• Sonuç bulunamadı

1.1. Osmanlı Toplumunun Sosyo-Ekonomik Hayatının Bozulmasına Yönelik

1.1.1. Eğlenceden sefahate Osmanlı hayatı

1.1.1.2. Balolar

Tanzimat’la birlikte Batılılaşma yolunda kendini gösteren eğlence kültürünün en önemli ögelerinden biri de balolardır. “Osmanlı devlet adamlarının da davet edildiği ilk balo Sultan II. Mahmut zamanında İngiltere elçisi tarafından Haliç’te bir gemide verilmişti. Bu şekilde kadınlı erkekli eğlenceye ilk defa katılan Osmanlı devlet adamları, yaşadıkları tedirginliği belli etmemeye çalışıyorlardı.” (Özer, 2006: 389) Ardından Fransız elçisinin tertiplediği bir balo daha gerçekleşmiş, hatta Sultan Abdülmecid de bunlardan birine katılmıştır. Resmi balolarla meşruiyet kazanan bu tür eğlenceler, zamanla değişik içeriklerle ve halkın farklı kesimlerine yönelik yapılmaya başlanmıştır. Baloların hemen hepsi Beyoğlu ve Galata civarındaki bölgelerde düzenlenmektedir. Gece eğlenceleri şeklindeki bu toplantılar, alafrangalılaşmanın olmazsa olmazlarından biri olarak Osmanlı hayatına girmiştir. Balolara, kadın ve erkeğin özel kıyafetleri ile birlikte katılmasıyla, Osmanlı için alışılmadık bir eğlence biçimi karşımıza çıkmış olur.

Ahmet Midhat, özellikle Karnaval romanında, balo adetlerine geniş yer vermiştir. Kibar âlemlerinde düzenlenen balolardan, Galata’da düşük kadınların düzenlediği balolara kadar bu şekilde çok çeşitli eğlencelerin varlığından bahsederek bunlar hakkında tafsilatlı bilgilendirmeler yapar. Bunlardan en “murdar”ı, “tavşan balosu” olarak adlandırılan “en rezil ve sefil karıların” toplandığı balolar olarak gösterilir. Anlatıcının kullandığı ifadelerden, düşük takımının düzenlediği baloları tamamen ahlaksızlık yuvası olarak kabul ettiği anlaşılır. Bunun yanında “resmi balolar”ın ise, devlet erkânı ve kibar takımının katılımıyla farklı bir çehreye büründüğü anlatılmaktadır. Fakat yine de bu türden balolarda bile gayr-i ahlaki davranışlara rastlamak mümkündür.

“Bal champetre’lerden kat’-ı nazar salonlarda icra olunan baloların dahi türlüsü olur. Şehrimizde tavşan balosu denildiği üzere Galata’da en rezil ve sefil karıların kendi rağbetkarlarıyla toplandıkları murdar balolardan bed ile bir sefarethanede eazım-ı kibarın toplandıkları balolara kadar itibarca birçok meratibi vardır. Resmi balolar olur ki oralara prensler ve hükümdürlar bile gelirler. Rikkat edilse görülür ki bunların dahi cümlesi hep “müsavat üzre azadelikten istifade” esasi üzerine müretteptir.” (Karnaval, 5)

Balolarda, insanlar arasında kurulan ilişkiler, nezaket olarak değerlendirilebilecek davranışlar bütününün dışındadır. İsteyen her erkek, istediği kadınla dans edebilme hakkına sahiptir. İlişkiler oldukça lâubalîyane ve seviyesizdir. Bu yakınlık, geceyi birlikte geçirme şeklinde de devam ettirebilmektedir. Ahmet Midhat’ın ölçüsü, elbette Osmanlı ahlakı olduğu için, bu tutumları ciddi anlamda yargılar. Yabancı kadın ve erkeklerin “takdim ve takaddüme ihtiyaç duymadan” dans etmesi, birlikte “souper” (çorba) içmesi, hatta geceyi birlikte geçirebilme ihtimalleri, onun nazarında bu yerleri sefih mekânlar olarak görmesi için yeterlidir.

