• Sonuç bulunamadı

Güngör Gençay

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 137-142)

Öykü ve romanlarıyla tanıdığımız Yusuf Ziya Bahadınlı, “Öyle Bir Aşk” anı yazılarıyla karşımıza çıkıyor. Çocukluk anıları çok ilginç.

Özgün motiflerle süslü Anadolu kültürü, çocuksu düşleriyle bezenmiş. “Meşe ağacından bir dal kestim. Taşa çaldığımda sular fışkıracaktı; denize vuracaktım sonra, deniz yarılacak, on iki yol birden açılacaktı. Değneğimin adı ‘asa’ olacaktı. Musa da böyle yapmamış mıydı?” masallarını dinlediği Musa Peygamber de mucizelerinde böyle yapmamış mıydı? Çocuksu özdeşleş me kendini gösteriyor burada. Çocuksu fantezileri uzar gider Yusuf Ziya’nın.

“Önce tomurcukmuş da birden açı- vermiş kocaman bir kırmızı gül olmuştu!” diye tanımlar tavandaki düşsel kırmızıyı. Ve kırmızının gülümsediğini belirtir kendisine. Babası ve arkadaşları kahkahalarla gülerler buna. “Bir deniz bir gök mavisinin, bir orman yeşilinin, güldeki sarının, kardaki beyazın insana nasıl da gül düğünü babamın fark etmemesine üzülüyorum, hele bir de kırmızının!” diye yakınır.

Hitit Tanrısı’nın bir elinde başak, bir elinde üzüm salkımı. Başak ekmeğe, üzüm şaraba dönüştüğü için saygındır Anadolu kültüründe, bir de özgürlüğün simgesi olduğu için. Anadolu kıracında, ana sevgisi, bundan daha güzel tanımlanamaz. “Köşek gözlüm”den daha güzel ne tanımlayabilir bir ana sevgisini. Anadolu insanı yeni doğan

deve yavrusuna “köşek” der. Yeni doğan deve yavrusunun çarpıcı güzelliğini ancak görerek yaşayan bilir.

Gaz tenekesi üzerindeki idare kandili... Annesi, küçük kardeşi Menekşe’yi kandilin sönük ışığında önlük diker, teneke üstünde bir tutam ışık”ta. Bizim çocukluğumuz, geceleri idare kandili ve gaz lambasının sönük ışığında kitap okuyup, ders çalışarak geçti. Şimdi Anadolu’nun çoğu köyünde elektrik var.

Kurtuluş Savaşı yıllarında ve öncesinde, Anadolu’nun birçok bölgesinde, Pontusçular, Ermeniler, padişah yanlısı isyancılar, kurtuluş savaşına katılanlar birbirlerini öldürmüşler. Çok acılı anlar yaşanmış, kurtuluş savaşı başarıya ulaşıncaya dek. Sağda, solda saklanarak yaşamını kurtaran çocuklar da olmuş. Böylesi çocukları bulan köylülerimiz bulduklarını alıp büyüterek kendi ailelerine katmışlar.

Bunlardan bir tanesi de yengesidir. Babası onu ekin yığınının içinde bulmuş. Babası bulduğunda üç-dört yaşlarındaki bu kız çocuğu kurtulmak için çırpınıp durmuş, sonunda kucağında uyuyakalmış. O yıllarda yaşanan canlı örnekler sayılamayacak kadar çoktur.

“Tek mutluluğumuzdu Cem. Ne cehennemle korkutulurduk ne de Tanrı’yla. Tek korkumuz jandarmaydı.” der, Yusuf Ziya Bahadınlı. Cem’i üç sözcükle özetler. “Şaraba bade, derdik, oyuna semah, şiire deme.”

Cem, bundan ilaha güzel tanımlanamaz kanımca. Jandarmadan korkmayanı gösteremezsiniz köylerimizde o günlerde.

Köyden köye gezerek yaşamını sürdüren satıcılar, ayrı bir güzellik katar, kapalı köy ekonomisinden kurtulamamış insanlarımıza... Ben de ilk küçük kavalımı köy satıcısından buğday karşılığında almıştım. Köylerine ilk kez, sırtında büyük bir bohçayla satıcı gelir. Rengarenk, boy

137

138

boy, kitaplar. Birinin adı “Kerem ile Aslı”. Para yerine bir tutam yün karşılığında kitap onun olur. “Kerem ile Aslı”yı içindeki şiirleriyle birlikte bir solukta okur. Sonra bir kız arkadaşıyla Kerem ile Aslı’nın demelerini karşılıklı söyleşirler. Kitap okumanın güzelliğini birlikte yaşarlar.

Köy Enstitüleri, bir dönemde yaşamımızın bir parçası olmuştu.

Kurulduğundan kapanıncaya dek, bütün Köy Enstitülerinde Ziraat Marşı

“Sürer eker biçeriz” diye başlardı. Tonguç ve Yücel gibi değerli eğitimciler uyanışın, kalkınmanın köyden böyle başlayacağını sezinlemişlerdi.

Yaparak, yaşayarak öğrenmenin, eğitimde demokratikleşmenin, uyanışı, kalkınmayı hızlandıracağını düşünmüşlerdi. Anadolu köylüsünün uyanışı ancak böyle gerçekleşe- bilirdi. Köy Enstitülerinin açılışıyla birlikte ortaya çıkan gelişmelerden rahatsızlık duyan, bundan tedirgin olan kesimler de çoğalmaya başlar. Özellikle toprak ağaları, kent egemenleri bu uyanıştan tedirgin olmuşlardır.

