• Sonuç bulunamadı

Mehmet Bayrak

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 191-197)

- Bir genellemeye gidilirse, kuşağınızın tüm yapıtlarında köy, köylü sorunlarını işlediği görülüyor. Bu neden ileri geliyor sizce?

- Çocukluk anıları, anıların en unutulmazıdır. İlk on beş yılımı köyde, geri kalan otuz yılımı da kentlerde geçirdim. İlle on beş yıl. Seviyorum on beş yılımı. Bir yazarın unutamadığı, sevdiği, iyi bildiği bir de sınıfını yazması olağandır. Oysa ben, işçi sınıfının romanını yazmayı çok isterdim.

- Köy edebiyatının keskin dönemeçleri hangi tarihlere rastlar?

- Bilindiği gibi, ilk köy romanları, İstanbullu bir subay olan Nâbizâde Nâzım’ın

Karabibik’i (1890) ile valilik, dahiliye nazırlığı; cumhuriyet döneminde de milletvekilliği yapan Niğdeli Ebubekir Hazım Tepeyran’ın yazdığı Küçük Paşa’dır (1910).

Ne var ki bunlar yazıldığı zaman değil, varlıkları çok sonraları öğrenilen eserlerdir.

190

Ben önce Sadri Ertem’i, sonra da Sabahattin Ali’yi tanıdım. Bende yazma isteğini uyandıran bu iki yazar olmuştur. Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca”sı (roman-1931), “Silindir Şapka Giyen Köylü”sü (hikâyeler- 1933), “Bacayı İndir Bacayı Kaldır”’ı (hikâyeler-1933), vb... Sonra Sabahattin Ali’nin “Değirmen”i 1935), “Kağnı”sı (hikâyeler-І9З6), “Ses”i (hikâyeler-1937), vb... belleğimden silinmemiştir.

Bu iki yazardan sonra Samim Kocagöz, İlhan Tarus, Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Kemal Tahir’i tanıdım.

Mahmut Makal, 1950; Talip Apaydın, 1952; Mehmet Başaran, 1953;

Fakir Baykurt, 1955; ve Dursun Akçam, 1964 yıllarında ilk kitaplarıyla görünmeğe başladılar.

Keskin dönemeci belirleyecek kesin bir tarih koymak insanı yanıltabilir. Adını andığım sanatçılar ve ilk kitaplarının çıkış yılları bir fikir verebilir.

- Bugün köy roman ve öyküsü yazılırken nelere dikkat edilmesi gerekir, içeriği ve niteliği ne olmalıdır? Nasıl bir yöntem izlenmeli?

- Bir sorunuzda “amaç, köylüyü uyandırmak ve düşünen kesime bir muhtıra vermek...” diyorsunuz, doğru.

Köylü bugün yoksulluğunu, sömürüldüğünü, bugüne dek hiçbir iktidarın kendisini düşünmediğini biliyor. Bilmediği bir şey var; Şikâyetçisi olduğu şeylerin nasıl ortadan kalkacağı, insanca yaşamanın kestirme yolunun ne olduğu!

İşte köylünün sorunlarını kendisine dert edinen sanatçıya düşen görev... Bugün köylünün yoksulluğunu, uğradığı haksızlığı “tespit” etme işlevi önemini yitirmiştir. Edebiyat sanatçısı, şiiriyle, oyunuyla, hikâyesiyle, romanıyla ona insanca yaşamanın kestirme yolunu göstermek

191

zorundadır. “İnsanları seviyorum” biçimli şişinmeler havada davranışlardır. Hem “hayır” diyeceksin; sömürüden, haksızlıktan, adaletsizlikten söz edeceksin, hem de “insanları seviyorum” yan çizeceksin. Halkı ezen, emeği sömüren, haksızlık yapan güçler, bu

“insanları seviyorum” diyenlerden çok hoşlanırlar. Onlara rahat yazma ortamı hazırlarlar, “büyük yazar” diyenler, radyolarda, televizyonlarda sık sık onlardan söz ederler. Öldüklerinde caddelere, okullara, alanlara adlarını verirler.

İnsanları seviyorsak, önce kendi insanımızı, bütün zenginlikleri yaratan insanımızı sevelim. Ona yerini gösterelim; dostunu, düşmanını belletelim; onu yüceltelim.

Köylümüz büyük oranda okuma yazma bilmemektedir. Bilenleri, okuyanları da az değildir. Kışın köy odaları, bilenlerin bilmeyenlere okumaları için dolar boşalır. Bir yandan köylünün seviyesine uygun hikâyeler, romanlar yazarken, bir yandan da onun seviyesini yükselmek birer görev olmaktadır. Zor ama gerekli.

Bir de yazdığımız bir hikâye ya da roman, Bâbıâli basınının övgüsüyle karşılaşıyor da köylüye bir şey söylemiyorsa, o işin içinde bir iş var demektir. Oturup bir daha yazalım hikâyeyi, romanı...

- Cumhuriyet döneminde köyde köylüde önemli değişimlere yol açan olaylar nelerdir sizce?

- Sorunuzdan anlaşıldığına göre, cumhuriyet döneminde (elli yılda) köyde, köylüde önemli değişikliklerin olduğunu kabul ediyorsunuz. Ben de ediyorum. Bu değişiklikleri sağlayan olaylardan hemen aklıma gelen birkaçını sayayım:

Mustafa Kemal, 1922’lerde köylünün “efendi” olduğunu duyurdu. Bu davranış, duyulmamış bir olaydı ülke-

192

mizde. O güne kadar okumuş kimselere “efendi” denirdi. Şimdi ne olacaktı. Köylü alfabeyi bile bilmiyordu. Zamanla iş tatlıya bağlandı.

