Avrupa Birliğine Üyelik Süreci ... 237

3.5.2. Türkiye-AB Tam Üyelik Süreci ... 238

SONUÇ ... 259

KAYNAKÇA ... 274

(12)

1 GİRİŞ

1980’den sonra küreselleşmenin etkisini artırmasıyla birlikte birçok olgunun yeniden tartışmaya açıldığı bilinen bir gerçektir. Bu olgulardan bir tanesi de ulus devlettir. Bu olguyla birlikte ulus, uluslaşma ve ulus devlet kavramları da çeşitli vesilelerle tartışılmaktadır. 1980’lerden bu yana ekonomik yapının neoliberal eksenli politikalarla dönüştürülmesi çalışmaları ve küreselleşme sürecine bağlı olarak gerçekleşen siyasal, yönetsel, toplumsal ve kültürel yapıya ilişkin önemli düzenlemeler özellikle Türkiye’de de etkisini göstermeye başlamıştır. Küreselleşme süreci genel itibarıyla tüm dünya devletlerini, özel olarak da Türkiye’yi çeşitli boyutlarıyla etkilemeye devam etmektedir. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği bilimsel ve teknolojik gelişmelerin hızlanması, küresel sermaye ve iş gücü alanlarında yaşanan dönüşümler neticesinde ulus devletle ilgili tartışmalar yeni bir boyut kazanmıştır. İmparatorluk geçmişine sahip Türk toplumu açışından ulus devlet olgusu Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinden başlayarak günümüze dek siyasi ve bilimsel platformlarda tartışılan önemli bir konu olmuştur. Bu tartışmalar özellikle sosyal ve siyasi dönüşümlerin yaşandığı evrelerde daha yoğun hâle gelmiş, gerek iç gerekse de dış etkenler bağlamında ulus devletle ilgili hem iyimser hem de kötümser senaryolar üretilmiştir. Bu konu aslında Türkiye ile sınırlı olmayıp dünya genelinde yaşanan önemli tartışmalardan birisidir.

Küreselleşme sürecinde toplumların yeniden yapılanmaya başlaması, ulus devletlerin bu yapılanmada nasıl bir değişim geçireceği önemli hâle gelmiştir. Küreselleşmeyle beraber gelen bu yeni süreçte değişimden en büyük payı kuşkusuz ulus devletler almaktadır. Bu bağlamda akademik çevrede konuyla ilgilenen birçok kişi, ulus devletlerin sonunun gelip gelmediği konusuna yanıt aramaktadır. Küreselleşen dünyada uluslarüstü bütünleşmelerin önem kazandığı düşünüldüğünde, ulus devletlerin yetkilerinin daraltıldığı ve dolayısıyla ulus devletlerin bundan olumsuz yönde etkilendiği sonucuna varılabilir. Küreselleşme olgusu, ulus devleti ulus kavramından koparma ve ulusal kimliği dışlama durumuna getirerek, bu süreçte ulus devletleri yeniden yapılanmaya zorlamaktadır. Küreselleşmenin sınırları yok sayan entegrasyonu ulus devletin egemenlik gücünü giderek zayıflatmaktadır. Siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarda önemli değişimlere yol açarak ulus devlet yapısının temellerini sarsan küresel süreç bu anlamda Türkiye’yi de büyük ölçüde

(13)

2

etkilemektedir. Uluslararası sermayenin ve çok uluslu şirketlerin bu küresel süreçle birlikte Türkiye’ye girmesi Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısında önemli değişimlerin meydana gelmesine neden olmuştur. Bu çalışmamızda küreselleşmenin anlam ve tanımlanmasının yanında ulus devletin yapısı ve küreselleşme ile olan ilişkisi ve küreselleşme sürecinin Türk ulus devlet yapısı üzerindeki etkileri 1980- 2002 arasındaki zaman diliminde çözümlenmeye çalışılmıştır.

Ulus devlet, birçok toplumsal olgu gibi belli bir tarihsel süreç içinde ortaya çıkmıştır.

Ulus devletin gelişiminde günümüz siyasal kültürüne yapısal ve kurumsal nitelikli birçok miras bırakan Kapitalizm, Merkantilizm, Fizyokrasi, Modernleşme, Fransız Devrimi, İngiliz Sanayi Devrimi ve Bilimsel ve Felsefi düşünürler etkili olmuşlardır.

Smith (2002a: 172-177) ulus oluşumunu Orta Çağ’a kadar götürmenin mümkün olduğuna işaret ederek, Avrupa’da ortaya çıkan ve ulus devlet oluşumuna katkıda bulunan devrimsel nitelikli üç gelişmeden söz eder. Bunlardan ilki, ekonomik entegrasyon sonucunda devletin merkezî konuma gelmesiyle bölgesel ve etnik bağlılıkların ikici planda kalmasıdır. İkincisi, bilimsel gelişmelerle desteklenen teknik uzmanlık ve bürokrasinin yükselişinin, kaynaklardan yüksek verimlilikle yararlanılmasını ve egemenliğin güçlendirilmesini sağlamasıdır. Üçüncüsü, kültürel alanda geleneksel kilise kökenli otoritelerin devlet egemenliği ve vatandaşlık eşitliği ekseninde gelişen bir dünyevi kurtuluş amacına dönüşmesi ve bu amaca hizmet eden bir entelijensiyanın gelişerek devletin hâkimiyet alanında kültürel bütünlük oluşturma çabasına girmesidir. Ulusun oluşumu, ulusçulukların ortaya çıkması ve ulus devlet yapılarının hangi özellikleriyle belirginleştiği noktasında temel olarak üzerinde hemfikir olarak kabul edilen görüşleri ana hatlarıyla vurgulamamızın en önemli amacı ulus devlet yapısının temel özelliklerini ortaya koymaya çalışmaktan ibarettir. Bu anlamda ulus devletin oluşumuna etki eden birçok önemli olay ve olguya değinmeden bu yapının anlaşılması ve analiz edilmesi mümkün değildir.

Fransız Devrimi’ni de ulus devletlerin oluşumunda bir milat olarak kabul etmek gerekir.

Fransız Devrimi, ulus kavramına yeni ve seküler bir anlam kazandırması anlamında bir dönüm noktası olmuştur. Fransız Devrimi’nden sonra ulus, sınırları belirli bir coğrafyada yaşayan yurttaşlar topluluğunu ifade etmiştir. Kutsallıktan arındırılan yeni devlet, meşruiyeti aklın ilkelerine dayandırarak seküler bir anlam

(14)

3

kazandırmıştır. Akıl ve özgür iradeye dayalı toplumsal sözleşme temelinde oluşan bireyler topluluğu egemenliğin tek kaynağı konumuna gelmiştir. Böylece ulus devlet Alman geleneğinin aksine “etnik, dilsel veya dinsel” homojenlikten çok özgür iradeli yurttaşların uzlaşılarında temellendirilerek dinsel, etnik veya dilsel kökenli toplumsal kimlikler yurt ve özgür irade çerçevesinde şekillenen ulusal kimlik içinde eritilmiştir (Aydın, 1993: 34-40). Bu bağlamda modern dönemin toplumsal şartları, geleneksel toplumsal örgütlenmeleri ortadan kaldırmış, bunun sonucunda akıl ve özgür birey ekseninde örgütlenen ulus devletler ortaya çıkmıştır. Ulus devletler siyasal ve ekonomik alanlarda merkeziyetçilik, kültürel alanda standartlaşma, vatandaşlık temelinde hukuksal eşitlik, belirli bir toprak parçası üzerinde mutlak hâkimiyet ve sınırları içerisinde şiddet kullanımını tekelinde bulundurmasıyla karakterize olmuştur. Bu nitelikleriyle ulus devlet bütünleştirici bir sistem görünümü arz etmekte ve kendilerinden önceki örgütlenme modellerinden ciddi biçimde farklılaşmaktadır.

