• Sonuç bulunamadı

TARTIŞMALAR

3.1. Açıklayıcı Bir Çerçeve Denemesi: Hegemonya Kavramı

Türkiye’de genel anlamıyla Mahkeme Waldron’cu bakış açısından ele alındığında “çoğunluk karşıtı” bir kurum gibi değerlendirilmektedir. Ancak bunun temel sebebinin, Mahkemenin ortadan kaldırılması olmadığı açıktır. Baradaki esas mesele, Mahkeme’nin işleyişiyle ilgilidir. Dolayısıyla, bugün Mahkeme’nin demokratik meşruluğu tartışılırken, verdiği kararlar ile siyasete yaptığı müdahaleler göz önüne alınmaktadır. Türe’nin de belirtiği gibi ülkemizde tartışılması bir tabu olarak görülen ve bugüne kadar sadece hukuksal bir sorun şeklinde algılanan yargının siyasallaşması meselesi1, tartışmanın mecrasının belirlenmesi açısından önemlidir. Konuyu hukuksal sorun olmaktan öte, siyaset kurumunu merkeze alarak incelemek, tartışmanın ana ekseninin siyasal seçkinler arasındaki bir hegemonya mücadelesinden kaynaklandığını göstermektedir. Bu mücadelenin temelinde ise merkezin hegemonyasını koruma güdüsünün yattığı söylenebilir. Bu noktada Ran Hirschl tarafından ileri sürülen “hegemonyanın korunması tezi”2 kavramı TAM’ın işleyişine ilişkin meşruluk sorununu açıklamakta önemli bir araç olarak görülebilir. Ancak Hirschl’ün tezinin daha iyi anlaşılabilmesi, aynı zamanda “hegemonya” kavramının tanımının net bir biçimde ortaya konulabilmesinden geçmektedir.

Hegemonya kavramının birbirine taban tabana zıt iki anlamı mevcuttur. Bunlardan ilki bir ülkenin diğer ülke üzerinde emperyalist olmayan türdeki hâkimiyetini ifade etmek amacıyla kullanılırken, ikinci anlamında ise bir tür rıza anlayışını ifade etmek için kullanılmaktadır.3 Toplumsal ilişkiler bağlamında hegemonyanın değerlendirilmesine olanak sağlayan anlamını ikincisi vermektedir. Bu anlamıyla hegemonya kavramı ile

1

İlknur Türe, “Anayasal Denetimin Gücü Üzerine Teoriler”, Türkiye Günlüğü, S. 90, Ankara-2007, s. 45.

2 TAM’ın kuruluşunu bu tez bağlamında inceleyen başka çalışmalar için bkz. Özbudun, a.g.e., s. 336–

352; Ergül, a.g.e., 121-128.

3

Anne Showstack Sassoon, “Hegemonya”, Marksist Düşünce Sözlüğü, Çev. Uygur Kocabaşoğlu,

özdeşleşen en önemli düşünür Antonio Gramsci’dir.1 Gramsci’nin siyaset bilimi içinde hegemonya ile birlikte baskın bir konuma getirdiği diğer bir kavram ise “sivil toplum” olmuştur.2 Her iki kavramın da bugünkü anlamının ortaya çıkışında bu baskın konumun etkisi vardır.

Hegemonya kavramının Marksist söylem içinde üç somut biçiminin olduğu söylenebilir. Bunlardan ilki ekonomiye, ikincisi devlete üçüncüsü ise sivil topluma ilişkindir. Gramsci’nin hegemonyaya ilişkin vurgusu ekonomiyi dışlamamakla birlikte daha ziyade devlete ve sivil topluma ilişkin olmuştur.3 Bu çerçevede özellikle Rus İşçi Hareketi içinde kavram sıkça kullanılmıştır.4 Bu nedenle kavramın işçi sınıfı ideolojisi açısından kullanımı Gramsci ile başlamamıştır. Kavramın sosyalist düşünce içindeki yerinin mükemmelleşmesi ve devlet fonksiyonlarını büyültücü bir işlev kazanması Gramsci’nin etkisiyle gerçekleşmiştir.5 Gramsci kendinden önceki taktik ya da stratejik kullanımları aşarak onu somut bir toplumsal formu açıklamak için kullanmaya başlamıştır.6

