• Sonuç bulunamadı

1.4. Kendi Güneşinin Parıltısında: Züppe Ahlakı

1.4.5. Mirasyedi ve müsrif

Mirasyedilik ve müsrifliğin bir yaşam kültürü olarak Osmanlı hayatına girişi, alafranga hayat alışkanlıklarının yanı sıra Mısırlı ailelerin de etkisiyle ortaya çıkmıştır. Cevdet Paşa’nın, Marûzat adlı eserinde Mısır döküntülerinin israf ve sefalet kapılarını açarak İstanbul ahalisinin ahlâkını bozduğundan şikâyet etmesi, devlet adamlarının da bu meseleye ilgisiz kalmadığını ve bunu sosyal bir mesele olarak ele aldıklarını göstermektedir. “Kırım Savaşı Osmanlı başkentinde büyük bir para akımı yaratmış ve bunun da etkisiyle İstanbul’daki yaşantı ciddi bir şekilde değişmeye başlamıştı. Cevdet Paşa’ya göre bu değişiklik, 1848’de Mısır’a vali olan Mehmed Ali Paşa’nın torunu Abbas Paşa zamanında ilk belirtilerini göstermişti. Bu konuda şunları söylüyor tarihçi: Abbas Paşa valiliğinde Mısır’dan Dersaadet’e pek çok paşalar, beyler ve hanımlar hicret ettiler. Gali bahalar konaklar ve yalılar aldılar. Alafranga tecemmülat ile tefriş ve tezyin ettiler. Ebvâbı sefahati açtılar. Vükela ve kibarı İstanbul, bu Mısır döküntüleriyle âşık

atmaya ve vükela haremleri de Mehmed Ali Paşa kerimesi Zeynep Hanım’ı taklid ile israf ü sefahata karıştırdılar.” (Timur, 2002: 24-25) Bu sosyal mesele, zamanla alafrangalılığın da gereklerinden biri haline gelmiş, bireysel felaketlerin kapısını aralamıştır.

Tanzimat romancısının yarattığı olumsuz nitelikli kahramanlar da öne çıkan özelliklerden başlıcaları mirasyedi ve müsrif olmalarıdır. Bu durum, karşımıza ya züppe tipinin ahlaki bir özelliği olarak ya da yaşadığı kötü olaylar sonucunda sefahat hayatına düşen insanların sonunu hazırlayan sebepler şeklinde çıkmaktadır. Para kazanmayı ve parayı korumayı oldukça önemseyen, “cep harçlığına dikkat etmeyen insanı” kötü ahlaklı olmakla itham eden Ahmet Midhat Efendi için bu durum daha da büyük bir önem taşımaktadır. Romanlarındaki ideal kahramanların hepsinin tutumlu ve çalışkan insanlar olduklarını da göz önüne alırsak onun bu konuya nasıl bir bakış açısıyla yaklaştığını daha kolay anlayabiliriz.

Zamanı tüketme peşinde olan ve çalışma ahlakından tamamen uzak olan züppe, mirasyediliği ve müsrifliği ile tam bir eleştiri odağına dönüşür. Çünkü para kazanmaya başlamak rüşdünü ispat etmenin bir işareti sayılır ve geleneksel toplum kendi emeği ile ayakta duramayan insanı kınama yolunu seçer. “Ahmet Mithat için alafranga züppelik bir para harcama tarzı idi ki bu tarz para harcayış Türk-Osmanlı geleneklerine de ters düşüyordu. Şerif Mardin'in de işaret ettiği gibi Osmanlı soyluları arasında gösterişçi tüketim yok değildi, ama bu, büyük çapta "yanlarında çalıştırdıkları insanlara, izleyicilerine, kullarına, maiyetlerine, silahlı muhafızlarına karşı açık elli olmak" şeklinde belirirdi. Siyasal, "mevkilerdeki kişiler, bir yeniden-üleşim şeklini amaçlayan ve daha önceden belirlenmiş sonuçlara ulaşmak için bu tarz bir tüketimin içine girmek zorundadırlar (ağalık vermekle olur') (...) Bu normların dışına çıkmakla, Tanzimat müsrifleri toplumlarının hem geleneksel üst hem de alt tabakalarına yabancılaştılar." (Moran, 2002: 55) Babasından kalan mirasla geçimini temin eden züppe, gününü türlü eğlence ve zevk uğraşılarıyla geçirir ve kendini maddî kaygılardan arındırır. Özellikle “seyir yerleri” olarak geçen mahallerde arz-ı endam ederek çapkınlıklarla, gece eğlenceleriyle ve gündelik masraflarıyla israfın içinde yuvarlanıp gider.