“… oralarda takdim ve takaddüme hacet olmadığı gibi istediğiniz kadın ile oynayabilmek için cotillon’a filana da hacet yoktur. Oraya gelen her kadın her erkek ile oynamak için gelmiştir. Hangisinin beline sarılacak olsanız memnunen kollarını sizin omuzlarınıza atar. Meğer ki o gece balodan sonra souper edecek ve geceyi de beraber geçirecek olan müşterisini evvelden hazırlamış olsun.” (Karnaval, 6)

Fakat bu baloların dışında, “umur-ı hayriyye” için düzenlenen bir takım balolar da o dönemde düzenlenmeye başlamıştır: “Umumi balolar cür’et-i sefihane ve serbazane ve hatta rezillaneye bir müsaade-i kâmile verilen bir yer olduğu halde bu rezalet-i aleniyyeyi hasenat yolunda kullanmak için bir de umur-ı hayriyye zımnında tertip olunur.” (Karnaval, 7-8) Bu şekilde alafrangalık, hayır yolunda yapacağı çalışmaları bile bir tür salon gösterisi şeklinde sergilemeye de başlamıştır.

Baloların tuhaflıklarından bir diğeri de kendini kadınların giyimlerinde göstermektedir. Giydikleri elbiseler, çok teşhir edici biçimdedir. Alaycı bir üslupla kadınların bu giyim tarzını değerlendiren Ahmet Mithat, çıplaklıklarının, vücutlarındaki bütün çirkinliklerin ortaya çıkmasına neden olduğunu belirtir. Kadının dekolte ve tuhaf bir moda hevesiyle kendisine yakışmayanı giyinmesi, özellikle bu balolarda ortaya çıkan davranışlar olarak tenkit edilir.

“…Ne kadar çöp gibi kollar vardır ki en mahir üstatların tertip eyledikleri düzgünler bile onları ağatmaktan aciz kalırlar. Ne kadar yufka göğüsler vardır ki sahibeleri nasıl olup da mucidin-i zamanın balolarda kadınlar için birer yapma göğüs icat etmemiş olduklarına maatteessüf istiğrap ederler. Bereket versin ki bu madamların enselerinde dahi ikişer gözü olup da arkalarını görmezler. Zira görecek olsalardı kürek

kemiklerinin sivrilip çıkmasından ve bel kemiğinin sanki yuvarlak değil çukur imiş gibi gömülüp gitmiş bulunmasından ürkerlerdi.”(Karnaval, 9)

Yeryüzünde Bir Melek romanında da anlatıcı, kadınların balo eğlencelerinde süslenmelerine ve dış görünüşlerine sözü getirerek sergilenen tuhaf manzaralara işaret eder. (Yeryüzünde Bir Melek, 89–90) Kibar kadınların, ziynetlerinin, takılarının; onları iğrenilecek bir şekle dönüştürdüğünden bahseder. Anlatıcının tutumu yine alaycıdır. Balolarda giyilen kıyafetlerin ve edilen dansların ahlaka mugayir olması, Ahmet Midhat’ın en çok üzerinde durduğu noktalardan birisi olmuştur. İstanbul’daki sefahat âlemlerinde yeni türeyen Osmanlı alafranga sosyetesinin ciddi kritiğinin yapıldığı Karnaval romanında, Osmanlı eğlence anlayışına uymayan edep dairesi dışındaki bu görüntüler, o dönem için gerçekten hayret uyandırıcıdır. İstanbul’daki bir baloda, bir dönem Paris’teki balolardaki giyimiyle skandal olmuş, Rigolbouche’ye gönderme yaparak tıpkı onun gibi bir kadının çıplaklığa yakın giyimiyle kendini teşhir etmesini eleştirmiştir. Ayrıca, balolarda sergilenen dansların da değerlendirmesini yaparak dansların figürlerinin ve eğlencenin dozajını ayarlayamayanlarla dalga geçer. Öteki toplumun fetlerinin kendi medeniyet dünyaları dışında İstanbul’da da bu rezilliklerini sergilemeleri, Ahmet Midhat’ın oldukça eleştirel baktığı bir meseledir. Bu tutumları, kadının namusunun ve ahlakının tüketimine dayalı bir yaşayış olarak görür. Onun bu yoldaki değerlendirmelerinde dinî duyarlılığın etkili olduğunu söylemekle birlikte, en çok da ahlakî telakkilerinin ve kadının kendini erkeklerin istifadesine sunmasını kabul edemeyişinin etkili olduğunu söyleyebiliriz.

