• Sonuç bulunamadı

Devekuşu Rosa

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 33-39)

Ali Mert

Yusuf Ziya Bahadınlı’nın geçen mart ayında Gelenek- Kültürevi Dizisi’nden üçüncü baskısı yayımlanan Devekuşu Rosa adlı romanı, 1980’lerin ortasından itibaren ülkenin siyasi-kültürel düşün ortamından merkezi bir yer işgal eden ve “kadın-özgürlük-birey”

kavramları çerçevesinde dönen tartışmayı, roman sanatının anlatım gücünü kullanarak yeniden gündeme getiren önemli bir çalışma. “Kadının özgürleşmesi” olarak da adlandırılan bu “sorun alanı”nı, bir erkeğin kaleminden ama kadın-erkek ayrımını aşan bir bütünlükte, tüm yönlere eğilen, mümkün olduğunca kapsamlı bir bakışla sergileyen roman, çözümü insani duyarlılığın harekete geçirilmesinde arıyor.

“Sorun”, “çözüm” gibi kavramları kullanırken, bir roman için fazla iddialı ya da kuramsal olacak bir kapsamı ve çözümleme gücünü kastetmiyorum tabii ki, bütün anlatılanlar insan ilişkilerinin içinden geçerek, sevdaya dair bir dünya nasıl kurulabilir diye düşünerek ele alınıyor. Ve tabii ki edebiyatın lezzetiyle...

Devekuşu Rosa’da, iki insan arasında yaşanan en dolaysız ve yoğun ilişkinin sorularla dolu dünyasına, Metinle, Gül’ün dünyasına misafir oluyoruz. Hepimizin aynı zamanda misafir ve ev sahibi olabildiği, hem korunaklı hem de kolayca yıkılabilen o sığınaktayız kısacası. Bir de hep dışarıda kalan, “zorunlu misafir” Sevinç var romanda.

Roman bu üç kişinin ağzından, birinci tekil şahıstan tanıklıklarla, giderek yoğunlaşan duygu, izlenim ve düşüncelerle akıp gidiyor. Üç ağızdan ayrı ayrı anlatılan deneyimler aynı yolculuğun, sevda yolculuğunun kilometre taşları olarak yol kenarına dizilmeye başlıyor.

Kadınla erkek arasında, kadının dünyasından hareket edilen ve birçok soruyla yürünebilen zorlu bir yolculuğun ortasındayız. Kadının sevgiyi dostlukla birlikte nasıl yaşayabileceğini sorgulayan, tutkunun insani boyutun dışına nasıl taşabildiğim anlatan, cinselliğin seviyle birlikte yaşamasının anahtarını arayan bir yolculuk bu. Hem iki insanın birlikteliğine dönük yeni bir kavrayışla hem de ayrılıkla sonuçlanabiliyor.

Daha doğrusu, her birliktelik kendi içinde bir ayrılık da barındırıyor.

Yolların ayrıldığı ya da kesiştiği dönemeçlere nasıl varıldığını kestirmek ise güç. Öte yandan, her bireyin ilişkilerin şifresini kendi cephesinden çözebilmesi için, bu yolculuğu illa ki yaşaması gerekiyor.

Devekuşu Rosa’da, şifreleri çözmek için aralanan kapılardan birinde,

“aklının sesini dinleyen erkekle, duygularını dinleyen kadın” arasındaki gerilimli ilişkiler karşımıza çıkıyor. Tehlikeli bir genelleme, ama özellikle kritik karar anlarında gerilen bu hat, mantık, sezgi ve duygu arasında sıkışan ilişkileri bir yönüyle çözüyor. Yine de çözümün mantığa kaçmakta mı, duygulara teslim olmakta mı olduğu hiçbir zaman tam anlamıyla

“çözülemiyor”.

Üstelik bu topraklarda ya da bu toprakların insanlarında “çözüm”ü güçleştiren farklı olgu ve değerlerle de karşılaşıyoruz. Geleneksel değerlerin baskın olduğu bir ortamda, feodal bir kültürle yetişmiş kişiler, hayatlarının önemli dönemeçlerinde bu değerlerden kurtulup devrim-

33

ci bir kimlik kazansalar da, kişiliklerindeki kimi tortuları atmaları epey güç oluyor. Bahadınlı’nın romanı bu tortuların ilişkileri nasıl tıkayabildiğim de gösteriyor.

Özellikle Gül’ün, Metin’le birlikteliğinden önce kocasıyla yaşadığı ilişkiler, ilerici-devrimci düşüncedeki kişiler arasına sızan gerici değerleri anlatıyor. Sevinç’in önce daha geleneksel aile yapısı içinde, sonradan Almanya’daki Türk cemaatinin baskıyı çeşitli şekillerde hissettiren dünyasında, en sonunda da modern şehir yaşamının ortasında maruz kaldığı ve tecavüze kadar uzanan baskılar, bu tortunun kolay kolay atılamayacağını gösteriyor. Yine de baskı, bir taraftan kaçışın, ama bir taraftan da daha bütünlüklü bir kurtuluş çabasının ve uyanışın başlangıcı olabiliyor.

Devekuşu Rosa’da “Doğulu kadın”a dair bir genelleme var; baba ya da koca fark etmez, erkeği olmadan “yalnız yaşayamaz” deniyor.

Genellemenin sonuçları da tartışılıyor; yalnız yaşayamayan benliğini bulamıyor, yetkinleşemiyor, özgürleşemiyor.