Yeni ve modern bir kurgu olan ulus devletler ekonomik anlamda da önemli değişimleri beraberinde getirmiştir.

Özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmelere koşut olarak sermayenin küresel alanda geniş bir hareket kabiliyeti kazanması ve ulusüstü örgütsel yapılanmaların ortaya çıkması, vergilerin toplanması ve ulusal gelirin dağıtılmasında merkezî bir konumda bulunmaları ulus devletleri diğer kendinden önceki yapılanmalardan ayırmaktadır. Günümüzde ulusal ekonominin oluşturulması ve yürütülmesinde uluslararası ekonomik ilişkilerin belirleyiciliklerinin arttığından söz etmek mümkünse de ekonomik alanda ulus devletler, temel aktör olma konumlarını hâlâ sürdürmektedirler.

Erözden’e göre (1997: 8-9) 18. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya başlayan ulus devlet modeli, Orta Çağ’ın sonunda millî monarşilerin ortaya çıkışıyla başlayan bir örgütlenme biçimini ifade eder. Orta Çağ’ın sonunda başlayan bu örgütlenme biçimi tam anlamıyla on dokuzuncu asırda gerçek yapısına kavuşmuştur. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise ulus devlet küresel ölçekte yaygınlık kazanmış bir siyasi örgütlenme modelidir. Günümüzde Birleşmiş Milletler örgütüne üye devletlerin hemen tamamı ulus devlet kurgusu esas alınarak yapılmıştır Erözden evrensel ölçekte yaygınlık gösteren ulus devletleri üç temel gruba ayırmaktadır. Birinci grupta, Avrupa merkezli ulus devletler; ikinci grupta Amerika kıtasında gözlenen

(15)

4

yerli halkın soykırımla ortadan kaldırılması ve yerine tümüyle göçmen bir nüfusun getirilmesiyle oluşturulan ulus devletler, üçüncü grupta ise 20. yüzyılın ikinci yarısında sonra ortaya çıkan sömürgelikten sıyrılma hareketleri sonucu oluşan ulus devletler yer almaktadır. 20. yüzyılın son çeyreğinde Büyük ulus devletlerin parçalanmasıyla birlikte oluşan ki milliyetçi cereyanların ve etnik ayrımcılığın etkisi olmuştur, daha mikro düzeyde yeni ulus devletler ortaya çıkmıştır. Balkanlardan Yugoslavya’nın dağılmasıyla oluşan yeni ulus devletler ve Sovyetler Birliği’nin parçalanmasıyla oluşan ulus devlet kurguları buna örnek verilebilir.

Ulus devletler esas itibariyle modern dönemin bir ürünü olsa da geleneksel dönemin toplumsal kurumları modern devletin ve onun egemen biçimi olan ulus devletin alt yapısını hazırlayarak zamanla tarihteki yerlerini almışlardır (Balibar ve Wallerstein, 1993: 111). Bu bakımdan ulus devlet her ne kadar modern dönemlere özgü bir devlet biçimi olsa da ulus devlet biçiminin oluşmasında birçok olgunun etkili olduğunu siyasi, ekonomik, toplumsal olgulardan bağımsız bir biçimde ele almanın pek de mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Ulus devletin anlaşılabilmesi için modernleşmenin, ulus ve ulusçuluk kavramlarının anlaşılması gerekmektedir. Çünkü ulusçuluk bir ideoloji olarak çekirdek etnisiteleri ulus yapan, milletle devleti birbirine bağlayan bir bağ ulus devlet modelini şümule erdiren tarihî gelişmedir (Delannoi, 1998: 32). Ulusçuluk (milliyetçilik), çalışmamızda farklı kuramsal yaklaşımlarla ele alınıp incelenmiştir. Milliyetçiliğin kuramsal çözümlemelerinde temel yaklaşımlar;

ilkçi, modernist ve etnosembolcü çözümlemelerdir. İlkçiler, “ulusları doğal ya da eski çağlardan beri var olan yapılar olarak” görürlerken; modernistler, “kapitalizm, sanayileşme, merkezî devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi modern süreçler”in ulus ve ulusçuluğu ortaya çıkardığı ya da ortaya çıkmalarına eşlik ettiği görüşündedirler. Etnosembolcüler, bugünün uluslarını bir gelişmişlik sürecinin ürünü olarak değerlendirdiklerinden ulusçuluk çözümlemelerinde, geçmişteki etnik köken ve kültüre vurgu yaparlar (Özkırımlı 1999: 75-219).

Dolayısıyla bu kavramları anlamadan ulus devleti ve yapısını kavramak ve bu kavramlar doğrultusunda Türkiye’de ulus devletin doğuşunu ve 1980 sonrası değişen süreci anlamak mümkün değildir. Yaşanan değişimin iyi anlaşılabilmesi için hem tarihî gelişmelerin hem de kavramsal çözümlemenin ulus devlet yapısını anlamada yararlı olacağını düşünmekteyim. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin

(16)

5

kuruluş sürecini ve temelinde yer alan düşünsel yapıyı Osmanlının son döneminden itibaren alarak özetlemek hem Türk ulus devlet yapısını anlamamızı hem de 1980’den sonra yaşanan değişimi ve dönüşümü anlamamızı kolaylaştıracağından kısaca özetlemekte fayda bulunmaktadır.

Osmanlının son dönemlerinde başlayan modernleşme politikalarını aynı zamanda ulus devlete giden yolda önemli kilometre taşları olarak görmek gerekir. Çünkü Türkiye ulus devlet yapısını Osmanlı bakiyesinden ayrı düşünmek tarihsel bağlam açısından mümkün gözükmemektedir. Batı Avrupa’daki modernleşme Sanayi Devrimi’nin yol açtığı değişim ilişkileri neticesinde gerçekleşmişti. Buna karşın Osmanlı Devleti’ndeki ekonomik, sosyal ve kültürel değişim Batı Avrupa’dakine göre tamamen farklı koşullara bağlı olarak başladı. Osmanlı Devleti, askerî mağlubiyetler ve toprak kayıpları sonucunda savunmaya dayalı bir modernleşme modelini benimsedi. Reformlar bürokratik seçkinler tarafından devleti muhafaza için başlatılmış ve aynı zamanda “yukarıdan” dayatılmıştır. “Batılılaşma” olarak adlandırılan reform politikası Osmanlı toplumundan yükselen taleplerden ziyade İmparatorluğa etki eden dış faktörlerden dolayı ülke gündemine girmiştir.

Dolayısıyla yeni Cumhuriyet’le birlikte ulus devlet yapısı biçimlenirken Osmanlının son döneminde yaşanan gelişmeleri anlamak önemli hâle gelmektedir. Bu nedenle Türkiye’de ulus devlet yapısını anlamak ve geleceği görmek açısından Osmanlı-Türk modernleşme tarihindeki toplumsal, kültürel, dinî, siyasi ve ekonomik alandaki değişim ve dönüşüm hareketlerine bakmak gerekmektedir.

Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın ortalarından itibaren giderek artan modernleşme çabaları ve devleti içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için gereken çözüm arayışları, ulus devlet kuramları bağlamında ele alındığında bütün bu çabaları aynı zamanda yeni bir ulus devletin kuruluşu olarak da değerlendirmek mümkün olur ve üstelik böyle yapmakla “yeni ve modern” Türkiye’nin doğuşunu aşağı yukarı 19.

yüzyılın ortalarına denk gelen bu döneme dayandırmak bir anlam kazanır. Bu dönem ile başlayan ve 1923 yılında ise resmiyet kazanarak fiziki bir gerçeklik hâlini alacak olan bu yeni ulus devleti oluşturacak ve bir arada tutacak dinamiklerin başında ise kültür ve özellikle de kitle iletişim araçları üzerinden yayılan seçkinci bir kültür anlayışı gelmektedir. Bu seçkinci anlayış ulus devletin kuruluşundan sonrada ulus devletin temel nitelikleri arasında ve özellikle memurlar ve askerî bürokratik elit

(17)

6

aracılığıyla devam ettirilmiştir. Özellikle Tanzimat’la birlikte başlayan modernleşme ve Batılılaşma hareketlerini bu bağlamda iyi okumak Türk ulus devlet yapısını anlamamız açısından oldukça önemlidir.

