• Sonuç bulunamadı

Cemile Çakır

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 92-97)

Uzun yıllar yurtdışında yaşamak zorunda kalan Yusuf Ziya Bahadınlı, 1991 yılı sonlarında yayımladığı Devekuşu Rosa ile kendi roman çizgisini bir adım daha ileriye götürdü. Ne yazık ki bizim ortamımız vefasız ve unutkan. bugüne değin dört roman, dört hikâye ve iki de dil üzeli ne kitabın yazarını neredeyse görmezlikten geliyorduk. Ya unutkandık, geçmişle bütün bağlarımız kopuktu, ya da Bahadınlı’ya hakkını vermek, bizi rahatsız edecekti. Sustuk, her zamanki gibi sustuk. Oysa sistemin yazarı olaydı, romanını, daha yazmadan haber yapar, günlerce ondan söz ederdik.

Devekuşu Rosa, Yusuf Ziya Bahadınlı’nın beşinci romanı. Bundan önce sırasıyla Güllüceli Kâzım (1965), Güllüce’yi Sel Aldı (1972), Gemileri Yakmak (1977), Açılın Kapılar (1985) adlı romanları yayımlanmıştı. Ayrıca İtin Olayım Ağam (1964), Haçça Büyüdü Hatiş Oldu (1978), Geçeneğin Karanlığından (1982), Titanik’te Dans (1986) öykü kitapları, Aydın Su takma adıyla yayımladığı Atasözleri Sözlüğü ve kendi adıyla yayımlanan Türkçe Deyimler Sözlüğü var.

Yusuf Ziya Bahadınlı, arı Türkçe’siyle iyi bir öykücü. I<< imanlarında da yine bu arı dili görüyoruz. İlk romanın-

91

dan başlayarak, Devekuşu Rosa’ya uzanan çizgide, bir anlamda yazarın kendi yaşam çizgisini de buluyoruz romanlarına paralel olarak.

İlk romanı Güllüceli Kâzım, köyden şehire okumaya gelen, burada mezhep ayrılıkları yüzünden türlü işkencelere, baskıya uğrayan birini anlatırken, Güllüceyi Sel Aldı’da Güllüce (ya da yurdun herhangi bir ilçesi’nde seçim ortamı, dönen dolaplar ve halkın seçtiklerinin uğradığı baskıları konu edinen Bahadınlı, selle toplumsal bir olayı, 197ГІ anlatmaktadır. Gemileri Yakmak’ta ise Kurtuluş Savaşı’ndan toplumsal mücadeleye uzanan çizgi bir bütünsellik içinde anlatılıyor.

Yusuf Ziya Bahadınlı, 1980 sonrasında Almanya’da yaşamak zorunda kalır. Tam on iki yıl yurdundan uzak kalan yazar, Açılın Kapılar’da yurtdışında yaşayanların sorunlarını işlemektedir. Sığınmacılar, değerlerini yitirip yerine ne koyacağını bilemeyenler...

Devekuşu Rosa ise başlıkta da belirttiğimiz gibi bir sevgi romanı. Ana konusu sevgi. Sevgiye doğru bir yaklaşım, sevgiyi, sahip olunacak, elde edilecek bir meyve gibi görmeyip, bir özgürleşme mücadelesi olarak gören bir roman. Romanın üç ana kahramanında görürüz, sevginin nereden nereye ilerlediğini.

Gül, Türkiye’de evlenip Almanya’ya gitmiştir kocasıyla birlikte. Kocası, onun değerlerine saygı göstermez, o tam da çevrenin istediği gibi, evde ev işleri yapan, çocuğuna bakan bir kadındır. Sonra işler değişir. Gül, evin dışındaki dünyayı tanımaya başlar. Evlilikten ve zorunlu olarak sürdürülen karı koca ilişkilerinden başka sevginin de, yaşamında var olduğunu öğrenir. Önce Enderle tanışır, ama Ender, daha kendinin ne olduğunun bilincine vara-

92

malmış biridir. Sonra Metin... Metin bir siyasi sığınmacı. Evli, karısı ve çocukları Türkiye’de. O da sevgiyi tanıyamamış. Toplumsal mücadelede yer almasına karşın, karısıyla ilişkisi konusunda toplumdaki ortalama çizgiyi aşamamış, sevgisiz bir evliliği yürütmekte. Üstelik evliliğinin sevgisiz olduğunun bile neredeyse farkında değil.

İnsan sevgiyle biraz da kendini tanır. Yaşamın dönen değirmeni sevgiye dönüşünde ona kendi yüzünü gösterir. Metin, Gül’le tanışınca kendini, yaşamın öbür yüzünü tanır.