“Raksların en edibanesi lancier ve cadril misillû çift çift erkek ve kadınların birer tertib-i mahsus üzere karşı karşıya dizilerek “el ele kol kola çifte sandık kırmızı fındık” diye bizde çocukların oynadıkları oyunlardan daha muntazam olarak hatveler, vaz’lar falanlar ile oynadıkları oyunlardan daha muntazam olarak hatveler, vaz’lar falanlar ile oynadıkları oyunlardır. Lakin cadrillerin bir de “kankan” usulü vardır ki… hey!... öyle pek muteber ve hatta oldukça muteber balolarda buna müsaade etmezler…Bu oyunda erkek olsun kadın olsun o kadar garip vaz’lar gösterirler ki kadınlar için elbiseler ne kadar dekolte ise bu vaz’lar belki ondan daha dekolte addolunur.” (Karnaval,11-12)

Avrupa ile Osmanlı’daki baloların mukayesesini de yapan Ahmet Mithat, onların bizden sadece kıyafet ve maskaralık bakımından üstün olabileceğini düşünür. Bu, Osmanlı alafrangasının katettiği mesafeyi göstermesi bakımından, anlatıcının derin ironisi ile birlikte dile getirilir. Osmanlı toplumunun özellikle, Batılılaşmanın bu yönlerini almada katettiği hızı esefle kaydeder: “…Avrupa’da karnavalları en parlak olan memleketlerin bize tefevvuku olsa olsa ancak kıyafetçe, maskaralıkça olabilir.” (Karnaval, 14) Osmanlı eğlence hayatının gelmiş olduğu nokta, bu bakımlardan Avrupa şehirleri ile boy ölçüşecek seviyelere ulaşmıştır. Onların eğlencelerde her ne kadar bizden üstün vasıfları varsa da Osmanlı alafranga hayatının acayiplikleri, bu eksiklikleri silmektedir: “Elbise ve kıyafet cihetiyle zaten şehrimiz daimi bir karnaval halinde bulunup vakıa meskaralık ve rezalet derecesinde Venedik’e, Paris’e çıkışamaz isek de vukuat ve tesadüfat-ı garibe hususunda onlardan aşağıda kalmayız. Belki fersah fersah geçeriz.” (Karnaval, 15)

Romanın ilerleyen sayfalarında, Beyoğlu ve Galata’daki balo tertiplerinin nasıl gerçekleştiği ve yapılan hazırlıklar anlatılır. (s. 139) Karnavallar öncesinde herkes çok ciddi hazırlıklara girişir. Çünkü bütün Beyoğlu ve Galata, yekpare bir “safahane” kesilecektir. Baloların yapılacağı mekânların önleri, dünya milletlerinin bayraklarıyla donatılır. Gayet pahalı ve lüks süslemeler yapılır, rengârenk fenerler asılır. Bu yerlerin kapılarına asılan yaldızlı levhalarla da “büyük bir umumi balo” verileceği herkese ilan edilir. Romanın, Muallime Mirsad ve Kutsaş adlı iki Avrupalı kahramanının birlikte bir baloya gitmelerinden bahseden yazar, mensup oldukları tabakaya bağlı olarak onlar hakkında: “öyle birtakım genç erbab-ı sefahatın rezalet mahalli demek olan balolara bunların devamı her halde tayip olunabilir.” (Karnaval, 177) diyerek baloları, rezaletlerin sergilendiği bir yer olarak işaret eder.

