• Sonuç bulunamadı

Tanzimat romanında; maddiyatçılık endişesini ve para hırsını, ahlaki bir zafiyet olarak işleyen açıkca işleyen yazar Ahmet Midhat olmuştur. Bu kavramları değerlendirişi, onun para kazanma ve maddi varlığı koruma kültürünün çok uzağında görülmesi gereken konulardır. Zenginlik, maddi varlık ve çalışkanlık, onun romanlarında kahramanı tamamlayan unsurlar olmakla beraber, bu gayretler; hırs duygusunun eşliğinde karşıma çıkmaz. İnsanların maddi hırslarla hareket etmeleri, bireysel düzlemden toplumsal hayata değin geniş bir etki alanında, ahengi bozan unsurlar olarak görülür.

Hasan Mellâh Yahut Sır İçinde Esrar romanının kahramanlarından Pitro’nun ağzından dile getirilen düşünce, insanoğlunun doymak bilmez iştihasını işaret eder. Okuma yazma bilmeyen Pitro’nun bu söyledikleri, Hasan Mellah’ı da bu konuda düşünceye sevketmiş ve o da insanoğlunun ne kadar gözü doymaz bir varlık olduğuna kanaat getirmiştir. İnsan o kadar ihtiras sahibidir ki; bütün “encâm-ı semaviye”yi de elde etse gözü doymayacaktır. Bu düşünceleriyle, maddi ihtiraslarının peşinde koşan insanları, “âlemde hayvânât-ı sâire üzerine değil, belki alelıtlak âlem üzerine dahi musallat bir gürûh-ı haşerât” olarak tanımlar.

“Pitro- Efendi, ben âdemoğluyum, âdemoğlu. Bir adayı değil, bir memleketi zapt etsem bile gözüm doymaz. Bir ülkeyi zapt ederek kral olsam, etrafımda bulunan ülkelere de tamah ederim. Bir kere düşünsene ki, bu krallar, bu imparatorlar nasıl şeylerdir? İşte herkesi cebir ve kahır altında makhûr ederek bir ülkeye sahip olmuşlar. Kanaat ediyorlar mı? Etseler komşuları üzerine hücum ederler mi?

… Âlemde insanı memnun ve kani edecek ne bulabilirsiniz? İnsan dünyada her şeye göz diker, her şeye nailiyete çalışır bir hayvan değil midir?” (Hasan Mellâh Yahut Sır İçinde Esrar, 274–275)

Romanın başlarında anlatılan olayda, Pavlos’a kızını vermek için çaba gösteren Alfons’un niyetini belirleyen temel etken, onun para düşkünlüğü olarak gösterilir. Alfons, “yalnız Pavlos'un zekâvet ve dirayetine değil, âdeta en çoğu üç, dört yüzbin talerine âşık olduğundan kızını bu adama vermeyi kendisine ahass-ı âmâl edinerek….” (Hasan Mellâh Yahut Sır İçinde Esrar, 30) böyle bir gayretin içerisine girer. Maddi hırsları, kimi insanları, menfaatleri için her türlü fedakârlığı yapma düşüklüğüyle karşı karşıya getirmektedir.

Ahmet Midhat’ın, Para adlı bir hikâyesi de mevcuttur. Hikâyede, insanların parayı genel olarak bir itibar nesnesi olarak görmesi ve zenginliğin itibar getirdiğine inanılması, anlatıcının tenkit ettiği başlıca meselelerdendir. Anlatıcı, bu konular hakkındaki görüşlerini Sulhi ve Vahdeti adlı kahramanların diyalogları üzerinden verme yolunu tercih etmiştir. Sulhi hayata karşı lakayd tavırları ile öne çıkan biri iken Vahdeti, akl-ı selim hareket eden olumlu bir karakter olarak sunulur. Memuriyeti ve ticareti, sosyo-ekonomik yönlerden karşılaştırarak değerlendiren Sulhi, zengin olabilmek için tek yolun ticaret yapmaktan geçtiğine inanır. Fakat kahramanının bu söylemi, Ahmet Midhat Efendi’nin her zaman savunduğu ticaret yapma teşvikinin dışında niyetlere yöneliktir. Onun vurgulamak istediği şey, taşıdığı para hırsına bağlı olarak ticaretin en kolay para kazanma yolu olmasıdır. Memuriyet, ona göre insanı, sosyo-ekonomik düzeyde tatmin etmekten uzaktır ve para, yegâne sosyal kimlik belirleyicisidir.

