• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: SINIRLI İKTİDAR ARAYIŞI: ANAYASACILIĞIN GELİŞİMİ VE ARAÇLARI GELİŞİMİ VE ARAÇLARI

1.2. Anayasacılık Düşüncesinin Gelişimi

1.2.3. Ortaçağ’da Sınırlı İktidar Arayışları

1.2.3.2. Hıristiyan Teolojisi ve Sınırlı İktidar İlişkisi

Ortaçağ’ın siyasal düşüncesini etkileyen diğer önemli düşünce kaynağı Hıristiyanlık teolojisi olmuştur. Hıristiyanlık gerek bu dünyaya gerekse öte dünyaya (ahiret) ilişkin ortaya koyduğu düşünceler itibariyle, Ortaçağ’ın siyasal ilişkileri üzerinde belirleyici etkide bulunmuştur. Ortaya çıktığı ilk dönemlerde iktidara ilişkin talepleri olmayan Hıristiyanlık, daha sonra, kilisenin kurumsallaşmasıyla beraber, siyasi bir aktör hüviyetiyle ortaya çıkmıştır.

Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan Hıristiyanlık, Stoa düşüncesinden önemli izler taşımaktadır. Stoacılığın, evrenselliğe, eşitliğe ve Tanrı inancına yaptığı vurgulardan etkilenen bu düşünce, başlangıçta getirdiği eşitlikçi söylemiyle fakir, kimsesiz ve düşkün kimseler arasında yayılma imkânı bulmuştur. Bu nedenle İmparatorluk içinde hızla yayılmaya başlamış ve düzen için bir tehdit unsuru olarak görülerek, bertaraf edilmek istenmiştir. Ancak Hıristiyanlığı İmparator Constantinus döneminde serbest bırakılması ve İmparator Theodosius (M.S. 393) tarafından devlet dini olarak kabul edilmesinden sonra, özgürleşmiş ve siyasal iktidara ilişkin taleplerinde önemli farklılaşmalar ortaya çıkmıştır.3

Hıristiyanlığın devlet tarafından tanınması, beraberinde kurumsallaşmış bir ruhban sınıfını ortaya çıkarmış ve Kilise dünyevi iktidarla ilgilenmeye başlamıştır. Ortaya

1 Bkz. “Magna Carta (1215)”, http://www.constitution.org/sech/sech_044.htm (08.02.2009).

2 William A. Stuart, “The Constitutional Clauses of Magna Carta”, Virginia Law Review, Vol. 2, No.

8, 1915, s. 567.

çıktığı ilk dönemde görüşleriyle Hıristiyan düşüncesinin felsefi temellerini oluşturan Aziz Paul, “Sezar’ın hakkını Sezar’a Tanrı’nın hakkını Tanrıya verin” diyerek, dünyevi iktidar ile ruhani iktidarı birbirinden ayırıp uzlaşmacı bir tavır sergilemiştir. Artık Kilise her iki iktidara da ortak olma yolunu seçmiştir. Kilise iktidarı hem dünyevi hem ruhani olarak mutlaklaşmakta, krallarını ve imparatorların tahta çıkmalarına ve tahttan indirilmelerine müdahale etmiştir. Bunun yanında kilise kendi içinde de iktidar mücadelelerine sahne olmuştur. Eskiden tüm Hıristiyanlarca seçilen din görevlileri, artık feodal ilişkilerin de etkisiyle Romalı soylu ailelerin tekeline geçmiş, feodal düzenin kuralları Papaların atanmasında da etkili olmaya başlamıştır.1 Kilisenin başı olan Papaların artan mutlak otoritesi, beraberinde keyfi bir iktidar anlayışını da ortaya çıkarmıştır. Hıristiyanlığın getirdiği bütüncül ve kapsayıcı anlayış onun devlet düşüncesine de etki etmiştir. Tanrı’nın ve onun yarattığı evrenin tekliği düşüncesi, devletin ve buna bağlı olarak iktidarın tekliğini ortaya çıkarmıştır.

Kilise ve devletin monarşiye dayalı yönetimi, bu tekliğin birer ifadesi olmaktadır.2 “İki Kılıç Kuramı”3 ile desteklenen bu anlayış, kilisenin egemenliğini arttırıcı bir nitelik göstermiştir.