Türkiye’de modern devletin doğuşu, 19.yüzyıl tarihsel ve siyasal koşullarına dayanır.

Osmanlı İmparatorluğu, son dönemlerinde, çözülme sürecine girmiş olmasından dolayı bu dönemde uygulanan politikalar devletin bekasına yönelik olmuştur. Bu politikaların temel hedefi ise Batı toplumlarının erişmiş olduğu seviyeyi yakalamaya yönelik Batılı ve modernist politikalar olmuştur. Osmanlı mirası üzerinde kurulmuş bir ulus devlet olarak ortaya çıkmış olan Türkiye ulus devleti Osmanlının son dönemlerinden itibaren benimsenen Batılı değerlere yönelik politikaları Cumhuriyet Dönemi’nde de benimsemeye devam etmiştir. Bu bakımdan Osmanlının son döneminde başlayıp Cumhuriyet’le birlikte devam eden değişimleri ve yeni kurulan Türkiye ulus devlet yapısını belli bir tarihsel bütünlük içinde ele almak için

“yapı”daki değişmeleri, kırılma noktalarını belirleme zorunluluğu bulunmaktadır. Bu açıdan öncelikli olarak Osmanlı sistemini anlamak ve Osmanlıdan Cumhuriyet’e ne gibi sosyal siyasal ve ekonomik değişmelerin olduğunun belirlenmesi gerekir.

Modern devletin ilk deneme dönemi olarak adlandırabileceğimiz 19. yüzyıl Osmanlı reform hareketleri, Cumhuriyet Dönemi modern ulus devlet uygulanmasına önemli birikimler bırakmıştır. Bu nedenle Osmanlıda modern ulus devlet oluşumuna zemin hazırlayacak gelişmeleri değerlendirmemizde fayda vardır.

Kavram olarak ‘ulus’ düşüncesinin Türkiye siyaset anlayışına geç bir dönemde girdiği doğruysa da, öncesinde kullanılan millet kavramı ulus kavramın yüklendiği içeriğe ve değerlere vurgu yapıyordu. Ancak sosyopolitik örgütlenme olarak Osmanlı toplumunda, Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler gibi bütün kolektif kimlikler dinî bir karakter taşımaktaydı. Diğer yandan Türk, Rum, Frank gibi görünüşte etnik olan tüm tabirler gerçekte dinî çağrışımlara sahipti. Rum, Yunan Ortodoks sınıfına işaret ederken, Frank Latin ya da Batı Avrupalı Hristiyanları anlatmaktaydı (Yıldız, 2007:

49). Bu açıdan değerlendirildiğinde Osmanlı tebaası ile ilgili olarak ilk akla gelen bilginin müslimlik ve gayrimüslimlik ayrımı olduğu bilgisi de doğrulanmaktadır.

Arapça bir sözcük olan “millet”, Kuran’da din olarak kullanılmaktadır. Dolayısıyla Yahudiliği ve Hristiyanlığı da kapsamaktadır. Etniklik temelinde kullanılmayan bu

(18)

7

kelime, tam olarak dinî bir cemaati ifade etmektedir. Yani, Osmanlı Devleti’nde de Hristiyanlar, Ermeniler ve Yahudiler gibi gayrimüslim cemaatlerin her biri bir

“millet” olarak görülmekteydi (Yıldız, 2007: 50).

Osmanlının son dönemlerinden itibaren kullanılan millet kavramı ile Türkiye ulus devleti kurulduktan sonra siyasi anlamda kullanılan ulus kavramına geçiş aynı zamanda ulus devlet olma sürecini kavramsal düzeyde de anlamamızı kolaylaştıracaktır. Çalışmamızda çoğunlukla millet yerine ulus kavramını kullanmaya devam edeceğim. Ancak milletten ulusa giden süreci iyi okumak ulus devlet yapımızın anlaşılmasını daha verimli hâle getirecektir.

1839 yılında “Gülhane Hatt-ı Hümayunu”nun ilanıyla başladığı resmen kabul edilen Tanzimat süreci, Türk siyasi tarihinin en tartışmalı dönemlerinden biri olma özelliğine sahiptir. Tanzimat çok tartışmalı bir dönem olmasına rağmen Osmanlı- Türk toplumu üzerinde kapsamlı ve kalıcı etkilere yol açan bir gelişmedir. Bu anlamda Tanzimat, aynı zamanda tercih edilen Batılılaşmanın/modernleşmenin geri dönülemez süreci içerisine girişimizin de bir ifadesidir. Çünkü bundan sonraki gelişmeler, hep bu süreç içinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. (Karakaş, 2000: 119).

Tanzimat’ın ilanıyla, Batılılaşma resmî bir devlet politikası hâline getirilmiştir. Bir çözülme süreci içine giren İmparatorluğun bekasını sağlamak için birtakım hukuki ve idari önlemler alınmıştır. Tanzimat, Türkiye’de devlet eliyle yeni bir toplumsal sınıfın yaratılması girişimleri bakımından da önemli bir dönüm noktasını temsil eder.

Tanzimat Fermanı’nı, Osmanlı reform hareketleri içerisinde temel hakları ilk kez sağlayan ancak devletin yapısına bir değişiklik getirmeyen bir belge olarak kabul etmek yanlış olmayacaktır (Sander, 2003: 32). Tanzimat Fermanı ile birlikte Osmanlı Devleti’ni dönüştüren esas süreç ise 7 Ekim 1808’de imzalanan Sened-i İttifak ile başlayıp günümüze kadar devam etmiştir. Sened-i İttifak’ı ortaya çıkaran gelişmelerden ziyade, genel olarak belirtilmesi gereken en önemli unsur, Osmanlı yönetim düşüncesinin ana niteliklerini sarsıntıya uğratacak bir gelişme olarak padişahın mutlak otoritesinin sınırlandırılmasıdır. İnalcık bu gelişmeyi “büyük ayanın devlet iktidarını kontrol altına alma teşebbüsü” olarak zikreder. Ardından gelen Gülhane Hatt-ı Humayunu ise yine İnalcık’ın ifadesi ile “Padişahın mutlak otoritesini savunarak merkeziyetçi devlet idaresinin, başka deyimle bürokrasinin

(19)

8

işlere mutlak bir şekilde elkoyması”dır (İnalcık, 1964: 603, Karakaş, 2000: 119).

Dolayısıyla bu tarihten itibaren bürokrasinin gücünün yönetimde daha etkin bir şekilde varlığını ve gücünü hissettirmeye başladığını söyleyebiliriz.

Bu bağlamda, Türkiye’nin, Osmanlı reformlarından başlayıp Kemalist ulus devletle en son biçimine ulaşan modernleşme ve Batılılaşma tarihi siyasi olarak, çok uluslu bir imparatorluktan ulus devlete geçişle sonlanırken, toplumsal olarak da “muasır medeniyetler seviyesi”ne ulaşmayı benimsemiştir. Bernard Lewis’e göre “Türkiye’de temel değişiklik İslami bir imparatorluktan bir Türk devletine, bir Orta Çağ teokrasisinden anayasal bir Cumhuriyete, bürokratik bir feodalizmden modern bir kapitalist ekonomiye- birbirini izleyen reformcu ve radikal dalgalar tarafından uzun bir sürede” tamamlanmıştır (Lewis, 2000: 474).