Ahmet Mithat’ın, Felatun Bey hakkında okurunu bilgilendirirken; onun “…ayda lâakal yirmi bin kuruş iradı olan bir babanın bir tek oğlu” (Felâtun Bey ile Râkım Efendi, 6) olduğunu hatırlatması, züppenin hayatında paranın her şeyi meşrulaştıracağı mesajını vermektedir. Yine Felatun Bey’den bahsedilirken; onun mirasyediliği dışında çalışma fikrinin hemen hiç olmayışına da işaret edilerek ona nasihatin de kâr etmediği söylenir. Ahmet Mithat gibi, çalışma fikrini ibadet derecesinde gören ve hayatın temel dinamiği olarak ele alan bir yazar için bu davranışlar elbette hoş karşılanmaz. Bu tipler, yaşadıkları israf zevki ile verilecek nasihatlere de kulak tıkamışlardır: “Ama bir dost çıkıp da Felâtun Bey'e nasihat verecek olsa faidesi görülecek mi dersiniz? Ne mümkün! Pederinden kalma serveti bu yolda çürütüp bitirmiş ne kadar delikanlı istersiniz? Bunların her birine az nasihatlar mı verilmiştir? Hiçbirisinin faidesi görülmüş müdür? Hatta daha ziyade iştidâd-ı sefâhatlerine hizmet etmiştir.” (Felâtun Bey ile Râkım Efendi, 100)

Karnaval romanında Senai, kendi benzerleri gibi mirasyedi bir tiptir. Babası öldükten sonra, gösteriş merakı ve alafrangalılığı yüzünden babasının mezar sandukasını, birkaç bin liraya mal ederek Roma’dan getirtir. Bu durum, züppenin israfta ve para harcamadaki külfeti umursamadığını ve gösteriş merakını yansıtmaktadır. Ayrıca “babanın ölümü”, tüketimin önündeki bütün engelleri kaldıran önemli bir etken olarak vurgulanmaktadır. Zaten işlevsiz olan ve terbiye edemeyen babanın varlığı ortadan kalkınca, paranın önündeki son engel de kalkmış olur. Mirasyedi tip, artık hiçbir sınır tanımaz. Züppenin, babasının mezar taşını bile bir gösteriş aracı olarak kullanmaya kalkışması, ondaki yozlaşmanın daha belirgin biçimde görülmesini sağlar.

“…Hatta mirasyediliği pederinin mezarı ve ruhu için ifa-yı vazife-i bünüvvetten olan şeylerin suret-i icrasınca dahi görülmeye başladı. Mesala en küçüğümüzden en büyüğümüze varıncaya kadar herkesin mezar taşları birkaç yüz yıldan beri bu sanat ile iştigal eden esnaf tarafından yapılırken Zekayı “Efendim! Aux sculpture’lük (mermer tıraşlık) beaux atrs (sanayi-i nefise) bizim eşek heriflerin sanayi-i nefisece ne kadar costeau’ları olabilir. Pederime bir chef-d’oeuvre (enfes-i asar) yaptırmalıyım!” diye enmahir bir ressama şeklini tersim ve Roma’da suret-i mahsusada imal ettirdiği bir mezar sandukası hiç de bir Müslüman mezarına benzemediği halde birkaç bin liraya mal olmuş…” (Karnaval, 275-276)

Senai, yapmış olduğu harcamalar yavaş yavaş sınırı aşınca, sarrafı ile yaptığı hesaplar neticesinde, gayr-i menkullerinden bir kaçını satmak zorunda kalır. Fakat bu durum bile Senai’nin aklını başına getirmez. Yaşadığı tüketim hızında ve maddi yok oluşta, züppenin hiç bir vicdani rahatsızlık duymadığını görürüz.