“… zengin olmak ister isem tarik-i ticarete sülûk edebilirim ya. Bak memuriyet tarikine demiyorum. Zira iffet ve istikamet sahibi olanlar o tarikte zengin olamazlar. Aldıkları maaşlar ile ancak yaşayabilirler. Ben ise tacir “olabilirim. Bir kolpo yapabilir isem tabiplerin bir sene zarfında kazanamayacakları parayı bir ciro ile kazanırım. Paraya bakmalı kuzum paraya! Para bir mikyas-ı umumîdir. Bir adamı soracakları zaman tabip veya cerrah mı olduğunu sormazlar. Kaç liralık adam olduğunu sorarlar.” (Para, 526)

Sulhi ve Vahdeti, savundukları düşüncelerini birbirlerine kabul ettirebilmek için sürekli tartışırlar. Tez-anti tez şeklinde ilerleyen bu diyaloglardan birinde Sulhi, bu defa eğitim görme ve para kazanma arzusunu karşılaştırır. O, eğitim hayatına devam etmekle hayatını zehir edeceğine inanır ve gençliğinin safasını sürerek paranın peşinde

koşacağını belirtir. Ömrünün en güzel yıllarını, mektep sıralarında geçirmek istemediği için de mektepten ayrılmıştır. Çünkü eğitim ve öğretimle insanın ancak zaman kaybedebileceğini, bunların insanı hayatın zevklerinden alıkoyan boş uğraşlar olduğunu ileri sürer. Bu bakımdan Sulhi’nin temel değer ölçüsü tümüyle para olur: “…gençliğinin safasını sürmesi akıl ve hikmete daha ziyade muvafık düşeceğinden bahseyliyor idi. Her saadetin para ile husule geleceği itikad-ı tammında bulunan bir adam için bundan daha doğru hikmet mi olabilir?” (Para, 530)

Anlatıcı, her devirde şan ve şeref kaynağı olarak görülen kavramların sürekli değiştiğinin altını çizer. Eski Yunan medeniyetinin hâkim olduğu zamanlarda; “şan ve şeref” kaynağı olarak “hikmet” görülmektedir. Bu nedenle o devrin kahramanları “ukalâ-yı seb'ası ve onlara tâbi olan hükeması”dır. Onların devri geçtikten sonra bu defa da dünyada “cihangirlik” şan ve şeref kaynağı olarak görülmüştür. O devirde de Sizostrisler, Büyük İskender'ler, Kayserler kahraman olarak görülmüşlerdir. Bu değişim, o günden bugüne kimi zaman “ulûm ve maarif”in veya “sanayi-i nefise”nin hâkim olması ile gelmiştir. Anlatıcı, yaşadığı zamanın hâkiminin ise, para olduğunu acı bir gerçek olarak ortaya koyar. Bu devrin kahramanları da herkesin muhtaç olduğu bankalar olmuştur.

