• Sonuç bulunamadı

Ali Rıza Kars

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 42-50)

“Yakınları, arkadaşları, komşuları Haydar’a “hoş geldin” diyorlardı.

Her el sıkışında, her kucaklanışında Haydadın yüzünde bir ışık demeti geziniyor, ardından içinde çıyanların kaynaştığı susuz bir kuyunun karanlığı oluşuyordu. Bu durum gelenlere de yansıyor, beklenilen, istenilen söyleşi bir türlü kurulamıyordu...”

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın, Haçça Büyüdü Hatiş Oldu adlı öyküsünü okuyorum yeniden ve Almanya’dan köyüne tatile gelen Haydar’a “hoş geldin”e gelenleri öyküleyen giriş bölümünden bir alıntıyla başlıyorum yazmaya. Yeniden okuyorum diyorum çünkü bu öyküyü kaçıncı kez okuduğumu anımsayamıyorum.

Öykünün bu bölümünde, etrafını çiçekler sarmış düz bir yolda yürürken önüme aniden bir uçurum açılmış gibi irkilerek duruyorum.

Nedir bende bu duyguyu yaratan, henüz netleştirebilmiş değilim. Belki de bu netliğin gerçekleşmesi, Haydar’ın yüzünde beliren yılanlı, çıyanlı susuz kuyuya biraz ışık düşmesine bağlı kim bilir...

İnmek istiyorum o kuyuya, yılanlara, çıyanlara ve susuzluğuna rağmen. Biliyorum sizlerin de bildiği gibi, yaşamın tükenişini getirebilir susuzluğun sürmesi; Haydar’ı

41

içindeki yılanlar ve çıyanlarla birlikte yok edebilir; beklenilen, istenilen sözcüklerle savıyordu sorulanları. Orada oturuyor gözüküyor Haydar ama dalıp dalıp gidişleriyle, nerelerde debelendiği bilinmiyor, her şey o kuyunun karanlığında kalıyordu.

Hoş geldin demeye gelenler, Haydar’ı; elleri, ağır davranışı, gülüşü gibi özellikleriyle halâ kendileri gibi köylü kalmış görüp sevinmelerine rağmen, bu sevinci tam yaşayamıyor, onu biraz incelmiş, olgunlaşmış ve bu özellikleriyle de kendilerinden farklılaşmış buluyorlar ve ilgilerini Haçça’ya yöneltiyorlardı.

“Hoş geldin Haçça, nasılsın yavru?”

“Hoş bulduk ama benim adım Haçça değil”

...“Yalnız Hatiş, arkadaşlarım Hatiş diyor”

Haçça değişimini, Haydar gibi geleneğin, göreneğin, toplumsal bilincin nazik cenderesine emanet etmiyor, varoluşuyla dışa vuruyordu. Doğrudan gözüküyordu

Haçça’nın değişimi, öyle yılanlı, çıyanlı, susuz kuyular gibi değil.

Gençliğin, kadınlığa geçişin ve de bir başka kültürün eşiğinden atlayışın belirtilerini; gelenek, görenek, töre ve toplumsal bilincin sınırlarını aşarak oluşturma aşamasında olduğunu, hem diliyle, hem bedeniyle dışa vuruyordu.

42

“Haçça sandık seni yavru, hele sen de hoş geldin, kimlerden olursun?” sorusuna, “Yok ben bildiğiniz Haçça’yım ama şimdi Haçça değilim, Hatiş’im” derken, öne fırlamış göğüsleri ve biraz abartarak oynattığı kalçalarıyla, kendisine hoyratça bakan Karalık Köylülere; al al al işte sol yanım, işte sağ yanım, işte sol kalçam, işte sağ kalçam... İslerseniz bir de soyunayım der gibi tepki gösteriyordu.

Haydar ise, içine gömmüştü tepkilerini, yüzündeki gölgelerin karanlığına gömmüştü. Arzularını da gömmüştü içine, Fadime’nin çıplak bedenini, yaygın kalçalarını, diri memelerini gömmüştü. Hem de öylesine gömmüştü ki, şimdi halıdaki geyik deseninin ilmiklerine karışıyordu duyguları düğüm düğüm... Fadime’nin saçlarından sızan su gibi sızıyordu duyguları Fadime’nin kalçaları arasına... Gün yüzü görmemiş su gibi sızıyordu Haydar’ın arzuları ve Haydar arzularından utanıyordu.

Yer altına akan su bir yol arar gün yüzüne çıkmak için... Bulur da.

Bazen bir ovada, bazen bir uçurumda.

Haydar da oğlunda gün ışığına çıkarır gibi duygularını, bir su gibi istediği ülkeye akıyordu oğlu arkadaşlarıyla...

Kızında değişiyordu her şey; “İnsan sütü emmiş” biri aranıyordu Karalık Köylülerin imece tellâllığıyla. “Baş göz” edilmeliydi Hatiş. Baş ve göz... halkın iki kelimeye indirgediği ve iki insanın ömrünü içeren birliktelik. Ama Hatiş baş ve gözüyle birlikte göğüslerinin, kalçalarının, belinin, kulak memelerinin, saçlarının, tüm bedeninin, bir insan olarak varoluşunun farkındaydı ve kendi kimliğini yaşıyordu....