“Sarrafından durma para ister. Herif durma para gönderir. Nihayet bir gün sarrafiyle hesap görüldükte tekküm eyleyen duyun için han ve hane ve hamam gibi birkaç parça irat eyleyen duyunu için han ve hane ve hamam gibi birkaç parça irat satmak lüzumu tahakkuk eder....Yüreği bile sızlamaksızın icab-ı nizamisi icra olundu.”(Karnaval, 276-277)

Çengi romanı, Cemal Bey adında bir başka müsrifin hayatını anlatmaktadır. Cemal Bey’in ailesinin başından geçen ilginç olayların yanında, baba mirası ile sefahat hayatına düşerek sıfırı tüketir. Annenin, kendini oğlundan gizleyerek onu sefahat âlemlerine çektiğini ve oğlunun bütün varlığını elinden aldığını ilginç bir kurgu eşliğinde görürüz. Romanın sonunda Sünbül, tertiplediği bu olayı oğluna bir hayat tecrübesi kazandırmak amacıyla yaptığını anlatır. Sünbül’ün yakındığı şey, babaların otorite boşluğudur. Ona göre aileler, çocuklarına sadece maddi varlık bırakmanın yeterli olduğuna inanırlar ve “terbiye” kültürünü ihmal ederler. Romanın sonunda Sünbül, oğluna hitaben şunları söyler:

“– Oğlum, evladım, çocuğuna külliyetli mal bırakan babalar, ekseriya çocuğuna insaniyet âleminde ömrünü şan ile geçirebilmesine medar olacak terbiyeyi vermeyenlerdir. (….) pederin kendi kendisini elimden hiçbir şey gelmezdi. Nihayet, pederin kendi kendisini salb ederek sen on yedi, on sekiz yaşında bir mirasyedi olmak üzere meydana çıktın. Elindeki servet ü samanı mutlaka telef edecektin. O zaman seni evlendirmiş barklandırmış olsalardı bile hiçbir faydası olmazdı. Vur patlasın, çal oynasın alemine mirasyedilerden ağlebinin alnına yazılmış bir yazıdır.”(Çengi, 148)

Bu bölüm, oğluna ve gençlere mirasyedi olmamaları için önemli bir ders niteliği taşıyan tavsiyeler içermektedir. Babalarından kalan servetlerini eğlence âlemlerinde Daniş Çelebi gibi yiyen gençlerin çok olduğunu ve onların kendilerini romanın kahramanı ile kıyas edebileceklerini belirtir. “Ahmet Mithat Efendinin romanlarındaki erkek kahramanların birçoğu böyle bir tecrübe yaşadıktan sonra "ıslah-ı nefs" ederler.

Söz gelişi Müşahedat romanının kahramanı Refet, uzun süre sefahat âlemlerinde yaşayıp bu hayatın çirkinliğini gördükten sonra olgunlaşmış ve âdeta mükemmel bir genç örneği olmuştur. Çengi'de Cemal Bey bütün servetini sefahat âlemlerinde tükettikten sonra hatasını anlamış ve sonunda dürüst ve namuslu, emeğiyle geçinen ve kazandığı kadar harcayan biri olmuştur.” (Gökçek, 2001: XVIII) Anlatıcı, Cemal Bey’in kötü talihinin, yani mirasyediliğinin bir anda mutlu sona dönmesinin gerçek hayatta olamayacağının da altını çizer. Gerçek hayat, elbette mirasyedilere böyle bir şans vermeyecektir. Ahmet Midhat, romanlarının sonunda açtığı bu “ümit kapıları”nın “muharrirlerin sanatlarından mütevellit bir sır” olduğunu belirtir. Yani mirasyediliğin gerçek yüzü daha acıtıcı ve trajik hikâyelerle doludur.