Hegemonyanın anlaşılabilmesinde Gramsci’nin Marksizm yorumu çerçevesinde geliştirdiği ideoloji, devlet ve sivil toplum yaklaşımları hayati rol oynamaktadır. Gramsci’nin bu üç kavram ile hegemonya arasında kurduğu ilişkinin belirleyicisi ise içinde bulunduğu tarihsel koşullar olmuştur. Gramsci, Rusya’dakine (1917) benzer bir devrimin neden başka devletlerde (özellikle kendi ülkesi olan İtalya’da) olmayacağı sorusunun cevabını bu kavramlara getirdiği yeni yorumlarla bulma yoluna gitmiştir. Doğu toplumlarında böylesi bir devrimin gerçekleşme potansiyeli mevcuttur. Çünkü her alana devlet egemendir. Dolayısıyla devleti ele geçirdiği anda devrim gerçekleştirilebilir. Bu durumun Batı toplumlarında farklı bir hal aldığını belirterek, bu toplumlarda devletin yanında sivil toplumun da güçlü olduğunu vurgulamaktadır. Bunu ortaya koyabilmek için toplumsal yapılara ilişkin tespitleri yol gösterici olarak

1

Bu çalışmanın sınırları gereği “hegemonya” kavramı Gramsciyen bir bakış açısı ile değerlendirilmektedir.

2 Martin Cornay, “Gramsci ve Devlet”, Praksis (3), 2001, s. 253.

3 Robert Bocock, Hegemony, Ellis Horwood Limited, New York-1986, s. 33.

4

Hegemonya kavramın tarihi için bkz. Perry Anderson, Gramsci, Hegemonya, Doğu/Batı Sorunu ve

Strateji, Çev. Tarık Günersel, Salyangoz Yayınları, İstanbul-2007, s. 31-37.

5 Ilyas Doğan, Özgürlükçü ve Totaliter Düşünce Geleneğinde Sivil Toplum, AlfaYayınları,

İstanbul-2002, s. 191.

6

Ernosto Laclau ve Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev. Ahmet Kardan, İletişim Yayınları, İstanbul-2008, s. 32.

kullanmıştır.1 Gramsci’nin temel sorunsalı, kapitalizmin barındırmış olduğu kriz potansiyeline hatta zaman zaman yaşadığı krizlere rağmen, neden geniş halk kitleleri üzerinde etkisini kaybetmediği ve neden sosyalizmin kapitalizm karşısında başarısız olduğudur. Bunu açıklamak için de doğu ve batı toplumlarını karşılaştırma yoluna gitmiştir.

Gramsci bu soruların yanıtını Marx’ın kurgulamış olduğu altyapı ve üstyapı kavramlarını tersine çevirerek aramaktadır. Marx’a göre altyapı asıl ve bağlayıcı iken, üstyapı iknicil ve bağımlıdır.2 Gramsci altyapı kurumu olarak ekonominin tek taraflı olarak üstyapı kurumları olan dini, ahlâkı ve hukuku etkilediği yönündeki Marksist anlayışı reddetmektedir. Ona göre sadece altyapı üstyapıyı değil, üstyapı da altyapıyı etkileyebilir.3 Dolayısıyla üstyapıyı daha fazla öne çıkaran bir yaklaşım tarzı benimsemektedir. Üstyapının bu şekilde kullanılması, ideolojiyi, kültürel ilişkileri, tinsel ve entellektüel yaşamın ve bunlar arasındaki ilişkilerin önem kazanmasına neden olmaktadır.4 Sivil toplum da bu ilişkileri kapsayan alanı ifade eder.5 Dolayısıyla sivil toplum ve devlet (politik toplum) kavramlarını da üstyapıya ait olarak düşünmektedir. Bu noktada Gramsci’nin teorisinin özgünlüğü ortaya çıkar. Sivil toplum ile devlet arasında kurduğu ilişki altyapı ve üstyapının “tarihsel blok” kavramı aracılığıyla hegemonyaya ulaşması ile sonuçlanmaktadır.6