Bir de kitapta üçüncü bir kahraman var. Sevinç. Sevinç, yoksul bir çocukluk, saldırıya uğramalar, tecavüzler ve mutsuz bir evlilik sonrası Almanya’dadır. Sevgiyi o da ırar. Ama aradığının ne olduğunun bilincinde değildir. Biraz da öç almak vardır gizliden gizliye erkeklerden. Özgürlük de tam anlamıyla bilincine varılamayan bir şeydir Sevinç’te. Böyle olunca sevgi olmadan birlikte olmak, hatta herkesle birlikte olmak... Özgür olacağını sanır belki de...

Romanın ana konusu bunlar. Üçlü çizgi birbirine örülü olarak, geriye dönüşlerle sürüyor. Akıcı ve duru bir dil. Belki de yıllar yılı yazmanın, üstelik dille ilgili yazmanın getirdikleri bunlar. Bu üç kişinin ardında 1980 sonrası Almanya’ya sığınan siyasilerle, Almanya’da çalışan işçilerin yaşamı da vardır biraz. Belirgin olmasa da görürüz Almanya’yı arka planda. Değişen değerleri, değişemeyen değerleri...

Yusuf Ziya Bahadınlı, bu romanda sevgi üzerine söylediği şeylerle sevgiye belki yeni bir boyut getirmiyor, bilinen ama belki de üstünde durulmayan bir yanı öne çıkarıyor.

93

Sonunda Metin, Türkiye’deki parti arkadaşlarının çağrısı üzerine Türkiye’ye döner. Bu sevginin bitimidir belki de. Belki de değil. Metin geri dönme sözü vererek ayrılır Gül’den.

Bir sevgiyi romanın ana çizgisi yapmak, sevgi konusunda bugüne değin söylenenleri yeni bir romanla gözden geçirmektir bir anlamda.

Özellikle kapitalist üretim ilişkileriyle birlikte kapitalist kültürün ülkemize soktuğu “özgür aşk” ortamında... Oysa zoraki aşk olmazdı, zoraki olanı ise aşkın ölümüydü. Tüketim ekonomisinin paralelinde gelişen “tüketim aşkı”, yani sevgisiz, aşksız cinsellik. Bahadınlı, kendisiyle sohbetimiz sırasında buna “çiftleşme” diyor. İşte toplumda sevgiyle, aşkla yücelen cinselliğin yerini egemen kültürce şişirilen bu “çiftleşme” aldığı sürece, elbette ki Sevinç, kendisini zorbaca hırpalayan erkeklerden öç alırcasına bedeniyle bütünleşse de sevmeden birlikte olacaktı onlarla.

Böyle bir romanın gerekliliğini düşünmüştüm geçenlerde bir gazete haberini okuyunca. Hangi gün olduğunu anımsamıyorum. Liseli öğrenciler, şişe döndürme usulü eşleşerek birlikte olurlarken aralarında kavga çıkmış, birini de öldürmüşler. Orada bulunan kızlardan biri anlatıyor. Ortaya bir şişe koyuyorlar, masanın üstüne. Hepsi masanın çevresinde oturuyorlar. Şişeyi çeviriyorlar. Şişenin uç kısmıyla arka kısmı kimleri gösterirse onlar birlikte oluyor. Bunların aynı cinsi göstermesi halinde bile.

İşte böyle bir ortamda Yusuf Ziya Bahadınlı’nın sevgiyi yücelten romanı daha da anlam kazanıyor. Düşünüyorum, liseli o çocuklar eğer bu romanı okumuş olsalardı, yine o şişeyi çevirirler miydi? Sanmıyorum.

Kapitalist toplum, bir anlamda kültürsüzleşmenin toplumu. Bütün me- 94

(alar küçük paketler halinde üretilip, “kullan at” savsözüne göre üretiliyor. Kültür de öyle. Televizyonu, spor gazeteleri ve bol renkli basınıyla sevgiyi iyice yok ediyorlar.

Oysa edebiyat insana sevmeyi öğretiyor. Hepimizin bir amlamda küçümsediğimiz Kerime Nadir romanlarında bile öğretilen bir sevgi vardı, gerçeklerden kopuk da olsa ideal bir sevgi öğretiliyordu. Şimdi ise sevgi yerine cinselliğin, sevgisiz cinselliğin yerleşmesine yardım ediyor renkli basın.

Sanatçının görevi, yazarın görevi bu anlamda toplumsal bilinci doğru olarak yaratmaktır. Sevgiyi doğru olarak yaratmak, aşkı doğru olarak yaratmak, yaşamı doğru olarakyaratmak...

Ben 18. yüzyıl romantik aşk romanlarını okuyarak büyüdüm.

Yaşamımda bunun izlerini taşıdım. Şimdi ise dilerdim ki bu gençler, bu toplum sevgi üzerine bu romanı alsın okusun, sevgiyi duru bir dille yeniden görsün. O kadar az ki bunca çürümüşlüğün içinde sevgi. Onu bulalım, ona çoğaltalım. Yan unsurlarından soyutlamadan, yaşamın ana hatlarından koparmadan...

İnsancıl Dergisi, 1992

95

Bir Kitap Bir Öykü

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 92-97)