• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: SINIRLI İKTİDAR ARAYIŞI: ANAYASACILIĞIN GELİŞİMİ VE ARAÇLARI GELİŞİMİ VE ARAÇLARI

1.2. Anayasacılık Düşüncesinin Gelişimi

1.2.4. Modern Dönemde Sınırlı İktidar Düşüncesi ve Anayasacılık Hareketleri’nin Doğuşu Doğuşu

1.2.4.1. Konsül Hareketi ve Protestan Reformu (Reform Hareketi)

Özellikle on ikinci yüzyıldan itibaren Kilise’nin dünyevi iktidar ile giriştiği rekabet ve harcamalarındaki aşırılık toplumun birçok kesiminden tepki çekmiştir. Bu tepkilerin zirveye ulaştığı dönem ise “Büyük Hizip” (1378–1417) olarak bilinen dönemdir.4 VI. Urbanus ile VII. Clement arasındaki Papalık seçimine ilişkin ortaya çıkan Kilise içindeki bu çatışma, beraberinde “Konsül Hareketi” adı verilen, Papalık makamının gücünü azaltmaya dönük sınırlandırma çabasını ortaya çıkartmıştır.

Bu hareket, üç ayrı konsülün farklı dönemlerde gerçekleştirmeye çalıştığı sınırlandırma girişimlerinin bir bütünü olarak değerlendirilebilir. Bu hareketin ilki, “Piza (Pisa) Konsülü”nün (1409) Papa taraftarları ile karşıtlarını barıştırmak amacıyla ortaya çıkışı ile başlamış, “Konstanz (Constance) Konsülü”nün (1414–1418) Kilise içindeki “Büyük Hizip”i (Great Schism) sona erdirmesi ile devam etmiş ve Bazel

1 Erdoğan, Anayasa Hukukuna Giriş, s. 28.

2 A.g.e., s. 18.

3

Schochet, a.g.e., s. 2-3.

(Basel) Konsülü (1431–1449) ile sona ermiştir.1 Konsül Hareketi’nde savunulan fikirlerin temelleri Konstanz ve Bazel Konsülleri’nde bir çok düşünürün katkısı ile atılmıştır.2

Bu hareket, Konsül (Genel Kurul) gibi bir organ vasıtasıyla Papa’nın mutlak otoritesini sınırlandırarak Büyük Hizip gibi ayrışmaların önüne geçebilmeyi hedeflerken, Papa’nın yetkisini, Kilise’nin içinden çıkan ve Kilise’yi temsil eden bir organ ile paylaştırmayı ve karma yönetim (anayasa) kavramını Kilise’nin yönetimine uygulamayı hedeflemiştir.3

Bu hareket pratikte bazı faydalar sağlamakla birlikte istenen amaca ulaşamamıştır. Özellikle on beşinci yüzyıldan itibaren egemenliğin dünyevi olana yani halka aidiyeti yönündeki düşüncelerde meydana gelen artış, bu hareketin önemini azaltmıştır.4 Ancak getirmeyi hedeflediği, gücün farklı organlara dağıtılarak, frenlenerek, dengelenmesi fikri dolayısıyla anayasacılık açısından önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Kilise’nin mutlak egemenliğine karşı ikinci muhalefet kaynağını ise Protestan Reformu oluşturmuştur. Kilise ile krallar arasında süren çatışmalar ve başta köylüler olmak üzere toplumun çeşitli kesimleri üzerinde baş göstermiş huzursuzluklar, on altıncı yüzyıldan itibaren tüm Avrupa’yı kapsayan ve adına “Reform” adı verilen hareketi başlatmıştır.5 Bu hareketin iki önemli temsilcisi Martin Luther (1483–1546) ve Jean Calvin’dir (1509–1564). Özellikle Kilise’nin Tanrı ile birey arasındaki konumunu sorgulayan bu hareket, insanın “birey” olarak ele alınmasında önemli rol oynamıştır.6

Din ile siyaseti birbirinden ayırmaya dönük olarak Ortaçağ’ın sonlarında başlayan sekülerleşme çabaları açısından Protestan Reformu bir kırılmayı ifade etmektedir. Protestan Reformu ile birlikte başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın büyük bölümünde mutlak monarşiler doğmuştur.7

1 Gordon, a.g.e., s. 119-120. 2 Gönenç, a.g.e., s. 281. 3 A.g.e., s. 283. 4 Sabine, a.g.e., s. 305-306.

5 Ağaoğulları ve Köker, a.g.e., s. 93-94.

6

Held, a.g.e., s. 40.