Gramsci devlet-sivil toplum ilişkisinin üç farklı biçiminden bahsetmektedir:7 1. Sivil toplumun zıddı olarak devlet

2. Sivil toplumu saran devlet (devlet=sivil toplum) 3. Sivil toplum ile aynı şey olan devlet

1 Murat Belge, “Sivil Toplum Nedir?”, Sivil Toplum ve Demokrasi Konferans Yazıları, No. 1, Yayına Haz. Nurhan Yentürk ve Arzu Karamani, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi, İstanbul-2003, s. 6.

2 Norberto Bobbio, “Gramsci ve Sivil Toplum Kavramı”, Gramsci ve Sivil Toplum, Çev. Arda İpek ve

Kenan Somer, Savaş Yayınları, Ankara-1982, s. 23.

3

Doğan, a.g.e., s. 179.

4 Cornay, a.g.e., s. 255.

5 Bobbio, a.g.e., 19.

6 Serpil Sancar, İdeolojinin Serüveni, Yanlı Bilinç ve Hegemonyadan Söyleme, 2. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara- 2008, s. 31.

Devlet ile sivil toplum arasındaki bu üç farklı biçim aynı zamanda hegemonyanın da biçimini belirlemektedir. Ancak Cornay’in de ifade ettiği gibi gelişmiş batılı kapitalist toplumları açıklamak için en elverişlisi ikinci model olmaktadır.1 Bu durumda devlet sivil toplum ile politik toplumun bir birleşimi halini almaktadır.

Gramsci hegemonya kavramını zaman zaman hem baskı hem de rıza anlamını taşıyacak şekilde kullansa da2 esas olarak “bir yönetici gücün kendi hâkimiyeti için hükmettiği insanların rızasını alma biçimi anlamında kullanır.”3 Rızayı kazanma anlamında hegemonyanın kurulması tek başına zora dayalı gerçekleştirilecek bir durum değildir. Ideolojik, kültürel ve düşünsel ilişkileri ifade eden sivil toplum alanına ilişkin bir olgudur ve toplumun rızasının sağlanması ile ilgilidir. Dolayısıyla hegemonya kültürel, siyasi ve ekonomik yapılar ile söylemsel olmayan pratikleri içeren bir bağlamda kullanılabilir.4 Bu rızayı sağlamak için hem sivil topluma dahil ettiği özel televizyon kanallarını, aileyi, kiliseyi, orduyu hem de devletin baskı araçları olan silahlı kuvvetleri, yargı organlarını vd. birer hegemonik aygıt olarak tanımlamaktadır.5 Hegemonya bu şekliyle, kapitalizmin baskı ve şiddet içeren yüzünü maskelemekte, kitlelerin onayına dayalı bir egemenliğin kurulmasını sağlamaktadır.6 Bu nokta aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya kavramı ile ideoloji arasında ortaya koymaya çalıştığı farklılığı da açıklamaktadır. Gramsci’de hegemonya ideolojiyi içermekle birlikte tek başına ideolojiyi açıklamak için kullanılamaz.7 İdeoloji bir “empoze etme” durumunu ifade etmekte, özünde zorlamayı barındırmaktadır. Oysa hegemonya, kapitalist bir sistem içinde egemen sınıfın ittifak yaptığı sınıfları da yanına alarak diğer sınıflarla giriştiği mücadeleyi ifade etmektedir.8 Burada bir sınıf, hâkimiyetini bir organizasyon yani özel bir güç düzeni ile değil, ahlâki ve entellektüel

1 Cornay, a.g.e., s. 260.

2 Bu noktada Barret; Gramsci’nin hegemonya kavramını rızanın örgütlenmesinin zora dayanmayan yanlarına işaret etmek için mi yoksa rızanın örgütlenmesinin zora dayanan ve zora dayanmayan biçimleri arasındaki ilişkiyi açıklamak için mi kullandığının açık olmadığını belirtir. Bkz. Michéle Barret, Marx’tan Foucault’ya İdeoloji, Çev. Ahmet Fethi, Doruk Yayımcılık, Ankara-2004, s. 80.