Müşahedat romanında, balolardaki başka birtakım adetlerin saçmalıklarına ve rezilliklerine vurgu yapılır. Baloların kendine ait törencikleri, gündelik yaşam adetlerinin çok dışındadır. Bu alafrangalılık adetlerinin mantıkla izah edilecek bir tarafı da yoktur. Muharrir ve Siranuş arasındaki bir konuşmada bu durum ifade edilir.

“—… Balolarda peyda olan muarefenin başka yerde hükmü olur mu? Âlem içinde tekrâr-ı mülâkat edilse, tekrar prezante edilmeğe ihtiyacı olur. Balo denilen şey bu âlemden hariç, başka bir âlemdir.

—Umumi olan balolar. Yoksa resmi, gayr-i resmi, hususi balolardaki muarefe her zaman makbul ve mer'îdir.

— Bizim de gittiğimiz balo tavşan balosu denilen en umumi, en rezil yerlerden değil miydi?” ( Müşahedat, 215)

Madam Hamparson ile Küpeliyan arasındaki konuşmada da farklı özellikler taşıyan iki balonun karşılaştırması yapılır. Balo, bir “insan girdabı” olarak tanımlanır. İnsanların, yüzlerine maskeler takması, farklı insan tipleri ile birlikte eğlenmeleri insana heyecan katmaktadır. Anlatıcı, balolarda yapılan danslarda, kadın ve erkek vücudunun bu dikkatlerden kaçmayan yakınlaşmasını ele alır. Birbirleriyle irtibatı olmayan yabancı kadın ve erkeklerin bu yakınlaşmaları, özellikle erkeklerin “menfaat-i şehvaniyesine” çok uygun düşmektedir. Balolarda, bu şekilde Frenklerin kıskançlık duygusunu öne çıkarmayışı da önemli bir ahlaki kayıp olarak görülür. Öteki toplumun mensupları namus kavramı etrafındaki meselelerde ne kadar da olsa “Osmanlı seviyesi”ne çıkamayacaklardır. O dönemin değer yargıları ile hiç uyuşmayan bu eğlence anlayışı karşısında, Osmanlı ve Avrupa tarzındaki oyunların bir karşılaştırması yapılmaya çalışılır. Anlatıcı; Avrupalıların, zeybek oyununa yer verilen bir tiyatro oyununda, kadınların oynayışlarını edebe aykırı bulmalarını hayretle karşılayarak onların oyunlarındaki edepsizliklerin yanında, bunun hiç mertebesinde kalacağını vurgular.

“Vals edilirken kıran kırana, göğüs göğse, burun buruna sarmaş dolaş, olanların hallerine dikkat ettiğiniz var mıdır? Bu gece Resmi’ye dikkat etmiş olsaydınız alafranganın bu âdetine kocalardan başka herkesin menfaat-i şehvaniyyesine pek muvafık bulurdunuz. Hakikat insan hükmetmek ister ki biraz üstü açıkça olarak oynanan valsler mutlaka kıskançlığı tayip eyleyen Frenklerin dahi içlerini bulandıracak bir şeydir.

….şu Türk raksını edebe muvafık bulmamış olurlarsa ne dersiniz? Sebebi ise kadınların saçlarını dökerek göbek atmaları imiş. Aman ya Rabbi! Birisi kadın birisi erkek olan bir çiftin sarmaş dolaş olarak kuş gibi uçup yekdiğerini göğüslerine

bastırmaları muvafık-ı olan ve köçek denilen oyuncularımızın saçlarını dökerek göbek atmaları mugayir-i edeb görülüyor!” (Karnaval, 153)

Osmanlı eğlence hayatında görülmeye başlanan balolar, tıpkı öteki toplumda olduğu gibi, ahlakı zehirleyen birer solunum ortamı olarak resmedilir. Ahmet Midhat’ın özellikle Karnaval romanında işlediği bu konu; giyim kuşamdaki açık saçıklığın, ahlaksız davranışların, dansların ve alafranga adetlerin eleştirisi ile okura sunulmuştur.