“—… Şimdi bu zamanın en büyük şan ve şerefi ise paradır!...Düşünmelidir ki bunca şimendüferleri, tünelleri, kanalları ve dağ gibi gemileri yapan hep paradır. Zenginlikteki kudretin şu cihetine şaşmalıdır ki beş paralık kâğıt parçasına beş bin liralık kıymet veriyor. Krallar, imparatorlar bile sarrafların, bankacıların minneti altında bulunuyorlar. Çünkü onlara borçları vardır. İşte "para" denildiği zaman onun kıymet ve ehemmiyetini şu nokta-i nazardan muvazene etmelidir.” (Para, 537)

Hikâyede bu defa, Yazıcıoğlu’nun Sulhi’ye verdiği nasihatlere görürüz. O, para kazanmanın önemli olmakla birlikte paraya hükmederek muhafaza edebilmenin daha önemli olduğunu düşünür. Parayı kadınlara benzeterek insanın onu kontrol edemezse, elinden kaçıracağını belirtir. Ve dönemin dünyasının en büyük zenginlerinden kabul edilen Rochild’i örnek gösterir. Rochild, kendisine miras kalan parayı, alnının teriyle çalışıp çabalayarak korumuş, ailesinin bütün fertleri “yek-vücud” olarak “azim bir kumpanya” halinde birbirlerine destek olarak para kazanmaya çalışmışlardır. Ahmet

Midhat’ın bu inanışının temelinde tamamen çalışma fikrine bağlılığı yatmaktadır. Gerçek hayatında Sırmakeş suyunu satın alması, ticaretle uğraşması, kazandığı parayı akıllı yatırımlarıyla koruması, onun bu akılcı tarafını gözler önüne koymaktadır.

“—Para bir bakıma güruh-ı karıya benzer. İnsan ne yapar ise yapar, çalışır çabalar, aldatır, filân eder karıyı ele getirir ise de eğer muhafazasında daha ziyade ehemmiyetli davranmayacak olur ise yine elinden çıkarmak dahi müsteb'ad değildir.“ (Para, 538)

Bununla birlikte, paranın insana saadet veren yegâne mefhum olmadığını da belirtme gereği duyar. Bütün ömrünü buna adamak, onu hayatın biricik yaşama aracı olarak görmeyi yanlış bulur. Para, sadece mutluluğu yakalamada bir araç olmalıdır. Çünkü para kazanmanın bir hırs haline dönüşme tehlikesi, insanın bu yolda kendini heba etmesine neden olacaktır. Onun için bir kanaat duygusuyla bunun önünün alınması gerektiği düşüncesindedir.

Vahdeti de; “insanın gerçek mutluluğunun” tarifini yaparak mutluluğun sadece maddi varlıklara sahip olmaktan ibaret olmadığını söyler. Ona göre her insan; bahtiyarlığını kendi arzuladığı şeyleri elde etmesiyle sağlamaktadır. Kimisi maddi endişeler kimisi de manevi endişelerle kendini tatmin etmeye çalışır, fakat kimse, aradığını tam anlamıyla bulamaz. Vahdeti, burada kendisinin hayattan hem maddi hem de manevi beklentileri olduğunu, bu konularda önemli olanın orta yolu bulabilmek olduğunu kaydeder. Dolayısıyla tenkidini, bu noktada sadece hayattan maddi beklentileri olanlara yöneltir. Ona göre, insanın “servet ve sâmân” elde etmek için her şeyini seferber etmesi doğru değildir. İnsanın manevi yönden olgunlaşması, zaten maddi tatminlerini de beraberinde getirecektir.

“… nazar-ı dikkat ve ehemmiyeti yalnız servete hasretmek onu zaruriü'l-husul bir hâle koyacak olan teşebbüsat-ı saireden insanı meneyler. Fezail ve kemalât-ı beşeriye erbabından olup da fakr u fakka içinde yaşamış bulunanları tarihte pek az görürsünüz. Görebileceğiniz adamların da ekserisi bu fakrı ihtiyarî olarak kendileri istemişlerdir. Yoksa bir adam kendi meziyetini ayn-i nakd olunacak dereceye isal ederse servet ve sâmândan ibaret bulunacak arzusu pek kolaylıkla husule gelir. (Para, 541)