3 Terry Eagleton, İdeoloji, 2. Baskı, Çev. Muttalip Özcan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul-2005, s. 164.

4

A.g.e., s. 165.

5 A.g.e., s. 165-166.

6 Sancar, a.g.e., s. 32.

7 Stuart Hall ve diğerleri, Siyaset ve İdeoloji: “Gramsci”, Çev. Sadun Emrealp, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara-1985, s. 12.

liderlik yapma yeteneğini kullanarak sağlamaktadır.1 Bu yönüyle hegemonya egemen sınıfın diğer sınıflara siyasal ve kültürel olarak önderlik ederek onların rızalarını kazanma çabası olarak görülebilir.

Gramsci bu sonuçlara yukarıda da belirtildiği üzere doğu-batı karşılaştırmasından ulaşmaktadır. Batı’da sivil toplumun devlet karşısındaki üstünlüğünün temel sebebini burjuvazinin kurmuş olduğu hegemonya ile açıklama yoluna gitmektedir. Dolayısıyla Batı’da sivil toplum devletten baskın olduğu için, hegemonya da sivil topluma özgü olduğu için, temelde batılı kapitalist sistemin devamını sağlayan burjuvazinin işçi sınıfının rızasını sağlayarak kurmuş olduğu bir hegemonya olmaktadır.2

Hegemonyanın sağlanması noktasında Gramsci’nin vurgu yaptığı diğer önemli bir kavram “tarihsel blok” olmaktadır. Ona göre tarihsel blok, altyapıyı temsil eden maddi toplumsal pratikler ile çeşitli ideolojik formların mücadele ettiği bir bilinç alanıdır.3 Çeşitli toplumsal gruplar ve ideolojileri, belirli bir tarihsel dönem içinde tarihsel bloğu oluşturarak hegemonyasını kurar. Daha sonra karşı bir hegemonya üreten başka bir toplumsal grup kendi tarihsel bloğunu oluşturur. Böylece bir dönemin tarihsel bloğu yerini başka bir dönemde farklı bir tarihsel bloğa bırakabilir. Bu noktada tarihsel blok ideolojinin de üretildiği alanı ifade etmektedir. Hegemonyayı elinde bulunduran aynı zamanda ideolojik yönetimi de elinde bulundurmaktadır. Bu açıdan bakıldığında hegemonik bir söylemin tarihsel blok içinde oluşturulmasında üç önemli aktör rol oynamaktadır. Bunlardan ilki hegemonik sistemi yöneten temel sınıf (yönetici sınıf), ikincisi hegemonyanın toplumsal alanda yayılmasını sağlayan yardımcı sınıf (bağlaşık sınıflar) ve sonuncusu hegemonik sistemden dışlanmış olan ast sınıflardır. 4

Yönetici sınıf hem ekonomik hem ideolojik hem de politik yönetimi elinde tutmaktadır. Hegemonyasını bu üçlü sacayağının üzerinde kurarak tarihsel bloğun kontrolünü sağlamaktadır. Hegemonyanın kurulması ve sürdürülmesi noktasında yardımcı sınıf hayati bir rol oynamaktadır. Bu sınıf, hem siyasal hem de entellektüel

1 Sassoon, a.g.e., s. 274.

2 Anderson, a.g.e., s. 46.

3 A.g.e., s. 37.

4

Hagues Portelli, Gramsci ve Tarihsel Blok, Çev. Kenan Somer, Savaş Yayınları, Ankara-1982, s. 94-96.

kadrolardan (öğretmenlik, siyasi partiler, kitlesel medya vb) beslenmektedir.1 Yönetici sınıf ile yardımcı sınıf arasındaki uzlaşmanın derecesi aynı zamanda kurulan hegemonyanın niteliğini belirleyen etkenlerden birisidir.