1.1.1.3. “İstanbul’un Avrupası” Beyoğlu ve Galata hayatı

Tanzimat romanında Beyoğlu ve iç mekânı Galata, 19. yüzyıl Osmanlı Batılılaşmasının ve aynı zamanda gayr-i meşru hayatının adresi olarak takdim edilir. Ahmet Midhat, mimarisi, sakinlerinin etnik zenginliği, yaşama biçimleri, batakhaneleri, birahaneleri, kumarhaneleri ve balo mekânları ile burayı “İstanbul’un Avrupası” olarak adlandırır. Dolayısıyla Beyoğlu, genel anlamda olumsuz bir tüketim mekânı olarak görülür. Mekâna sinen bu tüketim ruhu, kahramanları çoğunlukla gayr-i meşru hayata çağıran bir boyut kazanır.

Müşahedat’ta, Beyoğlu’nun gündelik yaşamının Paris’ten bile çoğu zaman daha etkileyici manzaralara sahip olduğu belirtilir. Anlatıcıya göre, buradaki insanların ve yaşanan olayların her birinin, romanlara konu olabilecek zenginlikleri vardır. Fakat bunlar, insanı sevindirecek şeyler değil, genellikle acı uyandıracak manzaralardır.

“Şu Beyoğlu ne yaman memlekettir. Avrupa romancıları Paris'e göz dikmişlerdir ama bizim Beyoğlu, birçok cihetlerce Paris'ten de yamandır. Hangi tarafına bakılsa bir roman görülür. Hangi adama tesadüf edilse, mutlaka bir romana taalluku vardır.” (Müşahedat, 138)

Ahmet Midhat’ın Beyoğlu-Paris mukayesesine başka romanlarında da yer yer başvurduğunu görüyoruz. Çünkü öteki’nin mekânsal karşılığı, bizde Beyoğlu ile somutlaşmaktadır. Ana-Kız hikâyesinde de Beyoğlu ve Galata’da yapılan karnaval ahlaksızlıkları, Paris’le mukayese edilir: “…Karnaval mevsiminde Beyoğlu ve Galata hayâsızlarının yüzleri kapalı olarak yaptıkları serbazlıkların hemen aynını Paris'in hayâsız takımı yüzleri açık olarak dahi yaparlar. (Ana-Kız, 829)

Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr romanında, Beyoğlu’nda yaşamanın pahalılığından şikâyet edilir. Anlatıcı, Paris’in pahalılığından şikâyet edenlerin, Beyoğlu’dan haberleri olmadığını söyler. Beyoğlu’nda eğlenmek bir yana, gündelik ihtiyaçların karşılanması bile bir kişinin bütçesini sarsacak düzeydedir. Buna bağlı olarak israfa yol açan bir yapı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İstanbul’un diğer semtlerinden daha farklı olarak Beyoğlu’ndaki lüks yaşam, tüketim kültürünün burada yerleşmiş olduğunu gösterir. Özellikle bekâr hayatı yaşayan birisinin, İstanbul’daki yiyecek ve barınma giderleri küçümsenmeyecek kadar fazladır.

“… İstanbul'da dahi yabancıların pahalılıktan şikâyetleri ayyuka çıkmaktadır. Bir geceyi Beyoğlu'nda geçiriniz de bakınız ne kadar pahalı olduğunu hükmediniz. Yirmi kuruş verdiğiniz hâlde güzelce karnınızı doyuramazsınız. Kezalik yirmi kuruş verdiğiniz hâlde temizce bir yatakta yatamazsınız.” (Demir Bey Yahut İnkişâf-ı Esrâr,170)

Eski Mektuplar romanında, İstanbul’a okumaya gelen Kenan’ın Beyoğlu’nu hayretle gözlemlediğini görürüz. Bu İzmirli çocuk, o dönem romanlarında rastlanmayan bir tutumla, Beyoğlu’nun dağdağası karşısında bir ürperti duyar. Beyoğlu’nun dış mekânları cazip görünmesine rağmen, “hayat-ı sefahati” ona itici gelir. “Bir girdâb-ı ayş u nûş” olarak tanımladığı bu kalabalık ortamın dağılmasını beklemeden oteline geri döner.