Tonguç’un “Köyü Canlandırmak” düşüncesinde daha çok köyü değiştirmek vardı. Bizse “köylülüğü” yüceltme yoluna gitmiştik, diyor Yusuf Ziya Bahadınlı. Bundan rahatsızlık duyan “Devlet Baba, toprak ağası, iş adamı, yüksek memur ve dahaları, neden bu kadar telaşlanmış, korkmuştu?” diye bir soru atıyor ortaya.

“Köy Enstitüleri”nde, kuşkusuz yeni eğitim ve öğretim yöntemleri uygulanıyordu; iş eğitim, öğretimde demokratiklik ve salt köylü çocukları içinliği, özgün bir çalışma biçimiydi. İlerici ve Türkiye için devrimci bir hareketti ve en azından onbinlerce kişi okuma olanağı bulmuştu, diyerek bir gerçekliği anılarında yineliyor.

Köy Enstitüleri kitaplıkları, öğrencilerin bilgi kaynağı, öğrenme hâzinesi olmuştu. Sadri Ertem, Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet ve nicelerini bu kitaplıkta tanır.

Öğretmen olarak köyüne gelen Yusuf Ziya Bahadınlı, o günlerin duygu ve düşüncelerini şöyle anlatır. “Bahadırı’da kendimi rahat hissediyordum, köylü de öyleydi. Ama onları kasabada görüyordum, nasıl da eziktiler, nasıI yalnızdılar!”

“Bahadın’da bin yıldır oluşan bir kültür birikimi vardı. Men, bu bin yıllık birikimin bir ürünüydüm, kişiliğimde büyük bir etkisi vardı. Neydi?

Bir kuşatma içindeydik, görünürde ne bir sur vardı, ne (le bir ordu!

Ama biz bilirdik, bütün gözler üzerimizdeydi. Bu kuşatılmışlık içinde dünyaya açılmak, nasıl olurdu?” doğanın olanca güzelliğini demet yaparak açılmak. İnsanın insana kulluğunu yok ederek, emeğin hakkını isleyerek, haksızlığa, bağnazlığa, yobazlığa, zorbalığa karşı çıkarak açılmak.

Bu kuşatılmışlık mecliste yaşanır. 1962 Anayasasıyla Türkiye İşçi Partisi meclise girer. Bunlardan biri de Yusuf Ziya Bahadınlı’dır. Bir köy çocuğu ve Köy Enstitülü olarak ilk bütçe konuşmasında ilk sözü,

“Ayağımda çarık inal güderken elinden tutup okutan ve beni buraya getiren Köy Enstitülerine şükranlarımı sunuyorum” der. Egemen güçlerin toplumdaki kuşatması mecliste odaklaşır.

İlerde bir mermer direk vardır, kalın mı kalın. Bir sıçramada sırtını direğe verirsin; çevren sarılmıştır, vurdu vuracaklar”. Bütçe konuşmalarından, komisyonlarda. Çetin Altan, meclisteki kuşatılmışlığı ve linç olayını şöyle anlatır. “Ayaktaydım. İlk geleni ittim, ikinci geleni de.

Biri aradan çekti, o an sıraların arasına düştüm. Tostoparlak ol-

139

muş, başımı sıraların arasına saklamıştım. Tekmelerle vuruyorlardı ve nasıl vuruyorlardı? Bir an sıraların arasından bir tabancanın üstüme doğrulduğunu gördüm. Bir saniyenin binde biri kadar bir yıldırım düşüncesinde: “Demek artık her şey burada bitiyor” dedim. Ve o an Yunus Kol çak üstüme kapandı. Tabancanın kabzasıyla onun kafasına vuruyorlardı. Ortalık kan içindeydi.”

Seçim propagandaları sırasında bu kuşatılmışlığı Yusuf Ziya Bahadınlı da yaşar. “Bir kafeste gibiydik ve yüzlerce insan bize bakıyordu. Bir adam girdi içeriye. ‘Ben Emniyet Müdürü. Sizi burada fazla koruyamayız.’ Bine yakın insan peşimize düştüğünde, yerlerinde ne Emniyet Müdürü vardı ne vali, ne de polis!.. Öğretmen olduğunu söylemişti: “Birlikte yürüyelim ağabey! Atılan taşlara sövgüyle vurmaya ve kuşatılmışlığa direnen yürümek istiyordu." Kuşatılmışlığa direnen bir kişi gelmişti yanına.

Kuşatılmışlığı yarıp çıkmak, dirençle üstüne gitmek insanlık onuru. Bu onuru yakalayanlar giderek çoğalacak ülkemizde. Birlikte olmak, birlikte yürümek, güzel bir şey. “Öyle Bir Aşk” ki bunu yaşamak gerek.

Ve “Beyazıt Meydanındaki Ölü”, “Yağ küleğinde Lenin” gibi başlıklar, sonra Almanya’da yazılanlar! Dostluk, Yoldaşlık, Berlin... ve uzar gider.

Gerçek Sanat, 22 Mart 2006

140

Yaşamı Yapıtlarına

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 137-142)