• Sonuç bulunamadı

2.2 Amerika ve Avrupa’da Basın İşletmeciliği

2.2.3 Uluslararası Sermaye ve Birleşmeler

3.4.2.5 Medya ve 28 Şubat Süreci

1990’ların sonuna gelindiğinde geçmişten beridir devlet kontrolünde olan medyanın, özel sermaye gruplarının hükümetlerle olan ilişkilerinde siyasi ve ekonomik menfaat alanı olarak kullanımı çok daha fazla yaygınlaşmıştır. Büyük medya grupları da birbirleri ya da hükümetlerle girdiği siyasi ittifak ya da çatışma durumlarında, uyuşan ya da çatışan ekonomik çıkarlarına rağmen ‘devletin çıkarları’ lehine taraf olmak adına büyük oranda ortak bir zihniyet sergilemiştir. İşte, bu medya yapısının önemli sonuçlarından biri de, 28 Şubat 1997 tarihli ‘post modern askeri darbe’ olmuştur. Bir askeri rejimin kurulmasıyla sonuçlanmayan ama genelin siyasete dördüncü askeri darbe olarak tanımladığı bu süreçte ana akım medya kuruluşları, askeri kurumların yönlendirmesiyle, İslamcılığın yükselişi konusunda yaptıkları kurgu haber ve içeriklerle seküler bir rejimin geleceği konusunda bir algı yaratmaya çalışarak halkın duyduğu endişeyi harekete geçirmiştir. Söz konusu süreçte, medya aracılığıyla İslami muhafazakâr Refah Partisi (RP) ile merkez sağın Doğru Yol Partisi (DYP) arasında kurulan Refah-Yol koalisyon hükümetinin devrilmesi için bir halk desteği yaratılmıştır. Tek hedefi siyasi iktidar olmayan 28 Şubat’ın ana akım medyada çalışan tanınmış gazetecileri hedef alarak işlerine son verilmesi, sürecin yaşanan önemli gelişmelerdendir (Elmas ve Kurban, 2011: 23, 24).

Türkiye Büyük Millet Meclisi Darbe ve Muhtıra Araştırma Komisyonu’nun raporunda yer alan değerlendirmelerden Oral Çalışlar’ın değerlendirmesine göre, 28 Şubat sürecinde insanları her şeyi inandırabilen medya ile olmayan bir savaş ve düşman ilan edilmiştir. Bunda, 4. kuvvet kabul edilen medyanın kendini sık sık 1. kuvvet konumunda görerek geliştirdiği anlayış etkili olmaktadır. Medya sahipleri, yöneticileri, yazarlar; hatta muhabirler siyaseti dizayn etmek, başbakan ve hükümetleri belirlemek, devlet ihalelerinde söz sahibi olmak, seçimlerde vatandaşı yönlendirmek ve toplum mühendisliğine soyunmak gibi uygulamalarla ellerindeki gücü toplum yararına değil; kendi çıkarları için kullanmışlardır. Medyada sürecin

bu noktaya gelmesinde ise Can Dündar’ın değerlendirmesine göre medya patronlarının iş adamı olması, gazetecilikten gelmemesi etkilidir. Basın sermayesi ne kadar güçlü olursa, iktidarlara karşı da o kadar bağımsız olunacağı tezi, Türkiye gibi ekonomideki ağırlığın hâlâ devlette ve hükümetlerde olduğu ülkelerde geçerli olmamış, iş hayatında etkin olmak medyaya bağımsızlık getirmemiş; hatta tam tersi bir etki ile onu hükümetlerin güdümüne sokmuştur (2012). Anılan komisyon raporlarında medya eleştirmeni Ragıp Duran ise yaşanılan süreci medyanın sahiplik ve finans yapısıyla ilişkilendirmiştir:

Bir yandan gazetecilik, bir yandan inşaat, arazi, petrol işi yaparsanız burada gazeteciliğiniz sorgulanır. “Siz hangi maksatla gazetecilik yapıyorsunuz?” sorusu gündeme gelir. Kamuoyu bilgilensin diye mi, yoksa diğer faaliyetlerinizde birtakım kolaylıklar sağlansın veya yaptığınız usulsüzlükler gizlensin diye mi gazetecilik yapıyorsunuz? Bu soruların sorulması kaçınılmaz olur.