“…Kendisi dört parayı sa’y-i destiyle kazanıp bir tarafa koyabilmekten aciz bulunan ve pederden mevrus servetle vur patlasın, çal oynasın alemine can atan genç beylerimiz şu noktayı hatırdan çıkarmamalıdırlar ki bulundukları mecaliste bezm-i iş ü nuşu neşelendirenler hemen hiçbir zamanda Sünbül ve Melek olamazlar. Binaenaleyh elden çıkan saadeti yine bunlar hatta ibtidasından daha mükemmel ve daha ciddi olmak üzere iade edemezler.” (Çengi, 152)

İki Hud’akâr’ın kahramanlarından Kont Aleksandr de Blanşmezon, kendisine miras kalan milyonları “envai sefahat ve israfat içinde yitip bitirmiş” olmasına rağmen, bu iflasının kendisinde uyandırdığı gayretle sekiz-on yıl içerisinde tekrar eski servetini elde etmeyi becermiştir. Kendine bu konuda büyük güven duyan bu Paris kibarı, oğluna da Tanzimat romanlarında pek rastlanmayacak bir tarzda, neden sefahat âlemlerine merak duymadığını ve müsrif bir hayat sürmediğini sorar. Bunu söylerken güttüğü bir amaç vardır. O da oğlunun tıpkı kendisi gibi müsrif bir hayat sürmesini, sonra da onun aklının başına gelerek paranın önemini ve gerçeği fark edebilmesini arzulamaktadır.

“Oğluna: "İstediğin kadar para benden! Kibar âleminde panl parıl parlamalısın. Ben sağ olduğum müddet re'sü'1-male dokunmak olamaz. Yalnız faiziyle geçinmeli. Ben vefat eyledikten sonra ise re'sü'1-mali de batırmak. Anan yok, hemşiren yok, kimsen yok. Para kazanmak için müste'merat-ı şarkiye yolu açık olduğunu bilirsin. Bence bir kere servetini mahvetmeyen ve fakat yerine yenisini kazanmaya da muktedir olmayan adam insan bile sayılmaz" diyor. Oğlunun masrafı ayda iki bin franga kadar vardığı

hâlde: "Daha yalnız bu kadar masraf edebilecek bir hâlde misin? Yazık sana be! Ne miskin herifsin!" diye bir kat daha teşvikatta bulunuyor.” (İki Hud’akâr, 705)

Ahmet Midhat, Müşahedat’ta zenginliğin bir kavram olarak tanımını yapar ve bunun bir “semere-i mesai”nin ürünü olarak ortaya çıktığını belirtir. İnsan bu dünyada sadece geçinebilecek kadar bir zenginlik kazanmışsa, bu bile bir “şâyân-ı şükr ve iftihar” kabul edilmelidir. Hele de daha zengin olmanın ve çevresindekileri ihya etmenin, büyük bir şeref ve büyük insan olmakla eş değer görülmesi gerektiğini düşünür. Anlatıcı, bu bahiste sözü mirasyediliğe getirir ve kendisine baba mirası kalmış olan gençlerin bu gayretle elde edilmiş bir zenginliği yok etmelerinin üzüntü duyulması gereken bir olay olduğuna işaret eder.