Tüm bu sayılanların ışığında sivil toplum alanına özgü bir kavram olan hegemonya Anderson’un da belirttiği gibi konu parlamento demokrasisi olduğunda biçim değiştirmektedir.2 Artık hegemonya yasama, yürütme ve yargı organlarına hâkim olmak anlamında politik hegemonya biçiminde ortaya çıkar. Sivil hegemonya ise sivil toplumda kalmaya devam eder.3 Artık egemenlik güç ile rızanın dengelenmesi esasına dayalı bir hâl alır. Gücün ağır basmadığına ilişkin bir kanı uyandırılmaya çalışılır.4 Siyasal ve kültürel önderlik anlamıyla hegemonya sadece devleti ve sivil toplumu dönüştürmekle görevli değildir. Aynı zamanda yeni bir dünya görüşünün topluma benimsetilmesi ve yaygınlaştırılmasını da amaçlamaktadır.5 Bu yönüyle hegemonya kavramı içine ideolojiyi de katarak toplumdaki siyasi mücadeleyi açıklamakta kullanılan önemli bir araç olarak da kullanılabilir.

Hegemonyanın bu kullanımı, Türk siyasal hayatının Batılılaşma çabalarının başladığı dönemden itibaren geçirmeye başlamış olduğu dönüşümü açıklamak için de önemli imkanlar sunmaktadır.6 Kuşkusuz burada Gramsci’nin ifade ettiği tarzda ekonomik temelli bir sınıfsal ilişkiyi eksene almaktan ziyade sosyolojik anlamıyla değer merkezli bir açıklama yapmak daha elverişli gözükmektedir. Bu çerçevede toplumun merkezi değerlerinin özünü oluşturan Kemalizm’in kontrol altında tuttuğu merkezi bir sınıf ile bu sınıfın, üzerinde hegemonya kurduğu çevre arasındaki hegemonik ilişki Türk siyasal hayatının ana dinamiklerinde önemli etkilerde bulunduğu söylenebilir. Çelik’in

1 A.g.e., s. 92-93.

2 Anderson, a.g.e., s. 43.

3 A.g.e., s. 43.

4

Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, 5. Baskı, Çev. Adnan Cemgil, Belge Yayınları, Istanbul-2007, s. 321-322.

5 Doğan, a.g.e., s. 194.

6 Gramsci’nin tarihsel blok kavramını kullanarak Türk siyasetindeki değişimi açıklayan bir çalışma için bkz. Hasan Bülent Kahraman, Türk Siyaseti’nin Yapısal Analizi-I Kavramlar Kuramlar Kurumlar, Agora Kitaplığı, İstanbul-2008.

de belirttiği üzere bu şekilde Kemalizm, siyasi mücadelenin ve toplumsal taleplerin ortak dili olma rolünü üstlenmektedir.1 Bunu sağlayabildiği ölçüde de hegemoniktir.2

Özellikle Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte yepyeni bir değerler sisteminin yaratılması bu hegemonik ilişkinin önemli örneklerini bünyesinde barındırmaktadır. 1923-1950 yılları arasında zaman zaman zora dayalı olarak gerçekleştirilen bu hegemonya, 1950-1960 yılları arasında kesintiye uğrayarak karşı bir hegemonya ile karşılaşmış, 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen bir askeri darbe ile tekrar 1950 öncesi hegemonya sahipleri hegemonyalarını yeniden kurma imkanı elde etmişlerdir.3

Bu hegemonyayı kurarken de hukuktan olabildiğince yararlanmışlardır. Gramsci’nin düşüncesinde4 “yeni tipte bir uygarlık ve yurttaş yaratma noktasında önemli bir araç olan hukuk5, yeni oluşturulan hegemonyanın değerlerinin benimsetilmesinde etkili bir aygıta dönüştürülmüştür. 1961 Anayasası ile somutlaşan bu durum hegemonyanın Gramsciyen anlamda rızaya dayalı olarak kurulmasının temel belirleyicilerinden birisi olmuştur.