Yaşıyordu ama Karalık Köyü ile birlikte Haydar’ın kalası da yılanlı, çıyanlı bir kuyu gibi susuzlaşıyordu. Keşke büyümeseydi Haçça hep Haydar’ın toz toprak içinde sev-

43

diği küçük çocuğu olarak kalsaydı. Güneşin hep Salır Korusundan doğup, Pöhrenk Gediğinden aştığı yerde...

“Bir yerli kayaydı günü bin yıldı”dizelerini hatırlatırcasına bu on yıla sığan değişim bin yıl sürseydi. Binlerce kilometreyi, binlerce yıllık kültürü aşıp, cup diye Berlin’e düşmenin, birçok ulustan insanın yaşadığı evrensel bir kültürün ortasına düşmenin ne gereği vardı.

Evet kültürümüzün evrensel bir kültürle birleşip, gelişimini evrensel bir kültüre katacağını, evrensel kültürü zenginleştirirken kendisinin de gelişebileceğini düşünebilmek bile daha uzun yıllar alacaktı Karalık Köylüsü için. Karalık Köyüne bir meteor gibi düşmüştü Hatiş. Bu düşüş yılanlı, çıyanlı kurak bir çukur oluşturmuştu Haydar’ın yüzünde.

Berlin’de başkaydı her şey, bir başkaydı yaşam, hele babasını razı edebilmek için, annesinin günlerce dil döktüğü o yaş gününden sonra,

“pekâlâ, yalnız bir saat için, ancak Hamza’yla birlikte gidecekler” demişti Haydar.

Beş çift, yalnız Hatiş’le Hamza Türk. Yenildi, içildi, dans edildi. Hamza, orada tanıştığı bir Alman Kızıyla arkadaşlığı çabucak ilerletti. Kız elinden çeke çeke onu bir odaya götürdü. Ötekiler, kimi salonun bir köşesinde, kimi oturduğu yerde konuşmalarını sürdürdü.

Hatiş, Hans’la oturmuştu yan yana. Sonra dans ettiler. Hatiş’in yaşamında ilk kez o gün Hans” ich liebe dich” dedi. Ve yine Hatiş’in yaşamında ilk kez Hans onu dudağından öptü. İlk kez sarhoş etti. Sonunda Hansa, Hamza’yla Alman Sevgilisinin kaldığı yere bitişik odaya Hamiş’i hiç zorlamadan buyur etti.

Ocak ayının bir gecesinde, Berlin’e geldiklerinin üçüncü yılında.

Kreuzberg’deki evin kapısını Haydar açmış ve:

44

“Nerede kaldınız kız Haçça?” diye sormuş, Haçça’nın yanıtıysa bundan böyle adının Haçça değil Hatiş olduğunu söylemek olmuştu.

Şimdiyse her şey ona Peter’i anımsatıyordu. Arada bir de Hans’ı Erick’i, Klaus’u ve ötekileri. Sonra kafeteryaları, mağazaları, sinemaları ve Kreuzberg’i... Okulunu aramıyordu. Öğrenciliği pek iyi geçmemişti. Alman okulunda Türk sınıfında okumuştu. Bir tür ortaokul öğrenimiydi bu. Bir diploma bile alamamıştı. Bir meslek okulunu bitirmeyi çok istiyordu.

Özgürlüğünün biraz da parayla sağlanacağını kavramıştı. Babasından ikide bir para istemek ağlıma gidiyordu. Hele bundan böyle kesinlikle.

Berlin’e dönünce yüzde yüz bir iş bulacaktı.”

“Neden diyordu, Hamza’nın kız arkadaşları övünçle karşılanıyor da benimkiler onur kırıcı oluyor? İnsan ister kadın olsun ister kız , adam ya da delikanlı, kendi bedenini kendisi kullanmalı, hemde dilediği gibi”

... ?İnsan sütü emmiş birisini bulursun artık Haydar efendi.”

Bu söz Berlin rüyasındaki Hatiş’i de, karanlık kuyudaki Haydar’ı da kendine getirmişti. Haydar yarı sersem bir halde: “ Buyur?” diyebildi.

Hatiş için anlaşılacak bir söz olmak yerine, bir balyozun vuruşu oldu bu söz. İnsan sütü emenler, emmeyenler... Karalık Köylüler insan sütü emiyorsa, Peter ne sütü emmiş olabilir ki!

...“Kızı başgöz etme zamanı geldi diyorum.”