Osmanlı Devleti’nin merkezî bütünleşme çabalarıyla çıkardığı Tanzimat Fermanı, modern millî devletin temel özelliklerine doğru toplumun tamamına yönelik bir merkezîleşme ve modern millet kavramı çerçevesinde örgütlenme şeklinde iki ana eğilimin varlık kazandığını göstermekle birlikte, laik ve anayasal düzenlemelerin de zeminini hazırlamaktadır. Bu anlamıyla Tanzimat Fermanı, Osmanlı devlet anlayışının üzerinde durduğu ilkelerde köklü değişikliklerin başladığına işaret etmektedir (Say, 1998: 153). Böylece Tanzimat süreci, modernleşmeyi devlet kurumlarıyla birlikte halkın ilişkilerine yansıtarak yeni bir boyuta taşımıştır.

Bunlardan en önemlisi de eşitlik fikridir. Islahat Fermanı’nın en büyük katkılarından biri Tanzimat Fermanı’yla hayata geçirilen eşitlik fikrinin Islahat Fermanı’yla iyice pekiştirilmiş olmasıdır. Bu Fermanla birlikte eşitliği ihlal eden birçok hüküm kaldırılmıştır. 1876 Osmanlı Anayasası’yla da, vatandaşlık kurumu en üst hukuk metni tarafından tanınmış ve din bağı devlet-tebaa ilişkisini belirleyici olmaktan çıkarılarak devlete bağlılık esas sadakat odağı yapılmıştır. Ancak eşitlik politikası, beka politikasına hizmette süreklilik sağlayamamış, birlik ve kardeşliğe dayalı heterojen bir imparatorlukta sağlanan Hıristiyan- Müslüman eşitliği yerine, birbiriyle rekabet halinde olan ulusal egemen devletlerin müşterek eşitliği ortaya çıkmıştır.

Müslümanlar yüzyılların mirası olan hâkim konumlarını terk etmek istemezken, gayrimüslimler de eşitlik yerine özerklik ve bağımsızlık peşinde koşmuşlardır (Yıldız, 2001: 56).

(20)

9

I. Meşrutiyet (1876-1878)’in ilanı ile Osmanlının ilk anayasası olan Kanun-i Esasi ortaya çıkmıştır. Ancak, kısa bir süre sonra II. Abdülhamid tarafından kapatılan Meclis-i Mebusan, siyasi yaşamda etkili olamamıştır. Tekrar yaşanan bir mutlakıyet döneminden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkisiyle 1908 yılında II.

Meşrutiyet ilan edilmiştir (Çavdar, 1992: 110-115). Ancak 1876’da ilan edilen I.

Meşrutiyet ve Kanuni Esasi esas itibariyle devletin sınırlanmasını amaçlayan liberal bir araç olmakla birlikte düzenlenen anayasa gerçek anlamda devleti sınırlandırmamaktadır. Aslında başta Kanun-i Esasi olmak üzere bu dönemde girişilen bütün hukuki sınırlama hareketleri devleti sınırlamayı değil padişahın yetkilerini sınırlamayı hedeflemiştir. Padişahın birçok yetkisi genel olarak bürokrasiye özel olarak da daha sonraları kurulup güçlenen İttihat ve Terakki’nin eline geçmiştir. Kısacası devlet değil, padişahın yetkileri sınırlandırılmıştır (Fedayi, 1999: 467).

II. Meşrutiyet ile hız kazanan toplumsal ve kültürel değişme Cumhuriyet Türkiyesi’nin siyasal ve toplumsal zeminini oluşturmuştur. Öyle ki bu dönemde ortaya atılan ve tartışılan konuların büyük çoğunluğu Cumhuriyet’ten sonra uygulama imkânı bulmuştur. II. Meşrutiyet’le ortaya çıkan zengin fikir akımlarına ve ideoloji hareketlerine bakılacak olursa Bu dönemdeki Türk aydınlarının Devlet-i Aliye’yi kurtarmak ve geliştirmek üzere üç farklı istikamet tutturduklarını görürüz:

1) Batıcılık; Batı kültür ve uygarlığını süratle alıp Batı dünyası ile birleşmemizi isteyenler 2) İslamcılık; modern teknoloji dışında bütün müesseselerimizi İslami esaslara göre düzeltmemizi ve İslam âlemi ile bütünleşmemizi isteyenler 3) Türkçülük, bir tarafta Batı medeniyeti ve bir tarafta Türk kültürü esasına dayalı modern bir toplum yaratmak, Türk âlemi ile bütünleşmek davasında olanlar (Güngör, 1999: 206-207).

Osmanlı İmparatorluğu, her türlü dinî ve etnik ayrımı reddeden Osmanlıcılık oturtulamayınca, bunun gerçekleşemeyeceği fiili gelişmeler ve etnik unsurların kendi milliyetçiliklerini güdüp istiklallerini istemeleri ile anlaşılınca, İmparatorluk, İslamcılık kavramı üzerinde oturtulmaya çalışılmıştır. Esasen, geleneksel hukuki yapısı da bu olmuştur. Balkan Savaşı faciasının yaşandığı yıllarda, artık bunun da mümkün olmadığı anlaşılmıştır (Köseoğlu, 2002: 143). Türkçülük ideali de İmparatorluğu çöküşten kurtarmada başlı başına bir unsur olarak görülmemiş ve

(21)

10

İmparatorluk, beka meselesi bağlamında yüzünü ağırlıklı olarak Batı’ya dönmüş ve bu doğrultuda bir modernleşme arayışına girmiştir.

Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkan milliyetçilik, Avrupa imparatorluklarının millî devlete dönüşme sürecinin gecikmiş bir tekrarı sayılabilir (Bora, 1996: 169). Milliyetçilik bu anlamda yeni gelişmeye başlayan aydın ve bürokrat sınıfın yeni ideolojisi olarak işlev görmeye başlamış ve ulus devlete giden yolda önemli bir ideolojik refleks olarak yerleşmeye başlamıştır. Bireyin, toplumun, devletin bütünüyle değişmesini ve dönüştürülmesini hedeflemiş ve bürokratik teknolojilerin gelişimi ile birlikte devam etmiş olan Türk uluslaşma sürecinin (Açıkel, 2002: 118) bu yeni ideolojisi “biz kimiz?” sorusuna cevap vermeye çalışan hummalı bir entelektüel mesaiden de istifade etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok milletli sisteminde esas olarak vatandaşlık anlayışı “Osmanlılık” fikrine dayanmaktadır. Osmanlılık, Osmanlı vatandaşlığının imparatorluk içerisinde yaşayan halkların özel kimliklerinin üstünde bir kimlik biçimini ifade etmektedir.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte iktidara ortak olan İttihat ve Terakki, modern, merkezî bir ulus devlet yaratılmasını hedefleyerek, bunun en temel ilkesinin vatandaşlık kurumu olduğuna inanmış ve tüm üyelerin eşitlik ilkeleri dâhilinde, sadece devlete karşı sorumlu olmalarını sağlayacak bir yapı kurmayı planlamıştır. Bu amaç için, Osmanlı millet sistemi içerisinde asker vermeyen, vergi ödemeyen cemaatlerin yaşadığı bölgeleri merkeze bağlayan ve buralar için merkezi bir eğitim programı uygulanmasını isteyen İttihat ve Terakki, böylece imparatorluğun tüm unsurlarının birlik olmasının sağlanabileceğini düşünmüştür. Fakat bu birliği sağlayacak ortak bir kültürel bağ mevcut değildir. İttihat ve Terakki’nin bu soruna çözümü son derece klasik bir yöntem olarak, vatandaşlık prensiplerini, egemen ulus olan Türklerin değerleri etrafında yaratılan bir kültürel kimlik ile birleştirmek şeklinde olmuştur (Akçam, 1997: 145-146). II Meşrutiyet’in getirdiği modern yönetim anlayışında eşitlik önemli bir kazanım olarak ortaya çıkar. Vatandaşların başlıca görevleri, kanunlara itaat etmek, askerlik yapmak ve vergi vermektir. Bu görevler, vatandaşlar arası görev eşitliğini sağlarken haklarda da eşit bir vatandaşlık topluluğunun kurulmasına önayak olmuştur (Üstel, 2004: 27). Bu vatandaşlık düşüncesi sonrasında Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte modern ulus devletin vatandaşlık anlayışının da temellerini oluşturmuştur.