“Çocuk İstanbul'un Avrupa'sı diye işitip durduğu Beyoğlu’nu bütün kuvvetiyle tetkik ve temaşa ediyordu. Tezyin, tekellüf itibariyle Beyoğlu'nu bittabi daha muntazam buluverdi. Fakat oranın hayatı, hayât-ı sefahati ona büsbütün girân gelmişti. O âlemden hiç haz ve lezzet bulamamıştı. Sohbet yok, muaşeret yok, samimiyet hiç yok. Herkes bir girdâb-ı ayş u nûş içinde yuvarlanıyor, dönüp duruyor.” (Eski Mektuplar, 40)

Henüz On Yedi Yaşında romanında, fuhuş üzerine görüşlerini ortaya koyan Ahmet Bey ve arkadaşı, Beyoğlu’nda fuhşun yaygınlığı üzerine konuşurlar. Bu semtin, bir İslam memleketi içerisinde olmasına rağmen, nasıl bir fuhuş yuvası haline geliverdiğinin sebeplerini düşünürler ve fuhşun açıkça icra edilir olmasını, Osmanlılık’a yakıştıramazlar. İslam toplumunda böyle bir ortamın varlığına izin verilemeyeceği için, burayı ayrı kılan ve ayakta tutan şeyin Osmanlı’dan bağımsız hâle gelen Beyoğlu’nun Avrupailiği olduğunu ileri sürerler.

“Beyoğlu ahalisi yüz bin nüfussa binden mütecaviz alenî fahişeleri ve yirmi bin nispetinde dahi zanileri vardır. Yüzde bir zâniye-i aleniyye ve yüzde yirmi zânî-i alenîyi Anadolu ve Asya’nın içeri taraflarında hangi memleketlerde bulabilirsiniz?” (Henüz 17 Yaşında, 121–122 ve 123)

Ahmet Midhat, Beyoğlu ve Galata arasında da bir mukayese yapar. Dürdane Hanım romanında; Beyoğlu’nun aşağı kısmını oluşturan Galata semtinin, Beyoğlu’ndan daha beter bir sefahat mekânı olduğu belirtilir. Ahmet Midhat’ın eserlerinde bu anlamda bir mekân-ahlak bağdaştırmasının da yapılmış olduğunu söyleyebiliriz. Beyoğlu ve Galata, düşük ahlakın sembolleşmiş mekânı oluvermişlerdir. En küçük değerdeki paranın bile buralarda büyük itibar görmesi, faili meçhul cinayetlerin işlenmesi ve kadının tamamen değersizleşmesi, Beyoğlu’nun ve hele de Galata’nın, İstanbul içinde nasıl bir “iç tüketim” mekânına dönüştüğünü göstermektedir.

“En rezil bir âşüfte, Beyoğlu’nda artık beş para edemeyecek kadar bayağılaştıktan sonra Galata’ya indikte henüz yeni türeme olmak mertebesinde itibarlı addolunur.

…Ne hâcet? Geçenlerde Galata'da bir harîk zuhur ederek harîkten sonra arsası kazılırken beş altı insan kemikleri zuhur etmiş ve bunlar harîkte helâk olan adamlar olmayıp ondan evvel kârları itmam olunarak mağazalar içine defnedildikleri dahi tahakkuk eylemişti. Bu misillü tehlikeler Beyoğlu'nda yüzde bir muhtemel ise de Galata'da yüzde doksan dokuz muhtemeldir.” (Dürdane Hanım, 20-21)

Bekarlık Sultanlık mı Dedin? adlı hikâyede, Sururi adlı kahramandan bahsedilirken onun Beyoğlu’na olan sevgisi ve hevesi vurgulanır. Beyoğlu, Osmanlı alafrangalılığının merkezi olarak onu da cazibesi altına almıştır. Sururi’nin çocukçasına bir aşkla bağlı olduğu Beyoğlu, Osmanlı züppesinin tipik mekân algısını göstermektedir. Beyoğlu’na gelir gelmez Amerikan Hoteli’ne yerleşir, biri yatak biri de salon olmak üzere iki oda tutar ve bu odaları hemen alafranga tarzda dekore ettirir. Onun “tarife sığmayan” bu alafrangalık hevesini ancak, Beyoğlu’nda bulunması tatmin edebilmektedir.