“Mirasyedi öyle midir? Pederinin malına vâris olmuş. Bir sırrı hilkat, kendisini o pedere ferzend ve o mala namzet etmiş. Ama o malın cem'ini temin eyleyen muvaffakıyât büyüklüğü dahi beraberce intikal etmemiş olur da, pederinin bunca mesâîi-i muvaffakane ile topladığı malı, o çocuk, muhafazaya bile muvaffak olamayarak, nice israfat ile itlâfa namzet bulunursa, şüphe yoktur ki "mirasyedi" unvanından müteessir, müteellim olmalıdır.” (Müşahedat, 158)

Romanda, insanların kendi kazandıkları servetleriyle iftihar etmelerinin çok doğal bir şey olduğunu düşünür. Çünkü helal para, onların hem kendilerini hem de yakınlarını başkalarına muhtaç olmaktan korumaktadır. Buna karşın bir de çok zengin olmalarına rağmen gerek cimriliklerinden gerekse kötü ahlaklarından dolayı kendilerini muhtaç gösteren insanlar vardır. Ona göre bu insanlar, fakirlerden daha düşkün ve acınacak kimselerdir. Ayrıca bir insana baba mirası kalmasının da yadırganmaması gerektiğini, önemli olanın o paranın korunması belki daha da çoğaltılması olduğunu savunur: “Servet-i pedere vâris olmak gayrimeşru mudur? Halbuki bir adama zengin denildiği zaman mahzuz oluyor da "mirasyedi" denildiği zaman bilâkis mütereddit kalır.” (Müşahedat, 157) Romanın kahramanlarından Refet’in, babasından kalan mirasın iltizamcılıktan elde edilen para olması yüzünden kendisi de bu parayı sefahat ve israf yolunda elden çıkarmıştır. Yani para geldiği gibi haram yolla elden çıkıp gitmiştir. (Müşahedat, 161) Ahmet Midhat’ın emek ürünü olmayan ve zorla halktan alınan paranın hayrının olmayacağını burada da açıkça dile getirdiğini görürüz.

Eski Mektuplar romanında, Daim Bey’in ahlaksızlıkları sıralanırken onun müsrifliği ve mirasyediliği de eleştirilir. Paraya çok düşkün olmasına rağmen bu düşkünlüğünün asıl sebebi harcama alışkanlığıdır. Eline ne kadar para geçerse, onu o gün harcamak zorundadır. Anlatıcı onun bu durumunu “parayı bir sa'y, bir meşakkat mukabilinde kazanmamış” olmasına yorar. Ve bu şekilde sürüp giden sefahat hayatı sonunda da Daim Bey ve onun gibiler ellerindeki her şeyi kaybederler. (Eski Mektuplar, 138)

Yazı hayatının dışında, ticari anlamdaki ve iş hayatındaki çalışkanlığı da dillere destan olmuş Ahmet Mithat, Yeryüzünde Bir Melek romanında da bir servet sahip olmanın ve onu koruyabilmenin ne denli tehlikeli bir iş olduğuna değinir. Okuruyla giriştiği hasbihalde, onları hayalen “bir mahbûde-i nâzenîn” ile yalnız başlarına kalabilecekleri bir yere bırakır. Fakat bu baş başa kalmanın insanı kötülüğe ve kontrolsüzlüğe sevk edebileceğinin de açıkça ortada olduğunu belirtir. (Yeryüzünde Bir Melek, 73–74) Tıpkı bunun gibi, bir insanın servetiyle baş başa kalmasının da onun başına ne büyük tehlikeler açabileceğini düşünür. Nasıl ki bir çocuğun eline silah verildiği takdirde, çocuk ne yapacağını bilemez bir şekilde onu kullanacaksa ve suistimal edecekse, onlara bırakılan mirası da çar çur etmelerinin olağan bir manzara olabileceğinin altını çizer.