Protestan Reformu’nun ortaya çıkmasında büyük etkisi olan Luther, Kilise’ye (Roma Kilisesi) açık bir şekilde tavır almıştır. Burada Luther, özellikle ruhban sınıfının oynadığı hegemonik tavrı eleştirerek, onların sahip olduğu ayrıcalıkları ve muafiyetleri hedef almıştır.1 Kilise’yi Tanrı ile birey arasındaki ilişkiden çıkartarak, imanı, bireyin vicdanına indirmiştir. Bireyin iman yoluyla Tanrı ile aracısız bir biçimde ilişki kurması, Luther’in Hıristiyan düşüncesine getirdiği en radikal değişikliktir.2 Bunun yanında Luther, Kilise’nin dünyevi otorite olan devlete boyun eğmesi gerektiğini belirterek laik bir düzenin savunuculuğunu yapmıştır.3 Laik olan bu düzende, bireye düşenin, alın yazısına boyun eğerek, düzene itaat etmesi olduğunu savunmuştur. Çünkü bu düzenin kurucusu Tanrı’dır. Bu yönüyle Luther, yöneticinin tiranlaşmasında direnme hakkına başvurmamış, itaate vurgu yapmıştır.

Protestanlığı gerçek kimliğine kavuşturan düşünür ise Jean Calvin olmuştur. Calvin de Luther gibi birey-devlet ilişkisinin merkezine itaati yerleştirmektedir. “Hıristiyan Dini’nin Öğretisi” adlı eserinde Calvin, itaatin kaynağı olarak Tanrı’yı görmektedir. Ancak Luther’de olduğu gibi Calvin’de de mükemmel dini kurma görevi “yeryüzü devleti”ne aittir. Bu yeryüzü devletinin parçalarını ise,“başkan ve yasaların koruyucusu olan yönetici”, “yöneticinin uyarınca yönettiği yasalar” ve yasalarla yönetilen ve yöneticiye itaat eden halk” şeklinde sıralamaktadır.4

Calvin, yöneticinin tiranlaşabileceğini kabul etmektedir. Ona göre prensler, çok dikkatli olmaları gereken görevlerde ihmalkâr davranabilir, lüks içinde yaşayabilir, yalnızca kendi çıkarlarını düşünebilir, haklarını, ayrıcalıklarını ve yasaları rüşvet karşılığında kötüye kullanabilir, yoksul insanların paralarını yağma edebilir, başkalarının evlerini yağmalayarak kadınlara tecavüz edebilir, günahsız insanları öldürebilir. Bunlar tarih boyunca görülen tiranlaşma belirtileridir ve insan aklı, bunlara nefret ve lanetle bakmıştır. Zaten böyle bir yönetici, Tanrı’yı yeryüzünde temsil etmekten uzaktır.5 Ancak karakterleri nasıl olursa olsun halk, tüm yöneticilere sevgi ve

1 A.g.e., s. 357.

2

Şenel, a.g.e., s. 294.

3 Ağaoğulları ve Köker, a.g.e., s. 120-121.

4 Jean Calvin, “Hıristiyan Dininin Öğretisi’nden Seçme Parçalar”, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi

Seçilmiş Yazılar Yeniçağ, C. 2, Der. Mete Tunçay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,

İstanbul-2002, s. 88.

saygı göstermek zorundadır. Çünkü bu tür yöneticilerden intikam alma işi halka verilmemiştir. Halk itaat etmek ve saygı göstermekten başka bir şey yapamaz. Yöneticiye itaat aynı zamanda Tanrı’ya itaatir.1 Bu yönüyle Calvin de, Luther gibi tiranlaşan yöneticiye karşı pasif bir direnişi söz konusu etmektedir. Calvin’in böylesi pasif bir direnişten yana olması, modern anayasacılığın aktif doğasına aykırı gözükmektedir.2

Calvin, iktidarın sınırlandırılması anlamında önemli başka bir noktaya işaret ederek, devlet içindeki sevilen yöneticiler aracılığıyla tiranlaşan yöneticinin engellenebileceğini savunmaktadır.3 Roma Cumhuriyeti’nde var olan “Pleb tribunus” lere benzer bir yapıyı çağrıştıran bu sistemde denetim görevini yerine getirmek için “iç denetçiler” veya “doğal liderler” (inferior magistrates-natural leaders) ön plana çıkmaktadır.4 Calvin gerek Tirana karşı pasif direniş düşüncesi, gerekse aracı bazı kurumlar vasıtasıyla tiranlaşan yöneticinin engellenebileceğini konu ederek, Reformun diğer bir temsilcisi olan Luther’ den iktidarın sınırlandırılması noktasında ayrılmaktadır.