Paranın her zaman insana mutluluk verdiği de doğru değildir. Hatta pek çok kötülüğün ve uğursuzluğun kaynağı da çok para sahibi olmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü insan, kanaat etmeyi bilmeyen bir varlık olarak kazandıkça daha çok paranın esiri olacak ve hayatını da bu yolda karartıp gidecektir: “…para elde bulunsa bile arttıkça artan derecesine eldeki paranın kifayet edemeyeceği de olur. İşte o zaman para calib-i refah olmayıp müstevcib-i müşkülât olduğunu insana teslim ettirir.” (Para, 543)

Bir itidal adamı olan her şeyde orta yolu tercih etmeyi savunan Ahmet Mithat, para konusunda temkinli hareket etmeye çalışır. Parayı kazanabilme gücüne sahip olmak insana güç ve teselli vermelidir. Sulhi’ye verilen nasihatte, para kazanmanın “temin-i saadetin medar-ı mahz”ı olmadığını öne sürer. Çünkü o zaman yoksul insanların hayatlarının anlamsızlaşması gerekeceğini belirtir. Hâlbuki “bahtiyarlık”, insanın kendini mutlu hissedip hissetmediğiyle ilgilidir. Böylelikle insanın açgözlülüğünün, onu boş bir çabanın içine çektiğini ve beyhude yorduğunu belirtme gereği duyar.

“—Azizim Sulhi! Dünyada her saadet para ile hâsıl olur denilemez. Belki saadetlerin birçoğu para ile mütehassıl olabilir. Fakat bu hâlde elde para bulunmak temin-i saadetin medar-ı mahzı değildir. Belki parayı kazanmak iktidarının husulü medar-ı mahz-ı saadet addolunmalıdır. Ve illâ fazilet-i insaniye paradan ibaret addolunmak lâzım gelir ki o hâlde insan paradan tecerrüd edince insanlığından da tecerrüd etmiş olduğuna hüküm vermelidir.” (Para, 562)

Para hikâyesinin sonunda anlatıcı, bütün bu anlattıklarından çıkartılması gereken dersi özetlemeye çalışır. İnsanların çocuklarına, Sulhi'nin halası veyahut Hacı İsmail Ağa’nın babası gibi büyük servetler bırakmak için çabalayacaklarına, “Doktor Vahdeti'nin terbiye ve tahsili gibi bir fazilet, bir kudret kazandırmaya “ gayret etmeleri gerektiğini telkin eder. (Para, 562)

Para, sosyal hayatta insanın konumunu belirleyen ve göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir nesne olarak gücü de beraberinde getirmektedir. Ahmet Mithat, paranın bu gücünün farkındadır, ama bu gerçeği esef duyarak kabullenir ve ifade eder. İnsanı aslında olmadığı gibi topluma sunan para, karşısındakini aciz duruma düşürmesi ve küçültmesi yönüyle de olumsuzlanmaktadır. Bununla birlikte, insanın paraya bilinçli

bir şekilde hükmedilebilirse, iyi taraflarının da göz ardı edilemeyecek kadar çok olduğunu ileri sürer. Hüseyin Fellah romanında da paranın bu çok fonksiyonluğu dile getirilmiştir. Buradaki ifadelerinde, paranın gücüne adeta isyan vardır. Paranın her şeyi köleleştirebileceğini ve insanı nasıl dönüştürebileceğini izah etmeye çalışır. Onu kontrol etmenin zor olması dolayısıyla da temkinli olmayı tavsiye eder.