Müşahedat’taki tespitlerinde de servetlerini kıymet bilmez bir şekilde yiyip bitiren mirasyedilere karşı acımasız bir tavır sergiler. Kendilerine baba mirası kalanlara, annelerinin birer vasi tayin etmesi âdetine karşı çıkarak; serveti idare etmede akıllı hareket etmenin ve tecrübe kazanma gerekliliğinin özellikle önemli olduğunu düşünür. Ahmet Midhat, parayı kontrol edememeyi ve bilinçsiz harcamayı kesinlikle hoş görmez ve bunun izah edilir bir tarafı da olmadığına inanır. Ona göre böyle insanlar, servetlerini tüketmeli ve çaresizlik içinde kalmalıdırlar ki, “çalışkan adam” olma gerekliliğini fark etsinler ve “yeniden bir servet teşkil” edebilsinler. Bu düşüncelerinin İki Hud’akâr hikâyesindeki Şarl’ın babasının oğluna verdiği nasihatlerle paralellik taşıdığı görülmektedir.

“Bir adam, bir serveti idareye kabiliyetsizmiş; kabiliyetsiz olduğu için onu telef ve mahvetmiş; bunun nesine acımalı? Kendisine bir vâsi tayin edip de malını teleften

vikaye edememişler diye neden makhûr olmalı? Servet-i mezkûrenin bir vâsi elinde bulunması demek, sahibinin elinde bulunmaması ve sahibinin ona malik olmaması demektir. Vâsi tarafından idaresine kâfi verilecek maaş, kendisini daimi bir çocukluk hâlinde bulundurup, kabiliyyet-i matlûbenin de husûlden men'i demektir.

Böyle olmaktan ise, bırakınız malını telef etsin. Her hâlde kendisine mal olmayacak şey elinden çıksın gitsin. Başlı başına kalsın. İki el bir baş için olduğunu düşünsün. İhtimal ki bu hâlde bir çalışkan adam olur. İhtimal ki kendisi yeniden bir servet teşkil eder.

Ama edemiyecekmiş. Öyleyse varsın sürünsün. Hangi taş daha katı ise, başını o

taşa vursun.: Başkaları da kendisinden ibret alsın.” (Müşahedat, 79)

Bir Tövbekâr hikâyesinde anlatıcı, Feda Efendi adlı kahramana, babasından kalan yüklüce bir miras olmasına rağmen, onun tutumluluğuyla ve aklıyla bu serveti koruduğunu istisnai bir durum olarak sunar. Bunu anlatırken de bazı babaların oğullarına yüklü servet bırakmasına rağmen, oğullarının bu duruma layık hareket edemediklerini ifade eder. Hikâyenin kahramanı Feda Efendi, bir sanat ve memuriyet sahibi olmadığı gibi, çalışma zorunluluğu olan biri de değildir. Ahmet Midhat Efendi onun şahsında, bazı gayretli babaların kendi geçimlerini sağlayacak gücü elde etmelerinin dışında: “evlât ve ahfadlannı dahi çalışmaya mecbur etmeyecek derecelerde mazhar-ı muvaffakiyet”e (Bir Tövbekâr, 414) erişerek kendi çocuklarının da maddi açıdan iyi bir gelecek kurmalarını sağladıklarını ifade eder. Fakat üzüntüyle şunu ekler; bu çocuklar, babalarının bıraktığı mirası olduğu haliyle bırakmayacaklardır. Fakat Feda Efendi, bu tip mirasyedilerden değildir, babasından kalan mirası, “hüsn-i idare” ile idare etmeyi becermiş ideal bir hikâye kahramanıdır.

Ahmet Mithat, bilinçli harcama kültürüne sahip olmayı, iyi bir insan olmakla eş tutar. Eğer bir insan gündelik hayatında müsrif ise, kötü bir alışkanlığa sahip demektir: “Bir adamın hâlini anlamak içi onun cep harçlığına dikkat eylemek her zaman kifâyet eyler. Zira cep harçlığınca müsrif olan adam, sû-i ahvâl erbabından olmasa bile bir iyi adam addolunamaz.” (Dürdane Hanım, 96) Onun bu bakımdan müsrifliği ve paranın kıymetini bilmeyişi, ahlaksızlıkla bağdaştırması bu meseleyi ne denli önemsediğinin bir kanıtıdır.