Dönemin medya patronlarından Dinç Bilgin, aradan yıllar geçtikten sonra 5 Mayıs 2006 yılında Yeni Şafak gazetesinde kendisiyle yapılan görüşmede, 28 Şubat sürecinin medyaya etkileri konusunda şu değerlendirmede bulunmuştur:

28 Şubat sürecinde her şey zıvanadan çıktı. Gazeteler, hükümet yıkıp hükümet kurmaya başladılar. Bütün kamu ihaleleri medya patronlarına dağıtılır oldu. Medya patronları, köpek balıkları gibi her tarafta, her şeye saldırdılar. O devirde gerekli görülen bir psikolojik harp vardı. Devletin bazı kademelerinde uzman kişilerce bir planlama hazırlanıyor ve uygulama devreye sokuluyordu. Birileri, bildirileri size uçuruyor ve yayınlamanızı istiyor. Siz de yayınlamak zorunda kalıyorsunuz. Andıç olayında Hürriyet’in yayınladığı haberi biz de yayınladık. Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar ve Altan kardeşler hakkında ‘Abdullah Öcalan’dan para aldılar’ söylentilerine inanmadım ama gazetemi andıcın hazırlandığı merkezden ve kamuoyundan korumak durumundaydım. Hürriyet gazetesi bu haberi yayınladığı için biz de vermeye mecbur kaldık. Şimdi baktığımda, doğru yapmadığımızı görüyorum. O dönemde her gazetenin askerle teması vardı.

28 Şubat 1997’de toplanan Milli Güvenlik Kurulu (MGK) iktidardaki Refah-Yol koalisyonun istifası kararı ile sonuçlanmıştır. Medyanın da başrolünde olduğu bu egemenlik mücadelesini izleyen 1999 genel seçimlerinde Demokratik Sol Parti (DSP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Milliyetçi Hareket Partisi’nden (MHP) oluşan yeni bir koalisyon hükümeti kurulur. Bu sırada kapatılan Refah Partisi’nden ayrılan ve kendilerini “muhafazakâr demokratlar” olarak adlandıran bir grup siyasetçi Adalet ve Kalkınma Partisi’ni (AKP) kurmuştur. Parti, 2002 genel seçimlerinde tek başına iktidara gelmiştir (Arsan, 2014: 226).

3.4.3 2001 Ekonomik Krizi ve Medyada Dönüşüm

1980’lerde başlayan ve Şahin Alpay’ın “fasit üçgen” olarak nitelendirdiği medya sahipleri, politikacılar ve işadamları arası ilişkiler, 2001 ekonomik krizinin de zemini hazırlamıştır (Sözeri, 2014: 74). Medya, Kasım 2000 ve Şubat 2001 dönemlerinde yaşanan

ekonomik krizlerin ardından yeniden yapılanma sürecine girmiştir. Sektör, önemli bir ayıklama yaşarken ayakta kalanlar süreçten güçlenerek çıkmıştır. Ekonomideki küçülmenin yüzde 10’a yaklaştığı ve tarihinin en derin krizinin yaşandığı 2001’de (Sönmez, 2003a: 51) krizin medya endüstrisinde de önemli etkiler yaratması, medya şirketlerinin bazılarının bankacılık sektöründe büyük yatırımlara sahip olmasından kaynaklanmıştır. Bu dönemde, önemli bankacılık-medya bileşenlerinin Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmesi, medyanın mübadele aracı olarak nasıl kullanıldığının da örneklerini gözler önüne sermiştir. Batık banka sahibi medya patronlarının, borçlarının ödenmesi karşılığında medya gruplarının TMSF’ye devri, devletin önemli bir mülkiyet yoğunlaşması altında medya işletmecisi olmasına da neden olmuştur. Ayrıca, TMSF’nin gerçekte siyasal iktidarın elinde yoğunlaşan medya gruplarına atanan yöneticilerin yayın politikaları üzerindeki egemenliği de önemli sorunlara yol açmıştır (Kaymas, 2008: 98).