Okumuşlara “bey”, “beyefendi”; odacılara, kapıcılara, bekçilere, muhtarlara, küçük memurlara “efendi” dendi. Bunlar köylünün ileri gelmiş kişileriydi. Mustafa Kemal’in sözü yerde kalmamış oldu böylece.

Bugün bile nerede bir odacılık, kapıcılık, bekçilik açılırsa, köylü orada kuyruğa giriyor, “efendi” olabilmek için!..

Köylüye, tarımda iyi sonuçlar alabilmesi için kredi verme gereği duyuldu. Ziraat Bankası açıldı. Ne var ki, bu banka krediyi, ihtiyacı olan köylüye değil, aracıya verdi; aracı da yüzde elli faizle köylüye. Böylece köyde ve kentte aracılar, tefeciler ordusu kurulmuş oldu. Köylü yalnız vergi veriyordu önce. 1946’larda “oy” da vermeğe başladı. Köylü “vergi mükellefliği”nden “seçmen vatandaşlığa terfi etti. O güne kadar “allahın ayısı” olan köylü, “seçmen vatandaş” oldu. Ağalar, beyler, paşalar seçilebilmek için köylünün ayağına gider oldular.

Ve sonra “Almanyalı” oldu köylü. Emek gücünü Alman gâvurlarına göstererek “Türk Gücü”nü dünyaya ispat edip, Türk ekonomisine büyük katkıda bulunmağa başladı...

İlk anda aklıma gelenler bunlar...

- Roman ya da öyküde yerel dilin kullanılması ne kazandırır, tersi ne yitirtir?

(Etkili olmak bakımından)

- Ben bölge dilinin romanda kullanılmasını sevmiyorum, ayrıca doğru da bulmuyorum. Kimi hikâyeci, romancı ve oyun yazarı yapıyor bunu. Ne denli ustaca kullanılırsa kullanılsın, bir aksayan yanın bulunabileceğini sanıyorum. O bölgenin insanını, havasını belirlemek için

193

üç-beş deyiş kullanılabilir. Hikâyeyi, romanı ya da bir oyunu boydan boya bozuk bir Türkçeyle vermenin gereğini göremiyorum. Ege köylüsünün ağzıyla yazılan bir oyunun, radyoda oynanırken, bir Orta Anadolu köyünde öfkeyle ve alayla karşılandığını gördüm.

- Kuşağınız, toplumcu-gerçekçi çizgide ilerlediğine ve amaç köylüyü uyandırmak, bilinçlendirmek yanında düşünen kesime de bir “muhtıra” vermek olduğuna göre bu iş en iyi nasıl ve hangi yazınsal türle yapılabilir?

- Köy enstitüsü çıkışlı yazarların hepsinin toplumcu- gerçekçi (sosyalist gerçekçi demek istiyorsanız) çizgide yaşadıklarını söylemek güçtür. Ayrıca her gerçekçi yazar, sosyalist yazar değildir. Bilindiği gibi, kimi gerçekleri “tespit” etmek ayrı, sosyalist açıdan yorumlamak ayrı şeydir.

Köylü sorunlarına, hümanistçe de bakılırsa, sınıf açısından da bakılırsa, bunun için özel bir türe gerek yoktur. Nâzım Hikmet için köylüyü şiirle anlatmamalıydı; Fakir Baykurt’a da bırak romanı da şiirle anlat şu işi, demenin anlamsızlığı ortadadır. Söylemek istediğimizi, en iyi hangi türde verebilirsek o türde vermeliyiz.

- Yazmaya ne zaman, nasıl ve hangi gereksinimle başladınız?

- Köy enstitüsünde sınıfça bir temsil verecektik. Oynayacak bir piyes bulamadık. Oturdum bir piyes yazdım, oynadık. İlk yazdığım ve bir dergide basılan ilk yazım buydu. Adı “Dertler ve Dermanlar”dı.

- Yapıtlarınızla ne yapmak, neyi vermek istediğinizi söyler misiniz? (Her yapıttan ayrı ayrı söz etmek -kronolojik sıra içerisinde, gerekirse yazılışına yol açan etkenlerden de söz etmek suretiyle.)

194

- İlk hikâye kitabım “İtin Olayım Ağam”dır. İçinde on hikâye var. Onu da köylü yaşamından birer kesit. İlk hikâyelerimdir bunlar.

“Güllüceli Kâzım” ilk romanım. Bir Alevî çocuğunun, alevî olmaktan dolayı çevresince hor görülmesinin hikâyesidir. Ülkemizde (hele köylerde) alevîlik-sünnîlik ayrımı hâlâ önemli bir sorundur.

“Güllüceyi Sel Aldı” ikinci ve şimdilik son romanım. Özellikle egemen güçlerin “demokrasi” diye yırtınıp durdukları yönetim biçiminin e onun önemli bir yanı olan seçimin bir yansımasının hikâyesini vermeğe çalıştım.

Bir de işçi sınıfıyla köylü emekçinin bilinçlenerek bir araya gelmedikçe, seçim dalavereleriyle yönetimi ele alsalar bile, egemen güçlerce bir gecede alaşağı edileceklerini söylemek istedim.

“Dört Sosyalist Ülke” adıyla bir gezi kitabım, eğitim üstüne incelemem var bir de..

6 Ağustos 1973- Yeni Ortam

195

Kürt Memo’nun

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 191-197)