Henüz On Yedi Yaşında romanında da Beyoğlu’ndaki sefahat âlemlerinde harcanan paranın yekûnunu çıkarır. Buralarda geçirilen bir gecenin maliyeti, bir fakire sermaye olabilecek kadar yüksek bir meblağdadır. Bu kadar para harcayanların bu paraları alın teriyle kazanmış olamayacaklarını, bu tüketim hayatının içine girenlerin ya mirasyediler yahut da rüşvet alan memurlar olabileceğini belirtir. Sağda solda gördüğü kebapçı, muhallebici, sucu ve tezgâh satıcılarının yaptıkları işlerinin sermayesini de kuruşuna kadar hesaplar. Ona göre bu işleri yapanlar, küçücük sermayeleri ile ailelerini geçindirir, vergilerini verir hem de para biriktirirler. Dolayısıyla onların parası, çalışkanlıkların ve emeklerinin semeresi olarak bereket kazanır. Fakat sefahat âlemlerinde harcanan para helal para olmadığı için ve kötü yolda harcandığı için, hiç kimse hayrını göremez.

“-Bir adamın böyle yerde bir gece geçirmesi bir buçuk lira gecelik. Hiç olmazsa yarım mecidiye delâlet bahşişi. Lâ-akal üç dört şişe rakı parası olarak iki mecidiye. Sabahleyin uşaklara bir mecidiye bahşiş. Hamamda bir kese sabun için bir mecidiye. Etti iki yüz altmış iki yüz yetmiş kuruş para! Hâlbuki sabahtan akşama kadar arkasında küfe, meyve, sebze satanların sermayesi nedir? Arkasında elli okka üzüm bulunsa kârıyla beraber kırkar paraya veriyor ki elli kuruş eder. İşte elli kuruş bir fakire sermaye olur. Demek oluyor ki iki yüz yetmiş kuruş bir değil beş altı fakire sermaye olabilecek!” (Henüz 17 Yaşında, 64-65)

Ahmet Midhat, gayr-i meşru hayatın sonucunun bütün varlığını kaybetme ile noktalanmasına, bu romanında da atıfta bulunmaktadır. Batakhaneleri mesken edinen insanlar, bu sefahat âlemlerinde, keyiflerince eğlenmekte, onlar gibi nicesini tüketmiş olan kadınlar da onları sadece sömürmeye çalışmaktadırlar. Romanda örnek olarak verilen bu tür kişilerden biri, buralarda çerçicilik yapan yoksul bir insandır. Bu adam, batakhanelerin eski müdavimlerinden biri olarak servetini buralarda yiyip tüketmiş, şimdiyse, karnını bile zar zor doyurabilecek durumlara düşmüştür. Anlatıcı, onun gibi pek çok insanın, bu şekilde süründüğünü belirtir. Fakat roman anlatıcısı, bu insanlara acımanın gereksiz olduğunu, onların kendi akılsızlıklarının cezasını çektiklerine inanır.

“…Bütün kerhaneleri dolaşıp ekmek parası kazanmağa çalışır yalnız bir Acem değil ya? Ne kadar beyler, efendiler ağalar var ki kül olmuşlar. İşte onlardan ibret olarak kendilerini korusunlar. Onlara acımak lazım mı?” (Henüz 17 Yaşında, 67)

Araba Sevdası’nın Bihruz’u da ileri derecede bir mirasyedidir. O da diğer züppeler gibi sınırsız bir harcama kültürüne sahiptir. Bihruz’un babası ölünce, kendisine kalan yirmi sekiz bin liralık yüklü miras, onu sonu gelmez bir “sefahat” hayatına sevkeder. Annesi, onun bu müsrifliğini denetim altına almak için yakın akrabalarından birini, mirasın “hüsn-i idaresi” için görevlendirmeyi düşünse de bu niyetinin neticesiz