“İstanbul'a değil! Beyoğlu'na gelir Beyoğlu'na! İstanbul tarafına ayağını bile atmaz. Niçin atsın? Herif memuriyetten el çekmiş. Memuriyet istihsali için müracaat

edilmesi lâzım gelen yerlere müracaata mecburiyeti yoktur ki İstanbul'a gelsin. Herif alafranga âleminde yaşayacak. Beyoğlu'na kuzum Beyoğlu'na!” (Bekarlık Sultanlık mı Dedin?, 273)

Sururi, Beyoğlu’nda adeta bir keyif sarhoşluğu ile dolaşmaktadır. Burada, “Kafe Kristal” adlı bir mekâna girer. Bu alafranga eğlence mekânında, yabancı kadınların kanatları altında, büyük bir neşe ile alafranga ikramlara yaptığı sınırsız harcamaların keyfini sürer. Çünkü burada Sururi, “sûrurundan yılışmış” bir şekilde hareket etmekte, Alman ve Fransız şarkıcı kadınlarının, hizmetçi kızların karşısında kendinden geçmektedir. O, bu keyifli dakikalarını düşündükçe, “ömrünün âtisi için daima kendisine saadetler vaât eder.” Züppe tipi, bu yaşam şansını sadece Beyoğlu’nda bulmakta, yaşadığı sahte düşün biricik mekânı olarak burayı görmektedir.

“Şu tarafta on tane peri-peyker Alman kızları çalgı çalıyorlar. Birkaç-tane afet-i cihan Fransız işvebazları şarkı çağırıyorlar… Hizmetçi diye çağırdığın zat herkesin nazar- ı rağbetini kazanabilecek bir mahbubedir. Ne de şeker handelerle gelir! Emre intizar eder! … Hâsılı her ciheti iştihayı tahrik edecek surette gelir. Vereceğim topu altmış para! Çalgı çalan kız nihayet dört defa gelir ise onar paradan bir kuruş da ona verirsin. Yüz para ile prensler gibi vakit geçirirsin!” (Bekarlık Sultanlık mı Dedin?, 273–274)

Para hikâyesinde, Beyoğlu sefahat hayatının ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik çöküntülere de değinilmiştir. Beyoğlu bu anlamda, bir israf ve tüketim merkezi olma hüviyetini her yerde gösterir. Adeta mirasyedilerin, müsriflerin, keyfine düşkünlerin doluştuğu bir zevk mahşeridir. Ahmet Midhat, Osmanlılığını kuşanarak yaptığı tenkitlerde, Beyoğlu’nun, Osmanlılık ahlakına bir suikast sayılması gerektiğini düşünür. Buranın rezil eğlence anlayışının, Osmanlı sosyal hayatı ile bağdaşmayacak bir hâle dönüştüğü inancındadır. Hikâyenin kahramanı Sulhi Efendi, sahip olduğu eğitim ve kültürel birikimiyle, Beyoğlu başta olmak üzere eğlence âlemlerinin her zevkini tatmış, fakat kendisini bu âlemlerin havailiğine kaptırmamıştır. Anlatıcı, onun bu özelliğinden bahsederken Beyoğlu’nun maddi anlamda kurbanlarını nasıl tükettiğine değinir. Beyoğlu’nun batağına “başı şapkalı Beyoğlu ahalisi”nin tenezzül etmemesine karşın, “kendi vakar ve haysiyetini bilir bir Osmanlı”nın hiç tenezzül etmemesi gerektiği

inancındadır. Beyoğlu’nun bu anlamda sadece, Osmanlı maddi hayatını sosyo- ekonomik açıdan sömürmek üzere konumlanmış bir mekân olduğunun altını çizer.

“Beyoğlu'nda murdarlıktan, hastalıktan, batakçılıktan başka ciddî eğlence