• Sonuç bulunamadı

Dünyaya Açılan Pencere Açılın Kapılar

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 120-125)

Gültekin Emre

BERLİN - bir Alman gazeteci yurt dışında yaşayan Türklerle ilgili olarak bakın neler söylüyor: "... buradaki linklerin çoğu köylü... Özellikle ubanlarda (metrolar) bağıra çağıra konuşuyorlar. Yürürken ellerini arkalarına bağlıyor erkekleriniz. Çok kavga ediyorlar sokakta, işyerinde, kahvede, dans salonlarında ve ardından bıçak! Sokakta kadınlara kaba sözler söylüyorlar, peşlerinden gidiyorlar.

Evlerde radyo ve televizyonlarını sonuna değin açıyorlar. Kadınlarınız okuma yazma bilmiyor, giyinişleri bize göre gülünç.” (s.89-90) Yargı şöyle sürüyor: "...

tanıştıkları kadını o saat yatağa götürmek istiyor erkekleriniz. Ahlâk anlayışları daha çok kadın üstüne kurulu ama kadına değer vermiyorlar. Bir de kendi kadınlarına başkalarının kutsal gözle bakmalarını istiyorlar. Ama kendilerine göre yakınları dışında bütün kadınlar orospu! Bir de kadınlarını dövüyor erkekleriniz... ” (s.90) Sözünü şöyle bağlıyor Alman gazeteci: “Lokantalarınız, kahveleriniz, dükkânlarınız derme çatma, pis, bir de İtalyanların, Yugoslavlarınkine bakın.” (s.90)

Yukarıdaki alıntılar Yusuf Ziya Bahadınlı’nın yeni romanı Açılın Kapılar’dan. Yazko yayınları arasında, yeni bir biçimde yayımlanan roman, Berlin’de yaşayan Türk

119

120

aydınlarının yazlık bir bahçedeki bir gününü - daha doğrusu yaptıkları pikniği - ele alıyor. Öğretmen, yazar, denemeci, ressam, öğretim görevlisi, antropolog, kitapçı, ev kadını, öğrenciden oluşan bir grubun piknik sırasında Berlin’de Türkiye’yi yaşamalarını, çeşitli konularda tartışmalarını, geçmişi, Türkiye ve Berlin’deki siyasal çalışmaları ve daha pek çok konuyu derinlemesine işliyor roman. Bir yandan “çiftetelli”

oynarlar, bir yandan da durmadan konuşurlar, birbirlerini deşmeye çalışırlar.

Alman gazetecinin Türklere ilişkin görüşlerine Metin (deneme yazarıdır, Türkiye/Almanya üzerine düşünür ve yazar, olaylara nesnel, bilimsel bir gözle bakmaya çalışır ) şöyle karşı çıkıyor: “Sen köylülüğü tarif ediyorsun bir bakıma... Alman köylüsü de biraz böyledir; Fransız, İspanyol köylüsü de, Yunanlı da. Bunların bir bölümü belki biraz daha incelmişlerdir, genellikle aynıdırlar ama. Alman köylüsü de karısını dövüyor hâlâ, duyuyoruz, İspanyol’u, Yunanlı’sı da.

Ve hepsi de soğan, sarımsak yiyor (şimdilerde modern mutfak gereçleridir), evlerinin kapılarından çocuk fışkırıyor senin deyişinle, müslümanlığı da cabadan bizimkilerin.

Sokaktaki insanın tepkisini hazırlayan kim, yöneticileriniz soğan, sarımsaktan dolayı mı yabancı düşmanlığı planlıyorlar? Bu bir ekonomi sorunu, ülkenizde uygulanan düzenin ekonomi siyasası...” (s.91)

“Türkler dışarı” diye yazanlar, sokaklarda, metrolarda, işyerlerinde, birbirlerine ters ters bakmalar, kavgalar, Türk dükkânlarının basılıp yağmalanması, Türk çocuklarının dövülmeleri... Türkleri canlarından bezdirecek düzeye varıyor zaman zaman. Ve tüm bunlara karşın birkaç cılız demeç ve tekrar yumulan gözler.

Berlin’deki ya da tüm Avrupa ülkelerindeki bizimkileri denemeci Metin şöyle savunuyor: "... biz köylü toplumuyuz daha. ‘Uyuşum’ deyip duruyorsunuz, adamı adamlığından çıkarmak istiyorsunuz. Köyden gelen adam, yani ‘göçmen işçi’ tuzla buz olur o zaman. Elindeki tespihi (sen söylemedin, soydaşların bunu da yadırgıyorlar ), yürüyüşündeki fiyaka, çocuklarına gerdiği kanat (siz baskı diyorsunuz), karısına attığı tekme, tokat (savunulacak bir yanı yok elbette) yok oldu mu bir adam öldü demektir. Adamın dünyası tespihtir, fiyakadır, kanattır, tokattır. Bir de kızı varsa adamın “ben hayatımı yaşayacağım” dedi mi bir, ubanda kendi kendine konuşan bir sürü Türkle karşılaşırsın o zaman! Üstüne fazla varmayın, varsın bildiğini yapsın. Söyleyin, anlatın ama zorlamayın, çocukları onun gibi olmayacaktır...” (s.91)

Yurt dışındaki Türkleri konu edinen Açılın Kapılar romanında Yusuf Ziya Bahadınlı, çeşitli meslek, eğitim ve siyasal düzeydeki aydınları bir piknik çerçevesinde bir araya getiriyor. Onlarla iki toplumda yaşamanın getirdiği .orunları, geçmişteki siyasal eylemleri, kavgaları, köyleri, geçmişin acı/tatlı anılarını, özlemleri, geleceği tartışıyor yazar.