(22)

11

Sonuç olarak şunu vurgulamak gerekir; Osmanlı-Türk modernleşmesinde izlenen özgün rota sonucunda modern siyasal alan ve toplumun kuruluş süreçleri asıl olarak ulus devlet kurma sürecinin gereklilikleri tarafından belirlenmiş ve ona tabi olmuştur.

Bu nedenle modern siyasal alanın demokrasi, kamusal alan ve sivil toplumla ilgili olan boyutları (katılım, temsil, çatışma, çoğulculuk, özerklik, bireysellik gibi) birlik, bütünlük, düzen ve otorite fikrini vurgulayan ulus devlet ve devlet aklı tarafından zayıflatılmıştır. Öte yandan devlet aklının sonraki tarihsel evrelerde ve somut durumlarda ne anlama geleceği, yeni toplumsal güçler ile devlet arasındaki güç ilişkilerine bağlı olarak şekillenecektir (Özkazanç, 2012: 74-75). Bu şekillenmenin Cumhuriyet tarihi boyunca devlet alanı ile sivil alanın yaşadığı gerilimin özünü oluşturduğunu pekâlâ söylemek mümkündür. Dolayısıyla devlet aklı ile sivil ve bireysel akıl çoğu zaman ayrı alanlar olarak varlığını korumuş ve yaşanan çatışmaların kaynağını oluşturmuştur.

Cumhuriyet’in kurulması çok milletli Osmanlı Devleti’nin bir ulus devlete yani Türkiye’ye dönüşmesi sürecine denk düşer. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte yeni devletin kurucu kadrosunca güçlü olmanın yolunun Batı gibi modernleşmekten geçtiği düşünülmüştür. Modernleşmenin de ancak devleti, Batı’da olduğu gibi milliyetçilik ve laiklik temelinde ulus devlet formunda inşa etmekten geçtiği yargısı hâkim olmuştur. Türkiye, Osmanlıyla birçok yönden devamlılık sergilemesine rağmen Kemalist seçkinlere göre modern bir Cumhuriyet olarak öngörülmüştür. Bu oluşum süreci içinde Kemalist seçkinlerin birincil amacı, “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak” için bağımsız bir ulus devletin yaratılması, sanayileşmenin hızlanması ve laik ve modern bir ulusal kimliğin yaratılması gibi siyasal, ekonomik ve ideolojik gereklilikleri inşa etmekti. Bu nedenle Kemalist seçkinler, Batı modernitesinin evrensel geçerliliğini modern bir Türkiye kurmanın;

“uygarlık seviyesine ulaşma” çabalarını da bir modern ulus inşa etme süreci olarak kabul ettiler (Keyman ve İçduygu, 2009: 6). Dolayısıyla modern Türkiye’nin kuruluşu, geri kalmış, geleneksel bir toplumu temsil eden Osmanlı geçmişi karşısında, ulus devlet inşası yoluyla modern bir ulus yaratmayı amaçlayan siyasal bir modernleşme sürecine işaret etmektedir (Keyman, 2009: 336). İmparatorluktan Türkiye ulus devletine giden süreç aslında bir ulusal devletin kurulmasına sonrasında ise ortak bir tarih kurgulanarak oluşturulan bu resmi kurgu topluma benimsetilerek ortak bir kimlik inşa etme sürecidir.

(23)

12

Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından gerçekleştirilen Türk Devrimlerine daha doğrusu, geniş anlamda Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine bakıldığında “ortada hem az çok kendiliğinden bir uluslaşma hem de yukarıdan bir uluslaştırma bulunmaktadır” (Tanör, 1997: 67). Tanör devletlerin ulus devlet olma süreçlerinde iki farklı biçimi birbirinden ayırt eder. Bunlardan ilki;

“a) Klasik burjuva demokratik devrimleri iç ivmeleriyle olgunlaşan uluslaşma modelleri (İngiltere ve Fransa, Almanya ve İtalya gibi)

b) Bağımsızlık hareketlerinden doğan uluslaşmalar (ABD, Latin Amerika, Doğu Avrupa, Asya ve Afrika)” (Tanör, 1997: 69). Türkiye’nin uluslaşma ve ulus devlet süreci ağırlıklı olarak ikinci oluşuma denk düşmektedir. Nitekim Tanör bu duruma açıklık getirmektedir. Tanör’e göre Türkiye’deki durum “kendiliğinden bir uluslaşma birikiminden çok, istisna bir olayda aranmalıdır. Ulusal Kurtuluş Savaşı” (Tanör, 1997: 75). Fakat Türk modernitesi, modernleşmenin Batılılaşma ile özdeşleştirilmesi çerçevesinde, kendisini öyle bir dünyanın parçası yapma girişimiyle özdeş kılmıştır (Sarıbay, 2004: 101). Yukarıdaki atılımlarla birlikte tebaa anlayışının yerine yurttaş, vatandaş aşamasına geçilmiştir.

Türkiye’de ulus devletin inşa sürecine ulus ve devlet olgularının ortaya çıkışındaki sıralama açısından bakıldığında; ne Fransa’daki gibi milliyetçilik ve ulus devlet olgularının eş zamanlı olarak çıkması ne de Almanya’da olduğu gibi milliyetçiliğin ulus devletten önce ortaya çıkması gibi bir durum söz konusu değildir. Türkiye’de, Almanya örneğindeki gibi “devletini arayan bir ulustan” değil, aksine “ulusunu arayan bir devlet”ten söz edilebilir. Yani imparatorluktan artakalan nüfus kendiliğinden örgütlenip bir devlet kurmamış, ulus devlet kurulduktan sonra Türk kimliğinin içeriği doldurulmaya çalışılmıştır. Resmî Türk ulusal kimliği, merkezî devletin tayin ettiği yörüngede gelişmiş ve bu kimliğin dışında kendisini algılayan unsurlar ulus devletin bekasına bir tehdit olarak görülmüştür (Kadıoğlu, 2009: 287).

Türk ulusal kimliği resmî söylemde, teritoryal ve hukuki bir esasa dayanmasına rağmen, uygulamada dönemsel olarak din ve etnisite gibi ögelerin belirleyici olduğu siyasi bir nitelik kazandığı görülür. Türk ulusal kimliğinin inşasının ideolojik temelleri uzun bir tarihî arka plana sahip olmakla birlikte, esas itibarıyla Millî

(24)

13

Mücadele ve onu takip eden devrim yıllarında biçimlenmiştir. 1924 yılıyla ivme kazanan bu biçimleniş, 1930’lu yılların sonunda tamamlanmıştır (Yıldız, 2007: 16, 125).