Daha kendisini toparlayamadan gelen bu ikinci balyoz darbesi deliye döndürdü Hatiş’i, tıkandı kaldı, tıkanıp kalmasa öyle bir patlayacaktı ki, belki de bu adam, Karalık Köyüyle birlikte toz duman olacaktı. Öylesine patlamaya

45

hazır bir sıkışmaydı Hatiş’in beynindeki. Ne olarak görüyorlardı Hatiş’i, alınır satılır, hakkında kendisine sorulmadan karar verilir, sipariş üzre evlendirilir... Bir darbedir bu sözler, Hatiş’in ruhuna, bedenine, kişiliğine indirilen bir darbe...

“Haydar kızının eline bıraktığı çayı kaparcasına aldı.(ya yârde gerek ya yerde.) Emine: “Hatiş diyor ki, Şey diyor, ‘sizinki zar ahlâkıdır, zar’ diyor”

dediğinde, beyninde bir şeylerin kütürdediğini duyar gibi olmuştu. Sanki bozuk bir elektrik düğmesini kavramıştı. Öldürmek demişti, böylelerinin yaşaması fazladan diye düşünmüştü.

Yine o gün kine benzer bir kütürtü duymuştu kafasında çayını elinde bir süre öylece tuttu. Sonra çabuk çabuk içmeye başladı. Kararını vermişti.

Bir yeğnilik, bir canlılık duydu birden Haydar. Uzun süredir kaldığı kör karanlıktan bol güneşli bir aydınlığa çıkmıştı. Boşuna sıkılıp durmuşum, hayatta her şeyin bir çözüm yolu varmış diye düşündü. Bir kaç saniye önce suratını görmek istemediği kızına gülümseyerek baktı. “Gâvurlar kızlarını alana bir de para veriyorlar. Neydi adı drahoma. Akıllı insanlar şu gâvurlar vesselam...Ben de veririm el altından, kimseye duyurmadan...”

diye geçirdi içinden. Hatiş’e acıdı, gidip gönlüne almak istedi...

O an babasının yıllar sonra ilk defa kendisine gülümseyerek baktığını görememişti Hatiş. Babasının içinde geleneğe, göreneğe, töreye bağlı bir kültürün çatırdadığını bu çatırdamanın kaburga kemiklerinin çatırdaması kadar babasını acıttığını ve yeni bir kültüre kapı araladığını anlayamamıştı. Çayları ellerine tutuşturup, bir an önce buradan kurtulmak istiyordu. Düşünemiyordu bundan gayrisini...

46

Babasından, annesinden dayak yediği, korktuğu ve sıkınacak bir yer aradığında hep kaçıp sığındığı Kavaklık yetişir imdadına ve kaçıp sığınır çocukluğunun korunağına. Karalık Köyünde onun tek sığınağıdır Kavaklık.

Oturur çocukluğunda da oturduğu o taşın üstüne, dayar dirseklerini dizlerine, avuçlarını çenesine, göremez saatler sonra kendisini aramaya gelenlerin fenerinden yüzüne düşen ışığı, duyamaz kalabalığı ve annesinin çığırışlarını. Dalıp gitmiş, kim bilir nereye, belki de Peter’in Berlin’ine...

Bir ben anlayabiliyorum onu diye düşündü kalabalığın içinden Hatiş’in çocukluk arkadaşı Türkü Kız, asıl adı değildi Türkü Kız, Hatiş Hep öyle çığırırdı onu ve hoşuna giderdi Hatiş’in kendisine Türkü Kız demesi.

Benimde çocukluğumda gittiğim bir kaya vardı, annem beni dövdüğünde babam kızdığında kaçar o kayaya sığınırdım. Kayanın oyuklarını oyuncak eşyalarımla donamdım. Güvende hissederdim kendimi mutlu olurdum.

tepesine tırmanırken dizlerim kanardı, ama yinele çıkar, tepesindeki kocaman kocaman oyukları sarayımın odaları yapardım. Çukur toprak kısım bahçem, kenarındaki inişli çıkışlı yükseklikler kalemin burçları olurdu. Köyümü seyrederdim oradan. Hâkimi olurdum köyümün, sarayımdan bakarken. Yücelerden bir bakıştı bu. Kız idim ama kraliçe değil kraldım. Oyuncaklarım dile gelir konuşurlardı. Kral olarak konuşurken tahtımda, oyuncak olarak konuşurken tahtımın önündeki oyuncaklarımın yanında olurdum. Sadece yeryüzünün değil, evrenin de ilk ve tek kadın kralıydım. Bir sıcaklık bulurdum bu kayada, belki anamdan bile göremediğim bir sıcaklık. Askerlerim vardı benim için savaşacak. Oyuncaklarım verdiğim her

47

görevi yaparlardı. Rüzgâr çok uğultu yayardı orada. O uğultular ürpertirdi beni ama yine de gökyüzüne o rüzgârla giderdim, uğultunun eşliğinde.

Güneşi yakalamak üzere olduğumda da o rüzgâr ve uğultusu vardı. Tam tutacakken güneşi, krallığımın başka bir köşesine çekilmişti güneş, tüm oyuncaklarım görmüştü bunu.

Önünde Avrupa, arkasında Asya, iki kültür arasında bir kayıp mıdır Haçça...

Mayıs 2006

48

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 42-50)