• Sonuç bulunamadı

1.1. Askeri Müdahale

1.1.2. Müdahalenin Meşruiyeti

12 Eylül’de müdahalenin merkezi bir teması olarak ülkenin birliği ve istikrarın yeniden tesisi için yüksek komuta kademesinin sorumlulara mütemadiyen yaptığı çağrıların istenen sonucu vermemesi, yönetime el koymayı ordu için bir vazife yükümlülüğü ile eşdeğer hale getirmiştir. Müdahaleyle birlikte kurulan ve kendinden sonraki dönemin hukuk ve siyasetinin temel parametrelerini belirleyici bir inisiyatif olarak ara rejim yönetiminin öz algısı toplumsal meşruiyet algısından beslenmiştir. Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan Evren’in konuşmalarında müdahale sıklıkla toplumsal bir talebe asker tarafından verilmiş bir cevap olarak tanımlanmıştır.27

Anılan toplumsal meşruiyetinin bileşenlerinden biri müdahale öncesinde sivil yönetimin meşruiyet kaybının açıkça görünür olmasıdır. Seçilmiş hükümetlerin ekonomideki çöküşü, terör ve şiddetin tırmanmasını engelleyememeleri başarısızlığın iki göstergesidir.28 Sivil yönetimler açısından ortaya çıkan bu yitik

zemin 12 Eylül’de askerin kendi konumunu güçlendirerek çıkmasına yardım etmiştir. Sivil siyasete güvensizliğin mevcut gelişmelerin örnekliğinde toplum görüşünde iyice belirginleşmesini sağlamada askeri yönetimin çabaları büyük yer tutmaktadır. Örneğin askerler açısından en istenemeyen şeylerden biri müdahalenin kurumsal

27 Devlet Başkanı Kenan Evren’in 2 Temmuz 1987’de yaptığı bir konuşması müdahalenin toplumsal

karşılığının ordu açısından önemini göstermektedir: “Silahlı kuvvetler akıllarına estiği için darbe yapmazlar. Milletin davet etmesi üzerine yaparlar. Millet 12 Eylül’ü istedi, (orduyu harekete geçmeye) zorladı. Darbe büyük bir zorlamayla gerçekleştirildi. Bu olmasa 12 Eylül’e kadar beklemezdik” (Ahmad, 2012: 250).

28 Nordlinger’e göre bu iki unsurla birlikte hükümetlerin Anayasa ve yasalara aykırı eylemleri sivil

43 veya kişisel çıkarlar adına yapılıyor olduğu kanaatinin kamuoyunda yer bulmasıdır (Demirel, 2004: 367) Bununla birlikte Türkiye’nin parlamento deneyiminin kimi kötü örneklerinin toplumsal algıdaki yansıması siyasete dönük güvensizliği besleyen bir faktördür. Sıkıyönetim uygulamaları, büyük vaadlerle iktidara gelen partilerin bir süre sonra kitleselliğini yitirmesi gibi unsurlar halkın siyasal kültürünü partilere güvensizlik üzerinden biçimlendirmiştir. Siyasi partilerle toplum arasındaki kopukluk, siyasi temsil kurumlarından uzaklaşan halkın daha bütüncül ve kapsayıcı bir çatı olarak devletle ve orduyla bütünleşmesinin önünü açmıştır (Şen, 1996: 57- 58).

12 Eylül’de orduya duyulan inanç ve güvenin bir başka nedeni toplumsal barışın dağılmış yapısıyla ilgilidir. Kendi özerkliğini meşrulaştırıcı bir faktör olarak siyasi, mezhepsel, ideolojik katı kamplaşmaların varlığı ile toplum kesimlerinin birbirleri hakkında duydukları derin kuşku ve düşmanlık algısı (Demirel, 2010: 22), orduya müdahalenin meşruiyet temellerini sağlamlaştırma imkanı vermiştir. Toplum kesimleri arasındaki sıklıkla dile getirildiği şekliyle millî birliğin zedelenmesi tüm kesimlerin üstündeki ordu imajının kamuoyunda daha da netleşmesine; halkın parçalanmış siyasi taraflardan herhangi birine değil de bu tavrın karşıt kutbunda yer alan ordunun yanında yer almasına yardım etmiştir (Şen, 1996: 60).