Protestan Reformu’nun anayasacılığa yaptığı katkının diğer önemli bir kaynağını “Fransız Calvincileri (Hugeountlar)” yani “monarkomarklar” oluşturmuştur. Monarkomarklar, Calvin’in “pasif” direnme hakkı odaklı anlayışını, kutsal metinleri farklı biçimde yorumlayarak değiştirmişler5 ve “aktif” direnme hakkını devreye sokarak Protestan öğretide önemli bir kırılmayı meydana getirmişlerdir.

24 Ağustos 1572 yılında gerçekleştirilen ve Katolikler tarafından binlerce Protestan’ın öldürüldüğü Saint Barthelemy katliamı, monarkomaklar tarafından aktif direnme hakkının kullanılması açısından dönüm noktası olmuştur. Bu aşamadan itibaren monarşilerin birer gasp olduğunu Ortaçağ devlet geleneği ve doğal hukuktan hareketle dile getirmeye başlamışlardır.6 Tirana karşı aktif direnme hakkını, önde gelen monarkomaklar olan Hotman’ın “Francogallia” (1573), Théodore de Beze’nin “De

1

A.g.e., s. 96.

2 Ağaoğulları ve Köker, a.g.e., s. 145.

3 Calvin, a.g.e., s. 96.

4 Sabine, a.g.e., s. 344.

5

Gordon, a.g.e., s. 121.

Haereticis a civili magistratu puniendis” (1574), Georg Buchanan’ın “De jure rengi apud Scotos” ve Stephanus Junius Brutus’ün “Vindiciaecontra tyrannos”1 adlı yapıtlarında görmek mümkündür.

Bu eserler arasında en çok bilineni Vindiciaecontra tyrannos yani Tiranlara Karşı Haklar’dır. Bu eser dört soru etrafında şekillenir:2

1. Uyruklar, Tanrı yasasına karşı gelen prensin buyruklarına uymakla yükümlü müdür?

2. Tanrı yasasını çiğneyen ve Kilise’yi yıkan prense karşı direnmek yasal mıdır? Yasalsa kim, nasıl ve ne ölçüde direnebilir?

3. Yasal olarak, devlete baskı yapan ve zarar veren bir prense direnilebilir mi? Direnilirse ne ölçüde direnilebilir?

4. Komşu prensler, doğru dine bağlılıklarından ötürü veya açıkça bir tiranlık tarafından baskı altında tutulan diğer prenslere yardım etme hakkına sahip midir? Birinci soruya verdiği cevapta, Tanrı ve kral arasındaki ilişkiye değinerek başlamaktadır. Ona göre yalnız Tanrı efendidir ve tüm insanlar O’nun uyruğudur, O’nu tanımak ve O’na hesap vermekle yükümlüdürler. Kral da makamını krallar kralı Tanrı’dan kendi halkına adalet dağıtmak ve onları düşmanlara karşı korumak için almaktadır.3 Brutus buradan Tanrı, Kral ve Halk arasındaki karşılıklı sözleşmelerin varlığına değinmektedir.

İki tür sözleşme öngörmektedir.4 Birincisi Tanrı ile kral ve halk arasında yapılandır. Burada kral (bey) ile halk (uyruk) en büyük efendinin yani Tanrı’nın buyruklarına (yasalarına) uyacakları ve itaat edecekleri yönünde yemin ederler. Bu dini nitelikli sözleşmeden başka siyasal nitelikli ikinci bir sözleşme daha vardır. Bu sözleşmeye göre, halk kralına itaat etmeyi kabul ederken, kral da halkına karşı adaletle

1 Tunçay, Ağaoğulları ve Köker ile Ebenstein bu eserin yazarı olarak Stephanus Junius Brutus’ü kabul ederken, (Bkz. Stephanus Junius, “Tiranlara Karşı Haklar’dan Seçme Parçalar”, Batı’da Siyasal

Düşünceler Tarihi Seçilmiş Yazılar Eski ve Ortaçağlar, C. 2, Der. Mete Tunçay, İstanbul Bilgi

Üniversitesi Yayınları, İstanbul-2002, s. 139; Ağaoğulları ve Köker, a.g.e., s. 306; Ebenstein, a.g.e., s. 185), Gordon, Phillipe du Plessis-Mornay olduğunu ileri sürmektedir. Bkz. Gordon, a.g.e., 125.