Ulus devletler, kuruluşlarından itibaren, coğrafi olarak sınırları dâhilinde bulunan halkı belli idealler, inançlar, değerler etrafında birleştirmiş eğitim ve dil birliği sağlayarak, toplumsal sınıflar arasında çatışmaları ortadan kaldırıcı önlemler almışlardır. Bu sayede yeni bir ulusal kimlik yaratmayı hedeflemişler; homojen, bütüncül bir ulusal kimlik tanımına ulaşmışlardır. Aynı süreç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda da yaşanmıştır. Kemalist ideoloji ile modern bir çizgide yeni bir ulusal kimlik inşa edilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk’e göre halkın bir kişi veya grup altında ezilmediği ve egemenliği elinde bulundurduğu tek devlet biçimi demokrasidir ve demokrasinin tam olarak uygulanabildiği tek yönetim tarzı cumhuriyettir. Ulusun hamisi olan devlet ise bu ilke doğrultusunda vatandaşların her türlü özgürlüğünü korumakla mükelleftir (İnan, 1998: 31-32). 1923 yılında kurulan Cumhuriyet, ümmetin yerine milleti, tebaanın yerine ise vatandaşı koyarak (Artun, 1998: 13) Misak-ı Millî sınırları içinde yaşayan herkesi eşit hak ve ödevleri olan Türk vatandaşları olarak kabul etmiştir. “Tabiiyet” yerine geçen vatandaşlık deyimi, 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile Türk hukukuna anayasal düzeyde girmiştir. 1924 Anayasası’nın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyla Türk ıtlak olunur” denmek suretiyle Osmanlı Dönemi vatandaşlık kurumuna ilişkin düzenlemelerdeki “tebaanın padişaha bağlılığı”

kanıksamasının geride bırakıldığı ve artık anayasal düzeyde “vatandaşlık” deyiminin kabul edilerek laik ve çağdaş bir vatandaşlık anlayışının benimsendiği gösterilmeye çalışılmıştır (Aybay, 2008: 73). Atatürkçü bakış açısıyla inşa edilen yeni, modern, ulusal kimlik; yukarıdan aşağıya yapılan ve devlet eliyle gerçekleştirilen bir projedir.

Kemalist ulus devlet modelinde, toplum örgütleyici ve tamamlayıcı egemen özne konumundadır. Dolayısıyla devlet, toplumsal ilişkilerin kurucusu değil tamamlayıcısıdır. Bu tip devlette, devlet ulusun ta kendisi sayılmaktadır. Yani ulus ve devlet aslında tek bir kavramı ifade etmektedir. Devlet ve millet ögeleri ulus- devlet adı altında birleştirilmiş, tek bir kavram hâline getirilmiştir. Devlet ve millet özdeş kavramlar olarak kabul edildiği için vatandaşların tek başlarına “birey” olarak herhangi bir önemleri kalmamış, “görevleri olan vatandaşlar” olarak bir önem arz etmeye başlamışlardır. Bu vatandaş tipi, toplumsal yarara hizmet etme misyonunu

(25)

14

üstlenmiş ve devletin toplum üzerinde egemen ve aktif olmasına meşruiyet sağlamıştır (Kahraman, 1996: 109). Bu vatandaşlık modeli tek parti dönemine de miras kalmış ve kimi uygulamalarla bu dönemde de devam etmiştir.

1920-30’lu yıllar, kapitalizmin gelişmesinin önündeki engellerin kaldırıldığı ve ulus devletin kurumsallaştığı bir “tepeden devrim” sürecidir. Devrim, kitle seferberliğine değil devlet önderliğine dayanmıştır. Bu dönemde belirli konularda (hukukun laikleştirilmesi, burjuva hukuk sisteminin benimsenmesi, genel laikleşme, devlet kapitalizminin gelişimi) gibi konularda ciddi bir atılım sergilenirken, Batı'da burjuva demokratik devrimlerin çözdüğü bazı sorunlar (demokrasi, kent/kır ilişkisi ve toprak sorunu gibi) konusunda ürkeklik gösterilmiş hatta bu sorunların derinleşmesine yol açan adımlar atılmıştır. Tepeden devrim süreci yeterince hegemonik olmadığı için ufku ve etki alanı da sınırlı kalmış, bu nedenle modernliğin farklı boyutları açısından eşitsiz bir gelişme sürecini başlatmıştır (Özkazanç, 2012: 74). Böylece devlet bütün bireysel ve toplumsal eylem alanlarına müdahale ederek meşruiyetini ortaya koymuştur.

Türk modernitesinin her alanda gözlenebilen tepeden inmeciliği ve buyurganlığı, kendini ulusal kimlik ve vatandaşlık ilişkilerinde de belli ettirir. Ulusal kimlik inşa edilirken vatandaşlığın da ulusal kimliğe bağlı olarak tanımlanması günümüze kadar devam eden sorunlara yol açmıştır. Modern Türkiye’nin bir ulus devlet olarak yaratılması, kitlelerin vatandaşlara dönüştürülmesini gerektirmiş, fakat “haklar”

dilinin laik ulusal kimliğin inşası sürecine dâhil olmasını engellemiştir. Kemalist kadro için vatandaşlık, haklar diliyle çerçevelenmiş liberal bir kategoriyi değil de modernite projesi ile uyumlu, rasyonel ve laik bir ulusal kimlik yaratma amaçlı kurulmuş ahlâk yüklü bir kategoriyi ifade etmiştir. Çünkü devlet merkezli Türk modernitesinin toplumsal temeli, toplumu sınıf ya da birey gibi kategorilere referanstan ziyade, farklı grupların devlete karşı vazife ve hizmetleri temelinde tanımlayan organik bir toplum görüşü ile kurulmuştur. Dolayısıyla, Kemalist seçkinler topluma bireysel haklar ve özgürlükler açısından yaklaşmamış ve toplumun bireycilik, çoğulculuk, katılım ve farklılık talepleri içerdiğini görmemişlerdir. Bunun yerine, toplumun organik olmasına ve toplumsal ilişkilerin homojen ve yekpare bir biçimde, Türkiye’yi modern ve medeni bir ulus hâline getirme hedefine yönelik ulusal çıkara hizmet edecek şekilde düzenlenmesi gerektiğine inanmışlardır (Keyman

(26)

15

ve İçduygu, 2009: 8-9). Bu bağlamda ulus devletin temel niteliklerinin benimsetilmesi için ortak bir vatan, ortak tarih, ortak kültür, ortak bir ekonomi ve ortak siyasi birlik şuuru yerleştirilmeye çalışılmıştır (Say, 1998: 184-85).

Ulus devlet niteliğinin tamamlanmasına dönük bir diğer önemli şart olan ortak kültüre sahip olma gerekliliğini vurgulamak için Osmanlı öncesi Orta Asya Türk kültürü ile ilgili çalışmalar yapılmıştır. Tarih tezi de ortak kültürü ifade etmeye destek sağlamıştır. Ayrıca Türk Dil Kurumu’nun kurulması ve Türk dilinin araştırılması, dilden yabancı kelimelerin atılması çalışmaları da bu yönde yapılan çalışmalar kapsamındadır. Millî devlet modelinin tamamlanabilmesi için gerekli kültür biçiminin topluma kazandırılması sağlanmalıydı. Bunun için her şeyden önce yapılması gereken, milletin mümkün olduğunca okur-yazar olmasını sağlamaktı. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yılları ciddi bir okuma-yazma seferberliği şeklinde geçti (Say, 1998: 214). Ancak bütün bu ulus devleti tahkim etmeye yönelik girişimler uzun bir süre merkez çevre ilişkileri bağlamında sınırlı bir etkisi oldu. Çevre çoğu zaman merkezin bu politikalarına şüpheyle yaklaşmış ve kendini bir ulus devletin parçası olarak görmekte zorluk yaşamıştır. Ulus devletin yerleştirilmesine yönelik çabaların bir diğer yönü de iktisadi alandaki gelişmelerde gözlemlenmektedir. Devletçiliğin anlamı devletin denetim altında tuttuğu bir ekonomi değil olanaklı olduğu ölçüde yabancı denetiminden bağımsız bir ulusal ekonomi yaratabilmektir (Kongar, 1979:

149).