Diğer yandan askerin iktidara yakın olma isteğinden kaynaklanan siyasete olan geleneksel ilgisi (Heper, 2012: 209) doğrultusunda kendine yüklediği misyon ile bunu pekiştiren Türk toplumunun kültürel özellikleri de hesaba katılmalıdır. Siyasetin gereklilikleri ile devletin beklentileri arasındaki dengede ikincisinin aleyhine bir durumun ortaya çıkması halinde, kendini devlet tarafında ve siyaset üstü olarak tanımlayan ordunun dengeyi devlet lehine yeniden düzenlemeyi bir görev olarak kurumsallaştırmış olması TSK açısından müdahaleyi olgunlaştıran bir unsurdur. Ordu mensuplarının salt bir mesleki kategoriyi aşan biçimde millî bir vazife olarak gördüğü askerlik, aynı zamanda devlet muhafızlığı olarak anlaşılmıştır. 1961’de kabul edilen 211 sayılı TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesinde karşılığını bulan bu anlayış, Silahlı Kuvvetlerin her türlü siyasal düşünce ve organizasyonun üstünde olduğunu beyanla mensuplarına siyasal yasaklar getirirken

44 görev sınırlarını askerliği aşacak bir genişlikte tanımlamaktadır. Kanun TSK’ya Cumhuriyeti korumak ve kollamak görevini vermiş; muhafızlığı -sadece savunmayla ilişkili olmayan- bir vazifeye dönüştürerek biçimlendirmiştir. 12 Eylül müdahalesinin mevzuattaki temel dayanağını oluşturan ve artık bir görev ifası kadar tabii olan “koruma ve kollama”, askeri müdahale döneminde hiyerarşik sıralamadaki tüm elemanların millî bir amaç için seferber olması anlamını taşımaktadır. Ordunun siyasal işleyiş ve genelde tüm toplum üzerindeki vesayetçi eğilimleri, Türk toplumunun buna izin veren toplumsal özellikleri –sanayileşmemiş, tarımsal faaliyetin ve bilgi gerektirmeyen hizmet sektörünün hakim olduğu, eğitim düzeyi düşük- eklenince daha anlaşılır hale gelmektedir (Demirel, 2004: 349, 359; Özdemir, 1989: 215-216).

12 Eylül müdahalesinin rejimi ve lideriyle birlikte toplum katındaki saygınlığı öylesine yüksektir ki, 1982 Anayasa oylaması Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birleştirilmek suretiyle bu algı belli bir hedefe kanalize edilmek için kullanılabilmiştir. Bu yolla Evren’in sahip olduğu prestij Anayasa’nın kabulünü kolaylaştıran fonksiyonel bir araca dönüştürülmüştür. 7 Ekim 1982 tarihinde yapılan halkoylamasında Anayasa % 91.37 oranında kabul oyu almış, Kenan Evren de Cumhurbaşkanı olmuştur (Tanör ve Yüzbaşıoğlu, 2012: 19-20).

1.1.3. 12 Eylül: Demokrasinin Yeniden İnşası

Hükümetlerin ya da parlamentolu düzenin tıkandığı her aşamada tarafsız ama aynı zamanda kuvvetli ve meşru bir otoritenin devreye girmesinin gerekliliği üzerinde durulmuş ve her darbe döneminde askerin bu sahnedeki varlık beyanı güncellenmiştir. 12 Eylül 1980 öncesi günlerde Cumhurbaşkanı’nın siyasette bir uzlaşı zemini yaratmak için liderleri makamında bir araya getirdiği bir buluşmada Bülent Ecevit’in sarfettiği sözler bu açıdan çarpıcıdır. Ecevit, 12 Mart müdahalesi sıralarında İsmet İnönü ile görüşmesinde İnönü’nün kendisine hitaben sarfettiği ifadeleri şöyle aktarmaktadır: “Türkiye zaman zaman onarım dönemlerine, restorasyon dönemlerine girer. O dönemlere girildi mi ordu müdahale eder, bir süre kalır ve ayrılır. Bir süre geçer ve biz politikacılar işleri yine bozarız. Türkiye

45 restorasyon dönemine girer, ordu müdahale eder. Bu böyle gidecektir ve bu onarım dönemleri de gitgide sıklaşacaktır” (Birand, 1984: 224).