2 Gordon, a.g.e., s. 125; Ağaoğulları ve Köker, a.g.e., s. 307; Ebenstein, a.g.e., s. 185.

3

Brutus, a.g.e., s. 147.

hükümdarlık etmeyi kabul etmektedir. Uyruklar Tanrı yasasına uymayan Kral’a itaat etmekle yükümlü değildir. Onların uyması gereken tek yasa Tanrı yasası olmalıdır. Brutus, kralı seçenin ve atayanın Tanrı olduğunu söylemekle birlikte, Onu başa geçiren ve asayı eline verenin halk olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle halk, Kral’dan üstündür.1 Böylece Kral hem Tanrı hem de halk tarafından sınırlandırılmaktadır. Brutus, halkı, demokratik olmayan, aristokratik bir bakış açısı ile ele almaktadır. Ona göre halk çok başlı bir canavardır. Burada halktan kastı, kraldan aşağı olan ve imparatorluğun içinde bir kurul gibi hareket eden, tribünlük yetkisi ile donatılmış halk temsilcileri2 yani üst düzey devlet görevlileridir (estate).

Brutus, tiranlaşma çerçevesinde ele aldığı direnme hakkını, Tanrı, Kral ve Halk arasında yapılan iki sözleşme etrafında değerlendirir. Kral, kasıtlı olarak devleti yıkarsa, yasadan doğan hakları saptırır veya bunlara karşı direnirse anlaşmaya, adalete dine kulak asmazsa, uyruklarına düşmanca davranırsa tiranlaşmış olur.3 Brutus tiranlaşan yöneticiye karşı derhal direnme hakkının kullanılmaması gerektiğini belirterek, ancak tiran, girdiği yolda ısrar ederse, kılıca başvurulabileceğini savunmaktadır.4 Bu durumda halk, sözleşmeyle girdiği itaat borcundan kurtulur.5 Tirana uygulanacak olan direnme hakkının kim tarafından kullanılacağı konusunda Brutus, tiranın başa geçiş şekline göre farklı cevaplar vermektedir. Ona göre tiran sözleşme yoluyla iktidara geldiyse buna karşı direnme hakkını (kılıç çekme) onları göreve halk getirdiği için bireysel ya da özel kişilere bu hakkı vermemektedir. Ancak tiran başa gasp yoluyla geldiyse (ünvansız tiran) buna karşı halk içinden herkesin karşı koyma yetkisi vardır.6

Vindiciate, kendinden sonraki dönem üzerinde önemli etkilerde bulunmuş bir eserdir.

İşlediği sözleşme teorisi, halk egemenliği, vekâlet olarak yönetim, mülkiyetin

1 A.g.e., s. 151. 2 A.g.e., s. 150. 3 A.g.e., s. 168. 4 A.g.e., s. 169. 5 A.g.e., s. 172. 6 A.g.e., s. 174.

korunması ve adaletsiz yönetime karşı direnme hakkı gibi temalar başta Rousseau olmak üzere kendinden sonraki siyasi düşünürleri etkilemiştir.1

Monarkomakların savundukları düşünceler modern anayasacılık fikrinin gelişmesine katkı sağlamakla beraber, modern anlamda bireyin hak ve özgürlüklerini dikkate alma konusunda zayıf kalmıştır. Bunun en açık kanıtı halkı, seçkinci bir biçimde, yalnızca üst düzey devlet görevlileri olarak kabul etmelerinde görülebilir. Temel amaçları tanımladıkları bu “halk”ın haklarının korunmasıdır. Krala karşı direnme ve onu sınırlandırma hakkını bu kesime vererek, kralı feodal döneme özgü bir biçimde sınırlandırmayı hedeflemişlerdir.2