Ortak bir ulus devlet kültürü yaratma yolundaki önemli adımlardan birisi de ortak siyasi birlik şuurunun olmasıdır. Siyasal birlik şuuru, siyasal kültür açısından hayati önemde olup ulus devletin meşruiyeti, rejimin sağlıklı işlemesi ve devamı için çok önemlidir. Ortak siyasi birliğin görülebilmesi devlet bünyesindeki herkesin, siyasi sisteme göstereceği katılım ve destek ile gerçekleşebilir. Siyasi katılımla birlikte kişinin sisteme aidiyeti pekişir ve kişi devlet yönetimine katılmış olur (Say, 1998:

202). Bu anlayış Cumhuriyet’in sonraki dönemlerinde devam etmiş değişmeyi halktan gelen ve halka dayanan taleplerle değil iktidar gücünü elinde tutanların inisiyatifinde bir olgu olarak algılanmasına yol açmıştır. Devlet her zaman bireyin varlığından önce gelerek hikmetinden sual bile olunmayan zevalinin bireyin zevalinden hep önce geldiği ve böyle bir devlet algısı olunca da devletin bireyin hayat alanına istediği gibi müdahale edebileceği bir mitosa büründürülmüştür.

(27)

16

Bireyin devlet karşısındaki haklı talepleri hep bir başkaldırı isyan ya da bölünme korkusuyla ya inat edilerek karşılanmamış ya üstü örtülerek inkâr edilmiş ya da baskı yoluyla bu taleplerin önü kesilmeye çalışılmıştır. Özellikle bölünme korkusu Mahçupyan’ın (2004: 1-2) belirttiği üzere Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal eden bir durumdu. İmparatorluk yaklaşık 50 yıllık bir süre içinde (1870-1920) topraklarının %85’ini ve nüfusunun %75’ini kaybetmişti. Dar bir alana hapsolma duygusu, dünya güçlerinin her an değişen bölme ve parçalama stratejileriyle daha da pekişmekteydi. Bu durum bir horlanma ve aşağılanma ile birlikte geldi; çünkü özellikle İttihat ve Terakki Dönemi’nde Osmanlı sisteminin gayrimüslim milletlerine yönelen devlet uygulamaları, insan haklarına aykırı bulunduğu ölçüde, Türkleri de bir kavim olarak mahkûm etmenin meşruiyetini sağlamaktaydı. Bu baskı ortamının iki temel sonucu oldu: Toplumsal bilinçaltına sürekli bir bölünme korkusu yerleşirken sanki buna çare teşkil etmek üzere Türklerin bir millet olarak onurlarını yeniden kazanmaları yönünde büyük bir çaba gösterildi.

Onurun yeniden kazanılması veya hak edildiğinin kanıtlanmasıyla Türkiye Cumhuriyeti de çağdaş ülkeler arasında hak ettiği yeri alacaktı. Böylece bir yandan dil ve tarih üzerine ideolojik çalışmalar sayesinde Türklüğe dünya sahnesinde benzersiz bir yer açılmaya çalışılırken öte yandan da tarihin unutulmasına dayanan

‘yeni bir başlangıç’ mitosu üretildi. (Mahçupyan, 2004: 2) Bu mitos her iktidar döneminde canlı tutularak Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bir bütün olduğu ilkesi elde edilmeye çalışılan haklar üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sürekli sallandı durdu ve bu taleplerin yerine getirilmesi bir yana inkârcı politikalar-ki dil ve tarihin reddi bu travmatik durumlardandır- uygulandı. Batıda yaşandığı biçimiyle klasik modern devlet yapılanmasının temeli, bireylerin kendisine vatandaşlık bağı ile bağlı olduğu ulus devletler oldu. Bu aynı zamanda rölativizmin üretebileceği muhtemel kaotik bireyler dünyasının, bir üst kurum tarafından meşru bir biçimde zapturapta alınmasının ifade etmekteydi. Dolayısıyla ulus kimlikleri, geleneksel kültürden, tarih ve coğrafyadan türetilse de büyük ölçüde bir ‘yaratı’ olarak tarih sahnesine çıktılar.

Bireyler ise kimliklerini bu ulusların doğal parçaları olmaları sayesinde elde etmekteydiler. Türkiye gibi ülkeler ise bu denklemin bireysel hak tarafından ziyade, devletle birey arasındaki hiyerarşik meşruiyete ağırlık verdiler. Bir yandan gayrimüslim vatandaşlar cemaat üyesi olarak algılanırken Türk toplumu da ‘sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir millet’ olarak tanımlandı. Böylece ‘millet çıkarını’

savunmak da doğal olarak devletin uhdesine alındı. Ne var ki buradaki ‘millet’ artık

(28)

17

gayrimüslimleri içermemekteydi. Çünkü onların milletin dışında cemaatler olduğu açıktı. Söz konusu anlayışın genelde Türk toplumu tarafından da paylaşıldığını vurgulamak gerekir. Aksi hâlde gayrimüslim azınlık cemaatlerine yönelik doğrudan devlet eliyle sınırlayıcı politikalar üretilirken, buna hiçbir toplumsal tepkinin gelmemesi ve toplumun bu uygulamaları görmezden gelmesi kolayca açıklanamaz.

Bu ortam geçen yüzyılın neredeyse sonuna kadar gayrimüslimlere yönelik yaklaşımın arka planını oluşturdu (Mahçupyan, 2004: 3). Benzer bir durum Kürtler için de geçerliliğini günümüze kadar sürdürmüş ve Kürt vatandaşlara yönelik politikaların geliştirilmesinde belirleyici bir rol üstlenmiştir.

Bu bağlamda Cumhuriyet’in Kürt meselesine dair politikası da yıllar içinde farklılıklar göstermiştir. Cumhuriyet, Kürt meselesini bazen geçmişin kalıntılarının gösterdiği dirençten, bazen başka devletlerin fenalıklarından, bazen Kürtlere ait meskûn bölgenin geri kalmışlığından, bazen de sadakatsizlikten kaynaklanan bir mesele olarak algıladı. Bu algı biçimlerine tanıma, asimilasyon, tedip, tenkil ve ayrımcılık politikaları eşlik etti. Bütün bu algı ve siyaset çeşitliliğini Yeğen (2009: 5) kabaca üç döneme ayırarak incelemektedir. Bu dönemleri “inkârdan önce”, “inkâr dönemi” ve “ikrar dönemi” olarak adlandırmaktadır. İmparatorluğu takip eden ve Cumhuriyet’i önceleyen birkaç çetin yıla denk düşen ilk dönemde Kürt meselesi etnik mahiyeti teslim edilen siyasi bir mesele olarak algılandı ve meseleyle tanıma siyasetiyle uğraşıldı. 1924’ten 1990’lara kadar uzanan ikinci dönemde ise Kürt meselesi etnik mahiyetten mahrum ve inkılaplarla ya da güvenlik siyasetiyle uğraşılması gereken sosyal ya da iktisadi bir mesele yahut da bir asayiş meselesi olarak görüldü. Bu dönemin favori siyasetleri ise inkılap, tedip ve tenkil ve tabii ki asimilasyon oldu. 1990’larla açılan üçüncü dönemde ise Cumhuriyet Kürt meselesinin etnik mahiyetini kabul etmeye başladı. Hâlen devam eden ve zikzaklarla döşeli bu son dönemde Cumhuriyet’in siyaset repertuarı genişledi.

1923-1950 dönemi Cumhuriyet’in kurulduğu, devrimlerin birer birer gerçekleştirildiği, yeni rejimin yerinin sağlamlaştırıldığı, resmî ideolojinin biçimlendirildiği dönem olması nedeniyle Cumhuriyet tarihi açısından en önemli dönemdir. 1923-1950 dönemi; 1950’ye kadar süren fiili tek parti iktidarının yaşandığı, Atatürk’ün kurduğu parti ile devletin özdeşleştiği, iki kez çok partili yaşama geçme denemesinde bulunulmasına rağmen bunun başarılamadığı bir dönem

(29)

18

oldu. Siyasal kültürümüz açısından en hayati değişimlerin yaşandığı bu dönemde, imparatorluktan modern bir ulus devlete geçiş için gerekli siyasal, toplumsal ve ekonomik adımlar atılmış, siyasal ve toplumsal modernleşme hareketleri hızla gerçekleştirilmiştir (Durdu, 2009:105).