Ecevit’in müdahaleye iki ay bile kalmamışken 1980’in Temmuz ayında aktardığı anekdot hem genelde tüm darbelere hem de muhtemel müdahaleye duyulan endişeli bir siyasetçi tavrının göstergesidir. İnönü’nünkiyle neredeyse aynı ifadeler 12 Mart ara döneminin Başbakanlarından Nihat Erim’in 1 Nisan 1973 günkü kaydında da görülmektedir: “Yeni seçim yapılır, ordu politikadan elini çeker...bir süre böyle gider...Çünkü Türkiye bir yön düzeltmesine gene muhtaç...Türkiye’nin bugünkü aşamasında demokrasi zaman zaman ‘yön düzeltmeleri’ ile yaşayabilir” (Erim, 2005-II: 1075).

12 Eylül’deki müdahale anılan türden bir yön düzeltmesidir. Diğer yandan bu düzeltmenin bir parçası olarak daha baştan itibaren belli bir süreç planlaması sonucunda seçilmişlere yer açma düşüncesine dayanmaktadır. Askeri idarenin öncelikli hedefi olan terörle mücadeleyi Kurucu Meclisin çalışmaya başlamasından sonra Anayasa yapımı ve yasal düzenlemeler izlemiştir. Ara dönemin tüm aşamalarda sımsıkı bağlı kalınan fikir ise “bir daha memleketin bu hale düşmemesi” kaygısı olmuştur (12 Eylül Öncesi ve Sonrası, 1981: 277). Müdahale “zarureti”ni ortaya çıkaran şartlardan biri “kendi kendini kontrol edemeyen demokrasi”dir. Buna bağlı olarak harekatın arkasında, devletin sarsılan otoritesini yeniden tesis etmekle birlikte parlamenter demokrasinin önündeki tüm engelleri kaldırmak kararlılığı bulunmaktadır (12 Eylül Öncesi ve Sonrası, 1981: 322). K. Evren’in askerlerin – “geçmiş yıllardaki tutum ve davranışlarının kanıtladığı ” [üzere] – parlamenter demokrasiye inancını müdahalenin ilk gününden duyurması bu bakımdan önemlidir. K. Evren, her fırsatta ordunun demokrasiye geri dönme düşüncesini kararlı bir dil ve üslupla dile getirmiştir (12 Eylül Öncesi ve Sonrası, 1981: 201) 22 Mayıs 1981’de BBC muhabirine verdiği mülakatta “Demokrasinin restorasyonundan bahsetmeyeceğim. Bunun yerine ‘demokrasinin yeniden inşası’ ibaresini kullanıyorum. Demokrasinin tamir edilmesi 12 Eylül öncesindeki demokrasiye geri dönüş anlamına gelir” demekte (Heper, 2012: 217); müdahalenin yıldönümünde radyo televizyondan halka seslenişinde 23 Ekim 1981’de açılacak olan Kurucu

46 Meclis’in demokrasinin restorasyonunun tümünü olmasa da bir ilk adımını oluşturduğunu söylemektedir (12 Eylül Öncesi ve Sonrası, 1981:316). Kurucu Meclis’in zikredilen rolü, kanununda da açıkça belirtilerek, girişilecek düzenlemelerdeki yapısal istikamet gösterilmiştir. 2485 Sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanun’un Başlangıç kısmındaki “hukukun üstünlüğünü sağlayacak demokratik laik hukuk devletinin kurulması için gereken hukuki düzenlemeler[in yapılması]..” ifadesi hukuksal ve siyasal düzlemde yeniden yapılandırma yönünde yasal bir kayda işaret etmektedir (RG, 30 Haziran 1981, Sayı: 17386 (Mükerrer) ). Yine, Evren’in DM’nin açılışında üyelere hitaben yaptığı konuşması Kurucu Meclise sistemin yeniden kuruluşu misyonunu hatırlatan cümlelerle başlamaktadır. “…demokratik, laik bir hukuk devletinin yeniden kurulması gibi milli bir görevi kendi isteğinizle talip olmak suretiyle gösterdiğiniz yurda bağlılık…” (12 Eylül Öncesi Sonrası, 1981: 322).