“…Para ol kuvvet-i mahzdır ki acizi muktedir, miskini kavî, korkağı yiğit hasılı umum için bir tabir-i umumî olmak üzere diyelim ki küçüğü büyük eder…müşkilât yoktur ki paranın yüzü gösterilince onun sımsıkı düğümleri çözülmesin! Ne kadar ırzlar, ne kadar iffetler, ne kadar hamiyet-i milliyyeler, ne kadar gayret-i vataniyyeler paranın önünde aczlerini itiraf ederek baş eğmişler, boyun bükmüşlerdir! Ama parayı yalnız bu derece muhrip zannetmeyiniz! Para tamire de hizmet eder. Ne kadar ırzlar, ne kadar iffetler, ne kadar hamiyyet-i milliyyeler, ne kadar gayret-i vataniyyeler âdeta yılmak üzere gelmişler iken para onları tekrar ihya ve tamir etmiştir! Para ipten adam alır! Şakağa ve beyne teveccüh etmiş olan tabancayı ve yürek üzerine sıyrılmış olan bıçağı geriye çevirir.” (Hüseyin Fellâh, 37)

Hayret romanında, Safa Kok Sanc ailesinin Napoli’ye gelmesi üzerine herkesin onlardan bahsetmesinin nedeni, onların zenginliğiyle açıklanır. Anlatıcı, buna şaşırılmaması gerektiğini söyler. Çünkü maddi varlık, insanoğlunun en değer verdiği şey olarak her yerde ve şartta kabul görmektedir: “… Zira bu âlemde birinci sebeb-i şöhret servet ve sâmândan ibaret olup insanların en zengini bulunan bir adam, fa-zail cihetinden insanların en fakiri olsa bile yine mağbût-ı cihân olur.” (Hayret, 86)

Altın Âşıkları’nda da maddiyata ve paraya olan tutku, altınla özdeşleştirilerek anlatılır. Altınlara kavuşan iki kardeşin bu maddi ihtiraslarının, onları evlenmekten ve her türlü hayırlı iş yapmaktan nasıl alıkoyduğu anlatılır. Fakat bu tutkuları da onlara toplumda itibar kazandıramaz. Ona göre toplum içerisinde itibarını korumak, servet edinmekten çok daha önemlidir. Para için her türlü rezilliği yapan Michel Kardeşler, bu tutumlarıyla halkın nefretini kazanmış, öldüklerinden sonra bile arkalarından “lanet-i umûmiyye” okunmaya devam etmiştir. Ahmet Midhat’ın vurgulamak istediği asıl konu, paranın insanın ve çevresinin menfaatine yönelik bir iyileştirme aracı olmadığı sürece, bir anlam taşımayacağıdır.

“Bir altın aşkı! Amma ne aşk! Maşûk-ı dil ü cân olmak hususunda sair hiç bir

şeye meydan bırakmayan altın uğruna din ve iman, ırz ve namus dahi feda olunmuş. Her şey feda olunmuş amma o altın ile hasıl olacak bahtiyarlıkları ele getirmek için değil. Zira altın âşıkı... Hayır! Bunlar iki karındaş oldukları için siga-i cem' ile söylemeli. Zira altın âşıkları yalnız milyonlara mâlik olmak safasıyla iktifa ederek teehhül bile edememişler. Bu milyonlar ile kendilerini hayırla yad ettirecek hiçbir esere muvaffak olamamışlar.” (Altın Âşıkları, 207)

Paragrafın sonundaki anlatıcının dua cümlesi, insana maneviyatını unutturan paradan ve servet edinme ihtirasından ne denli kaçındığını ve bunu insanlara da şiddetle tavsiye ettiğini göstermektedir:“…İşte altına bir aşk ki Rabbim cümleyi böyle mekrûh ve melûn sevdalardan muhafaza buyursun. Âmin.” (Altın Âşıkları, 207) Romanın akışı boyunca Michel Kardeşleri olumsuzlamaya devam eden anlatıcı; “onların başka hiçbir şeye iman etmedikleri” için “adalet-i ilahiyyenin” muktezası olarak cezalandırılmış olduklarına inanır. (Altın Âşıkları, s. 226)

Gönüllü romanında Petros’un paraya olan zaafı, aslında insanların tümünde olan bir zaaf olarak değerlendirilir. Petros, Recep Köso’dan alacağı para karşılığında onun yapmasını istediği bir işi yapmaya razı olur. O, paranın cazibesinin hemen her insanın iştahını kabartacağından emindir. Hapishanelere ve umumhanelere düşen insanların sebebi, hep bu para aşkıdır. Paranın ve maddi ihtirasın peşinde sürüklenmekten Allah’a sığınmayı Altın Âşıkları romanında olduğu gibi Gönüllü romanında da tavsiye eder.