Diğer taraftan kriz sebebiyle daralan iç piyasayla birlikte büyük düşüş gösteren reklam harcamaları dolayısıyla sektör de küçülmüş; bu küçülme büyük bir tensikat ve ücretleri düşürme yoluna gidilmesini beraberinde getirmiştir. Mustafa Sönmez’in, Reklamverenler Derneği’nden aktardığı verilere göre 2002’den 2001’e reklam harcamaları yüzde 51 düşüşle 1.1 milyar dolardan 550 milyon dolara inmiştir. Reklam harcamalarının milli gelire oranı ise 2000 yılında binde 6 iken krizin yaşandığı 2001 yılında binde 4’e düşmüştür. Bu veriler, reklam harcamalarının ekonominin yaşadığı genel küçülmeden daha etkili bir küçülmeye maruz kaldığını işaret etmektedir. Sönmez, yaşanan kriz ve bunun medyaya etkisini şaşırtıcı olmayan bir sonuç olarak değerlendirmiştir (2004: 52):

…Krizin en zayıf halkası finansta nasıl bir sanal büyüme vardıysa, medya sektöründe de 1990’lı yıllarda yapay bir büyüme, bir şişkinlik oluşmuştu. 1990’lı yıllarda ekonomi ortalama yılda yüzde 3 büyürken spekülatif sermaye birikimi sürecinden pay almak isteyen finans kesimi yıllık yüzde 13 gibi anormal bir büyüme sergiledi. Sayıları 80’e ulaşan bankaların reklam harcamalarıyla yapay bir büyüme gösteren medya, bankacılığın Kasım 2000 ve Şubat 2001 şoklarıyla çökmesi, küçülmesiyle birebir çöküntüye uğradı… Medyanın daha büyük çöküşler yaşamaması, biraz da patronlarca silah olarak kullanılmasından; dolayısıyla katlanılabilir bir zararla da yaşamını sürdürmesine izin verilmesindendi. Yoksa medya diğer sektörlerle aynı işleyiş saiklerine sahip olsaydı, krizde bankacılık sektörünün uğradı akıbetin aynısını yaşardı.

2001 krizi sonrasında Fon tarafından satılacak olan medya şirketlerinin yeni sahipleri, yine sermaye grupları olmuştur. Çünkü bugün gelinen noktada yeniden üretim, batık bankaların sermaye bileşeni olan medya şirketlerinin bu kez yeni sermaye gruplarının eline geçmesini, dolayısıyla sermayenin hegemonik uğrağı olarak medyanın süregelen kullanımını içermektedir (Kaymas, 2008: 98, 99). Kriz sonrası taşlar yeniden dizilmiş; holdinglerin “silahlanma harcaması” olarak medyaya harcadığı kaynaklar, krize rağmen pek azalmazken, yeni çatışmaların da yeni harcamalar gerektireceği gerçeğine rakipler, medyanın dolaylı getirileri sayesinde razı olmuştur (Sönmez, 2003a: 54).

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

4 2002’DEN GÜNÜMÜZE GÜÇLÜ MUHAFAZAKÂR İKTİDAR DÖNEMİNDE

BASININ YAPISAL DEĞİŞKENLERİNİN ÖRNEK OLAYLARLA İNCELENMESİ

4.1 Araştırmanın Problemi

Ülkemizde basın işletmelerinin finansal yapısı incelendiğinde, bir işletme olarak kâr yerine zarar ettiği görülmektedir. Ticari anlamda akılcı bir sektör olmamasına rağmen bu işletmeciliğin, iktidar eliyle şekillendirilen hâkim, hegemonik bir yapı inşa edilmesindeki önemli katkısı ve sahiplerine bu yolla dolaylı şekilde kazanç sağlaması, başlıca tercih sebeplerini oluşturmaktadır. Kapitalist toplumlarda kitle iletişim araçlarının ürünleri, kapitalist düzenin ve onun parçası olan kültür endüstrisinin birer ürünüdür. Ve kültür endüstrisi, diğer endüstrilerden farklı olarak ideolojik yönlendirmeler yapar; düşünce üretir ve var olan sistemi meşrulaştırarak onun devamını sağlar. Kapitalist toplumların basın örgütlenmelerinde finansal yapının temel belirleyicisi, hâkim bir medya tekeli oluşturup hegemonya kurmak mıdır? sorusu bu tezin temel sorunudur.