“Hepimiz Samsun sigarası içiyorduk şimdi. Ve kendimizi Türkiye’de duyumsuyorduk. Bir hüzün basmıştı, İdinse konuşmuyordu.” (s. 104) Gerçekten uzun, hem de çok uzun bir köprü üstünde yaşanıyor yurt dışında. Ne Türkiye’den, ne de para kazanılan ülkeden geçiliyor. Ama yine de “Yurt gibi var mı dünyada, bugün buradayız sen bakma, sonunda gideceğimiz yer orası”dır. (s.155) Ne büyük bir özlemdir bu, yaşayan bilir!

121

Kimimiz yazardık, kimimiz ressam, öğretim üyesi, antropolog, öğretmen..

Berlin’de yaşıyorduk bir şeyler bekleyerek, daha iyi yaşamak için, ortak yanımız buydu..." (s. 113) Sanki ortak yazgı gibi. Beklenen nedir? Türkiye’deki ekonomik, siyasal sorunların düzelmesi mi? Kişisel olarak ekonomik sorunlardan kurtulmak mı? Geleceklerini iyice garanti altına almak için didinip durmak mı? Nedir beklenen?

Açılın Kapılar, rahat bir dille yazılmış, okurken sıkılmıyorsunuz.

Romanın tekniği de yeni, kısa kısa öykücükler- den oluşan, birbirini bütünleyen bir örgüsü var. Ayrıca, romanda polisiye bir gerilim de var.

Türkiye’de idamla yargılanan ve Türk hükümetinin geri istediği, Alman polisinin elinden kaçan bir siyasinin köşe bucak aranması da romana ayrı bir özellik katıyor. Yurt dışına çıkmak zorunda kalan pek çok gencin içinde bulundukları sorun da gündeme getiriliyor romanda.

Bir dönemin yaşanan acıları, örgütlenmeler, ilerici partiler, siyasal çalışmalar, ölümler, öldürülmeler, ülkenin toz/duman görünümü sergilenirken, Avrupa’da değişen değer yargıları, hızları kesilen aydınları, değişen, yozlaşan insanlarımızı, “...ne dersek diyelim, ne denli direnirsek direnelim şu Avrupa, insanı değiştiriyor...” (s. 140)

Değişmeyen bir şey varsa o da geçmiş! “Berlin’de bir yazlık bahçede köyü düşünüyorum...” (s.145)

Berlin’de, yalnızca Berlin’de yaşayan Türklerin mi, Avrupa ülkelerinde yaşayan “bizimkilerin” içinde bulundukları topluma yabancılıkları, tedirginlikleri romana şöyle yansıyor: “Bakıyordum, oynarken bile yüzlerimiz gergin di, çizgiler sert ve derin, pencereleri kapalı bir pencere köşesinden güneşli bahçeye bakar gibiydik... Bizi böyle

122

kaskatı yapan neydi, soluduğumuz hava mıydı, yüzyılların izi mi, koşullar ya da geleceğe güvensizlik?” (s.149)

Köksüzlük, yabancılık, içinde bulundukları toplumla kaynaşamama, yüz çizgilerini derinleştirip gererken, ruhsal sıkıntılarını da büyütüyor,

“...sıkıntımız, yüzümüzdeki sertlik, katılığımız yeri değiştirilen bir bitki ya da canlıdaki gelişme bozukluğuydu. Yerimizi yadırgıyorduk, kökümüzdeki uçlar besinini bulamıyordu.” (s. 144)

Roman boyunca “pastırmalı kuru fasulye” hazırlanır. Bir yandan “çiftetelli”

oynanır, konuşulur, tartışılır, kebap yenir, çaylar içilir, güneşlenirken özlemler de giderek büyüyerek yaşanır. “Pastırmalı kuru fasulye” pişirilmesi bir Türkiye özlemidir, Türkiye imidir. “Pastırmalı kuru fasulye” pişer, ağız tadıyla yemeye hazırlanırlarken, bahçe sahibi Alman karısıyla çıkagelir. Bahçe sahibinin karısı ateşi görünce çıldırır âdeta. Çünkü, Almanya’da sıcak havalarda açıkta ateş yakmak yasaktır. Tüm Almanlar bu kurala sıkı sıkı uyarlar. Biz yabancılar kurallara uymayız, ya da kuralları kendimize göre yorumlarız. Eline hortumu ilan bahçe sahibinin karısı ateşi söndürür. Sonra da, kürklerden biri, pişmiş kuru fasulyeyi söndürülen ateşin üstüne boca eder. Ortalık birden sessizleşir.

Almanya’nın katı kuralları “bizimkileri” fena çarpmıştır. Tam o sırada Alman polisi bahçeye baskın yapar. Türkiye’nin istediği gencin ellerine kelepçeyi vurur.

Sonra, oturması biten yazarı da yakalarlar.

Açılın Kapılar’da Yusuf Ziya Bahadınlı, yurt dışındaki kürkleri yazınsal düzeyde yeniden gündeme getiriyor, pek çok sorunu gözler önüne seriyor; sorunlara yeni bakışlar, boyutlar getiriyor.

Varlık Dergisi, Ekim 1985, sayı: 937

123

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 120-125)