“…Altın denilen o maden-i menhus yok mu? Onun karşısında ne mağrur gerdenler eğilir, ne mutaassıp ırzlar münhadim olur, ne hıyanetler, ne cinayetler irtikap edilir ki bunlardan insanın kendisini temin edebilmesi için savn-ı samedaniye sığınmaktan başka çaresi yoktur. Cemiyyat-ı medeniye içinde o maden-i menhusun asar-ı tahribeyyesini görmek isterseniz hapishaneler ile fuhuşhanelere bakınız. Bunları dolduran ebna ve benat-ı nev’imizi o mehalik-i müstekreheye ilka eden şey altından başka nedir/” (Gönüllü,290)

Bahtiyarlık romanının sonundaki Şinasi’nin monologunda, servet kazananların meşru yolda kazanmalarının ne kadar zor olduğu belirtilir. Fakat gayr-i meşru elde

edilen varlığın da sonunun hüsran olacağına olan inancın altı çizilir. Anlatıcının, çalışma gayreti ve şuuru olmadan kazanılan paranın ve istikbalin eninde sonunda yok olacağına olan inancının vurgusudur bu. Senai, bu şekilde kaybolup gitmiş, ne kendisinden ne de maddi varlığından bir iz kalmamıştır.

“Şinasi filvaki medeniyet âleminde dahi servet kazanılabileceğini hükmeyler idiyse de hünerle servet kazanmak mecma-ı hünerverân olan âlem-i medeniyyette pek güç olduğundan iktisâb-ı servet edenlerin mutlaka az çok yüzleri kızaracak bir vesait ile nail olabileceklerine kanmıştı.” (Bahtiyarlık, 582)

Paris’te Bir Türk romanında anlatıcı, insanların para karşısında düştükleri zaafiyete işaret ederek para için yapılamayacak işin olmadığını üzüntüyle dile getirir. Para, insanların en zayıf noktalarından biri haline gelmiş ve insanların düştükleri sefaletin, düşüklüklerin başlıca sebebi ve ölçücü etkenlerinden biri olmuştur. Paranın, insan varlığını satın alabileceğinin iddia edilmesi bu bakımdan oldukça ilginçtir.

“Bu pek bedihî bir hesaptır ki bir adam namusunu beş franklık bir taam için satar ise, yüz frank gördüğü zaman daha ziyade memnuniyetle satar ve kendisine tevdi olunan her sırrı ifşa edebilir.”(Paris’te Bir Türk, 441)

Firkat adlı hikâyesinde anlatıcı, Memduh Bey’i tanıtırken onun “bayağı” bir insanın oğlu olduğundan bahseder. Fakat “bayağı” sözcüğünün burada küçümsemek anlamında kullanılmadığının özellikle altını çizme ihtiyacı hisseder. Çünkü insanların, genel anlamda bu sözden anladığı yoksulluktur. Bu algının yanlış olduğunu, “fakrın insan için medar-ı istihfaf” sayılmaması gerektiğini düşünür. İnsanlar fakirliklerinden dolayı ayıplanamazlar. Gerçek fakirler ona göre yardıma muhtaç insanlara yardım elini uzatmayanlardır. Bu bakımdan fakirliğin övünç bile sayılabileceğine inanır.