Askeri yönetimin demokrasiye karşı olmaması siyasetin “temiz” olması (Heper, 2012: 233) koşuluna bağlıdır. Bu koşula karşın ekonomik ve toplumsal sorunların en baş adresi siyasi partiler olarak kodlanmıştır. K. Evren harekat günü yaptığı konuşmasında, genel olarak Anayasal tüm devlet kurumlarının tedbirsizliğini ifade ederken bu konudaki en büyük sorumluluğu siyasal partilere yüklemektedir. (12 Eylül Öncesi ve Sonrası, 1981: 196-203) Toplumsal çatışmaların müsebbibi olarak görülen siyasi partilerin faaliyetleri MGK’nin Yedi Numaralı Bildirisi ile durdurulmuş; aynı bildiriyle DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri de yasaklanmıştır (Milli Güvenlik Konseyince Kabul Edilen, 1981-1: 246). Bundan yaklaşık bir yıl sonra 16 Ekim 1981’de yapılan Siyasi Partilerin Feshine Dair Kanun bütün partileri tüm teşkilatlarıyla beraber yasaklı hale getirmiş, malvarlıklarını ise hazineye devretmiştir (Milli Güvenlik Konseyince Kabul Edilen, 1981-IV: 71). 22/04/1983’te çıkarılan Siyasi Partiler Kanunu ile kapatılmış partilerle herhangi bir irtibatı olmaması koşuluyla kurulacak yeni partilere izin verilse de Kasım ayındaki seçimler öncesinde çok sayıda yeni parti kuruluş aşamasında Konsey’in vetosuyla karşılaşmış, ancak üç parti – Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti ve Anavatan Partisi- seçime girebilme şansı elde etmiştir. Seçimler öncesinde bazı parlamenter ve

47 parti yöneticilerine konulan siyasi faaliyet yasağı ise 1987’deki düzenlemeye kadar devam etmiştir (Tanör, 2005: 56-59).29

Askerlerin demokrasiyi merkezi bir sistem olarak yüceltmesi, demokrasi dışı kabul edilen siyasal faaliyetlere karşı hassasiyetini arttırmaktaydı. Devlet Başkanı 15 Ocak 1981’de Konya’da “parlamenter demokratik sisteme geçildikten sonra da Türkiye’nin kaderi memleketi bu hale getirenlere teslim edilmeyecek” derken askeri idarenin geçici olmasının parlamento ve hükümetler üzerindeki gözetiminin sürmesine engel olmadığına dikkat çekmektedir (12 Eylül Öncesi ve Sonrası, 1981: 277). Anayasa’nın kabulü, seçimler ve demokrasiyi işletecek diğer adımların gerisinde askeri rejimin vesayetçi gücünün devam ettirme iradesinin bir çok göstergesinden biri de Evren’in seçimler öncesinde yaptığı bir konuşmasıdır: “12 Eylül felsefesine ters düşmeyen bir partinin iktidara geleceğine inanıyorum…Askeri yönetimi sürdürme niyetimiz olsaydı referandumla sizlere bu yönetimi tasdik ettirirdik” (Tanör, 2005: 59). Bu yaklaşım öncelikle toplumsal bütünlük ve bunu sağlayıcı siyasi istikrar beklentisinde olan askeri rejimin siyasete yönelik kuşkusuyla ilgilidir. Sivil siyasete dair ara dönem boyunca işlenen bu imaj bunun karşıt cephesindeki ordunun siyasi kudretine dair güvenilirlik algısını beslemektedir. Söz konusu menfi çağrışım, cunta idaresinin geçmişte belli bir zamandaki bazı siyasetçilerin kötü yönetimi üzerinden gelecekte ortaya çıkacak siyasetlere karşı belli bir teyakkuzu canlı tutma çabasına yardım etmektedir. Bu bakımdan askeri yönetimin partiler üstü ulusal özelliğini vurgulayabilmek için ara dönemde sivillere çok az rol verilmiş ve ilişkiler asgari düzeyde tutulmuştur (Karpat, 2010: 267).