“Özgürleşme” kentli yaşamın kırmaya başladığı ama kentleşme sürecinin sancıları dolayısıyla tam kınlamayan, daha ötesinde mülk edinme ideolojisi tahakkümünü sürdürdükçe insanların üzerine abanmaya devam eden, ek olarak atomizasyon ya da yabancılaşma gibi yeni sorunları da beraberinde getiren bir “sorun alanı” olarak karşımızda duruyor. Gelişen, mücadele eden, seven, sevgisini çoğaltan insanın “çözüm”üyle birlikte...

Tabii her şey “çözüm”e kavuşamıyor. Metin’in salt cinselliğe dayanan eski ilişkilerine Gül’e açmak istememesi, sürgündeyken memleketten gelen örgütsel çağrıyla birlikte yaşadığı duraksama, Sevinç’in şiddetle dolu kaderin-

34

den özgürce çıkış arayışlarının sonuçsuz kalması, romanda kurulan ilişkilerin çözülemeyen yönleri olarak ortada duruyor.

Bu anlatılanlardan hareketle, Bahadınlı’nın romanı için “feminist roman” türünden kategorik bir değerlendirme yapmanın doğru olmayacağını düşünüyorum. Kadınca bir uyanışı da barındıran ama ilişkilerin daha genel anlamda insani boyutlarını çözmeye çalışan, özgürlüğü ve eşitliği insan ilişkilerinden hareketle kurmaya çalışan bir yapıt bu. Kadının dünyasına dönük özel bir bakış fırlattığı için, doğaldır ki,

“feminizan yanlar” da barındırıyor. Ama “-ist” takısını zorlayan bir taraftarlığı yok.

Diğer yandan Bahadınlı’nın romanında sürgün psikolojisini anlamak da önem kazanıyor. Yurtdışında olmanın yarattığı yabancılık, bütün ilişkilere bir şekilde sızıyor. Almanya’da yaşayan Türkler’in geleneksel aile yapısını koruyan ilişkileriyle, onların yanında 80’li yıllarda yerleşmek zorunda kalan devrimci-siyasi kişiliklerin sancılı arayışları iç içe geçiyor.

Metin’in sürgündeki dünyasında açıldığı arkadaşlarından Ekrem’e söyledikleri bu psikolojiyi özetliyor: Almanya’da yalnız kalan bir Türk, memleketindeki hapishaneyi bile özleyebiliyor.

Daha uzun yıllar Almanya’da yaşayan ve Metin’in dönüş kararına rağmen orada kalan Gül’ün yaşadıkları ise farklı boyutlarıyla karşımıza çıkıyor. Önce “Almanya’daki Türkiye” içinde baskılardan bunalıyor, sonra Rosa lakabına kavuştuğu siyasi bir çevrede kendini bulduğunu sanıyor ama ilişkilerini bu çevrede de dönüştürememesi önüne yeni sorunlar çıkarıyor, ardından bir anlamda “Almanlaşıyor” ve nihayetinde ulusal kimliğini de inkâr etmeyen

35

36

bir insanileşmeyi yaşamaya çalışıyor. Kısacası, en zorlu yolculuk Rosa’nın cephesinde yaşanıyor.

Bu arada romanda, Almanya’daki neonazilerin Türkler’e dönük saldırılarıyla, kadına dönük bedensel saldırılar ve tacizler arasında kurulan paralelliğin altını özellikle çizmek gerekiyor. Sokaktaki faşizmle insan ilişkilerine sızan faşizan şiddet, “hür dünya”da da yaşasak, insanın ve kadının ne derece özgürleşebileceği sorusunu, tüm kışkırtıcılığıyla önümüze seriyor.

Bitirmeden, romanın anlatımına dair birkaç not da aktarmak gerekirse, her şeyden önce Devekuşu Rosa’nın içine girilmesi güç bir roman olduğu söylenmeli. Bunun en önemli nedeni kurgusunun bir anlamda “tersten kurulması”. Romanın ilk bölümü, olayların akışı itibariyle son bölümüne denk düşüyor. Her okuma deneyimi elbette farklıdır, ancak kendi deneyimimden hareketle, ilk bölümü bitirdiğinizde başa dönüp “ne denmişti” diye kontrol etme ihtiyacı hissedebileceğinizi belirtmeliyim.

İlk bölümlerde, Metin’in, Gül’ün ve Sevinç’in aklından geçenlerin parça parça akışı, henüz bağlantıları kuracak bir bütünlüğe kavuşamadığınız için takipte güçlük yaratıyor. Ancak sonrasında, yaşanan olaylarla birlikte bu insanların iç dünyasına girmeye başladığınızda başta takıldığınız tutukluk bir akıcılığa dönüşüyor. Evet, içine girilmesi güç bir roman, ama ilk adımları atmaya başladığınızda giderek hızlanmaya, sonunda koşturmaya başlıyorsunuz.

Bahadınlı’nın, kalıplara, klişeye düşmenin son derece elverişli olduğu bir konuda, dilindeki kıvraklıkla bu sorunun üstünden gelmesi sürükleyiciliğin bir diğer nedeni.

Son olarak, Bahadınh’nın bu sevda romanına, hayata, kavgaya ve insanlara dair tüm sevdasıyla birlikte, yazma sevdasını da kattığını söyleyebilirim. Sevdayı paylaşmasını bilenlere, iyi okumalar...

Cumhuriyet Kitap, 2 Mayıs 2002

37

Belgede Yusuf Ziya Bahadmh üstüne (sayfa 33-39)