“Zira âlemde herkes fakirdir, hatta nakdi çok ve vakt ü hâli yerinde olarak ıstırab-ı fakr u fakkanın keyfıyat ve derecatından haberi yok gibi görünenler daha ziyade fakirdir. Çünkü bir fakirin havayic-i zaruriyesi onlardan az olup onlar tadat ve tarife sığmayan havayic-i zaruriyeleri altında ezilip kalmıştır. Fakr, insan için medar-ı iftihar dahi olabilir. Zira fakr, insanlığa daha yakındır. Efkâr-ı felsefiyeye daha muvafıktır. (Firkat, 117)

Hatta anlatıcı, okurunun gözünde fakirliği kutsamak için elinden geleni yapar. Zenginliğin, insaniyeti belirleyen bir unsur olamayacağına düşünerek bunun, “efkâr-ı felsefiyenin” kabul edeceği bir konum elde etmede engel bile sayılabileceğine inanır. Fakirlik, bir şeye ait olmamayı ve maddi bağlardan kayıtsızlığı sağladığı için, fikri ve manevi mesafe katetmeye katkıda bulunabilecek bir durum olarak görülür.

“….Ben hem sahib-i servet olurum hem de insanlığa yaklaşarak efkâr-ı felsefiyenin tahsin edeceği bir vaz'da bulunurum iddiasına kalkışmak dahi abestir. Zira bu da bir nev' külfeti ihtiyar demek olup hâlbuki insanlık bu külfeti dahi çok görür. Efkâr-ı felsefiye insanın bütün bütün azade-ser olmasını ister. Fakr ise bu külfeti bittabi defeder ve azadeliği kendi tabiatıyla hâsıl eyler.” (Firkat, 117)

Ahmet Midhat, yaşam imkânları bakımından orta yolu tercih etmeyi tavsiye eden biridir. Para kazanırken çok kazanma hırsı gütmeme, gündelik hayatta yapılan harcamaların israfa kaçmaması gibi meseleler, onun okuruna sürekli telkin ettiği konulardır. İfrat ve tefrit arası yaşam, hem kişinin hem de toplumun huzuru için aslolan şartlardan biridir. Yaşamında rahata alışmış bir insanın, birden bire çok zor şartlar altında yaşamaya başlaması ya da çok yoksul bir insanın birden bire zengin olması, bu insanların alışmadıkları şeyler olduğu için onların ruhsal durumlarını olumsuz etkileyecektir. Fakat bir insan, hayatında orta bir yolu tercih etmiş olursa, karşılaşacağı iyi ve kötü durumlar karşısında kendini kontrol edebilecektir:

“…Terakki ve tedenni, kâr ve zarar tesirce mütenasiptir. Zamanımızda birkaç emsalini gazetelerde cümlemiz gördük ki Rumeli hisselerinden otuz bin lira kazananlar meyanında bazıları çıldırmış, bazıları vefat etmiş olduğu gibi, Komisyon hanında külliyetlice para kaybedenlerin de bazıları çıldırmış, bazıları telef olmuştur. (Hüseyin Fellâh, 22)

Dolaptan Temaşa hikâyesinde, Osmanlı himayesinde yaşayan Yahudilerin gündelik ekonomik hayatı ve para ile olan ilişkisine dair yorumlamalarda da bulunulur. Anlatıcı, “millet-i Yahudiyenin teyakkuzat-ı terakki-perestanesi”nin yeni ortaya çıkan bir şey olduğunu ifade ederek onların cimrilikte ve eski kafayla işleri yürütmede ne kadar ileriye vardıklarını belirtir. Gereksiz saplantılarla gelenekselliklerini yürüten Yahudilerin, sadece para konusunda bu dünyaya rağbetleri olduğu özellikle dile getirilir. “Ahmet

Mithat Efendi’nin roman ve hikâyelerinde Yahudi imajının, diğer gayrimüslim milletlere göre olumsuz olduğu görülmektedir. Yazarın, Ermeni ve Rum milletinden kişileri tanıtması sırasında onların, kişisel niteliklerinden hareketlerine dinlerine veya