Cumhuriyet Dönemi siyasal kültürünün temel niteliklerinin inşa edildiği 1923-1950 döneminin ardından 1946 yılında başlayan çok partili yaşama geçiş süreci 1950 yılındaki seçimlerle perçinlenmiştir. 27 yıllık tek parti iktidarı 1950 yılında sona ermiş, Türkiye tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Türkiye ulus devleti Demokrat Partinin 1950’de tek başına iktidara gelmesiyle yeni bir dönemece girmiştir.

Demokrat Parti ilkin, parti programında evrensel insani değerlere ve demokratikleşmeye yaptığı vurgu ile tarih sahnesine çıkmıştır. Okullarda çocuklara demokrasi bilinci verilmesi amaçlanmış, öğrencilerin insan haklarına saygılı, hoşgörülü bireyler olmaları, okul yönetimine katılmaları, kurullarda görev almaları özendirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, vatandaşlığı ulusal birliğe aidiyet merkezinde tanımlayan, devlet ve partiye itaati ve onun koyduğu kanun ve nizamlara uymayı ön plana çıkartan tek parti dönemi vatandaşlık anlayışı, 1950’lerle birlikte bir dönüşüm geçirmiş, uygar ve erdemli insan olma vasıflarıyla belirlenen yeni bir vatandaşlık anlayışına geçilmesi hedeflenmiştir (Caymaz, 2007: 35).

1950-1980 dönemi genel olarak incelendiğinde oldukça sancılı bir dönem olarak göze çarpmaktadır. İktidarın el değiştirmesinin ardından başlayan on yıllık kesintisiz DP iktidarı 1960 yılında ordunun yönetime el koymasıyla son buldu. Darbe sonrası siyasal sistemin sıkıntıları devam etti ve 1971’de ordu bir kez daha siyaseti uyararak muhtıra verdi. Nihayetinde 1980 askerî darbesi ile siyasal kültürün demokratikleşmesinin yolu bir kez daha tıkandı. 1950-1980 döneminde siyasal kültür alanındaki gelişmelere bakıldığında; üç askerî darbe ve iki anayasanın yapıldığı, siyasetin dinamiklerinin sürekli yerinden oynatıldığı ve siyasal arenada devletçi seçkinlerle-liberal geleneğin karşı karşıya geldiği görülmektedir. Yine bu dönemde, devletin toplumla yakınlaşmaya başladığı, sol örgütlenmelerin gün yüzüne çıktığı ve topluma ulaşmaya başladığı, ekonomik sıkıntıların da üst düzeyde olduğu görülmektedir. Toplumsal yaşamın, siyasal yaşama paralel bir biçimde bunalımlı olduğu, kutuplaşmaların çatışmalara dönüştüğü, gerilimin hat safhada olduğu bir dönem olarak 1950-1980 dönemi; kırdan kente büyük göçlerin yaşandığı, hızlı

(30)

19

kentleşme ile birlikte işsizliğin kol gezdiği bir geçiş dönemidir. Bu geçiş süreci, her alanda yerleşen devletçi “merkez”in, liberal nitelikler taşıyan “çevre”yle iktidarını paylaşmaya başlaması anlamında bir dönüşümü ifade etmektedir. Cumhuriyet tarihinde ilk kez devletçi seçkinlerin iktidarlarının gerilediği, siyasete ‘taşra’dan da katılımların görülmeye başlandığı, farklı çıkarların bir mücadelesi olarak siyasetin anlaşıldığı bir dönem yaşanmış; Batı tipi bir devlet ve toplum ideali inşa etmenin nüveleri bir aşama daha kat etmiştir (Durdu: 2009: 112). 1980 sonrasında ise küreselleşme ile birlikte Türkiye ulus devlet yapısında önemli değişmelerin yaşandığını gözlemlemekteyiz. Bu çerçevede tezin birinci bölümünde ulus, ulusçuluk, ulus devlet kavramlarının hem ortaya çıktığı tarihsel koşullar içinde hem de toplumsal koşullar üzerinde durularak kavramlarla ilgili genel bir perspektifi ortaya koymaya çalıştım.

Tezin ikinci bölümünde küreselleşme ve ulus devlet kavramları birbirleriyle ilişkisi çerçevesinde ele alınarak küreselleşmenin ulus devlet yapısına olan etkilerine vurgu yapılmıştır. Küreselleşme ve ulus devlet ilişkisine farklı yaklaşımlar değerlendirilerek sürecin dünya toplumları arasında yarattığı eşitsizlikler üzerinde durulmakta, küreselleşme ile birlikte etkili olan süreçlerden ulusüstücülük ve ulusaltıcılık hareketleri ve bu bağlamda ortaya çıkan bölgeselleşme ve yerelleşme olguları ele alınmaktadır. Küreselleşme ile birlikte ulus devletin kazandığı ve kaybettiği işlevler bağlamında ulus devletin temel niteliklerinde meydana gelen değişim farklı görüşler açısından değerlendirilerek üçüncü bölüme geçilmektedir.

Üçüncü bölümde, 1980-2002 arasında küreselleşme sürecinin ulus devlet bağlamında Türkiye üzerine yansımaları açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu bölümde öncelikle Türkiye’nin bir ulus devlet olarak kültürel ve siyasal değişimi üzerinde durulmaktadır. Daha sonra tarihsel süreç perspektifinde küreselleşmenin etkileri ve küreselleşme sürecinin tüm dünyada en fazla etkili olduğu döneme tekabül eden 1980’den sonra Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşümler açıklanmaya çalışılmaktadır. Son olarak, dördüncü ve son bölümde küreselleşme karşısında bir ulus devlet olarak Türkiye’nin hangi seçeneklere ve değişim imkânlarına sahip olduğu bu bağlamda Türkiye açısından Avrupa Birliği sürecinin önemi ve bu sürecin ulus devlet yapısı üzerine etkileri açıklanmaya çalışılmaktadır. 1980’den sonra yaşanan gelişmeler, ulus devletin sorgulanması ve yeni bir yapısal forma

Referanslar

Benzer Belgeler

Bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılından bu yana tüm ulus devletler gibi yoğun bir milli kimlik ve milli bütünlük çabasıyla, egemen bir devlet olarak kurumsallaşma ve

Ulus devletin küreselleşme sürecinde bazı işlevleri değişmiştir. Đşlevlerdeki bu değişim olumlu ve olumsuz yaklaşımlar için de önemli bir farklılaşma

ABD’nin her bakımdan dünyanın merkezi olduğu, ekonomik alanda sınırların neredeyse ortadan kalktığı, Amerikan kültür değerlerinin yaygınlaştığı bir dünyada

• Küreselleşen dünyanın en güçlü aktörleri olarak devletin sınırlarını zorlamaya başlayan, ülkelerin ekonomik, sosyal ve politik yaşamına etki eden, ulus-devletin

The degrading masculine language regarding the female gender is seen more present within Greek antiquity, compared to various other periods throughout history. It should

Yapılan uygulamanın eleştirel düşünme becerisini geliştirdiğini düşünen öğrenciler okuduklarını anlamanın (4/16) hatırlamaya yardımcı olduğunu (1/16) dolayısıyla

Ulus-devlet olarak adlandırdığımız bu yapılar, kendine has ekonomik ve siyasal düzeni olan, genel itibariyle -jeolojik olarak- sınırın ve onu bu sınırlar

In order to achieve this goal, the deal endorsed during the March 18 Summit outlines the following measures 2 : (1) all irregular immigrants arriving in Greece