Özellikle erken dönem Hıristiyan düşüncesinde hâkim bu anlayış hem kilisenin içinden, hem de dışından tepkilere neden olmuştur. Papaların iktidarlarını dengelemek amacıyla ortaya çıkan bu tepkiler, iktidarın mutlaklığı ve keyfiliğinin önlenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu dönem aynı zamanda Avrupa’nın Antik Yunan’daki köklerini, özellikle Aristoteles’i, yeniden keşfettiği ve bunu Hıristiyan düşüncesiyle sentezlemeye çalıştığı bir zaman dilimini kapsamaktadır. Dolayısıyla bu etki, dönemin hukuk anlayışına da damgasını vurmuştur. Artık sadece Kilise hukuku (canon law) değil, akıl ve doğaya vurgu yapan Roma Hukuku da etkisini hissedilir biçimde arttırmıştır. Böylece dönemin düşünürleri arasında devleti oluşturan unsurlar arasında karşılıklı bir denge arayışı etkili olmuştur.

1 Şenel, a.g.e., s. 223.

2

Ebenstein, a.g.e., s. 105.

3 Papa Gelasius tarafından geliştirilen bu kurama göre insanlığa hükmeden dini ve siyasi olmak üzere iki otorite (kılıç) vardır. Her ikisi de otoritesini Tanrı’dan alırlar ve her ikisi de kendi alanında bağımsız ve üstündür. Bu bağımsızlık aynı zamanda bağımlılığı da beraberinde getirmiştir. Çünkü siyasi otorite yani devlet yalnızca kendi alanında bağımsızdır; dini konularda ise dini otoriteye yani Kilise’ye boyun eğmelidir. Bkz. Ebenstein, a.g.e., s. 94-95.

Ortaçağ Hıristiyan düşüncesinde sınırlı iktidar çabalarının daha iyi anlaşılabilmesinin yolu dönemin önemli düşünürlerinin görüşlerinin incelenmesinden geçmektedir. Bu çerçevede, özellikle son dönem Hıristiyan düşünürleri olan Thomas Aquinas, Slusburyli John ve Padua’lı Marsilio görüşleri önem kazanmaktadır.

1.2.3.2.1. Salisburyli John ve Tirana Karşı Direnme Hakkı

On ikinci yüzyıl Ortaçağ düşüncesi, doğa kavramına ilişkin bakışta değişimin meydana geldiği bir döneme işaret etmektedir. Buna göre, artık doğa, dünyevi kurumlardan yola çıkarak, saf dini ve ahlâki birtakım yargılar kullanılarak yorumlanırken, bunun etkisi altında kalan Salisburily John’un devlet düşüncesinde Stoastik ve Çiçero’cu bakış açılarıyla hayatta en iyi rehberin doğa olduğu düşüncesinden izler bulmak mümkündür.1

Salisburyli John, düşüncelerini Devlet Adamı’nın Kitabı (Policratus-1159) adlı eserinde dile getirmiştir. Kilise’nin önemli savunucularından olan John, bu eserinde tiranlar ile prensler (hükümdar) arasındaki farkları ve hükümdarların uyması gereken kuralları anlatmaktadır.

Prens ile tiran arasındaki en temel farkın, prensin yasalara uygun bir yönetim göstermesi ve kendini onların hizmetçisi gibi görmesi olduğunu söylemektedir.2 Prensi, tirandan ayıran özelliğinin hukuka bağlı yönetimi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü prens, diğer bireylerden farklı olarak, kendi özel işlerinden değil tüm topluluğun işlerinden sorumludur.

Bütün erklerin kaynağı olarak Tanrı’yı gören Salisburyli John, prensin elinde bulundurduğu erki de Tanrı’ya dayandırmaktadır.3 Dolayısıyla, Tanrı’nın adaletini yeryüzüne yaymaya çalışan prense karşı girişilecek bir hareket, aynı zamanda Tanrı’ya karşı yapılacak demektir.

1

Joseph Canning, A History of Medieval Political Thought 300–1450, Routledge Publishing, London-1996, s. 110-111.

2 Salisburily John, “Devlet Adamının Kitabı’ndan Seçme Parçalar”, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi

Seçilmiş Yazılar Eski ve Orta Çağlar, C. 1, Der. Mete Tunçay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,

İstanbul-2006, s. 397.

İki Kılıç Öğretisi’ne ilişkin olarak da görüşlerini belirten John, ağırlığını Kilise’den

yana koymaktadır. Ona göre, prens kılıcını, kendisi gibi kan dökücü olamayan Kilise’den almaktadır. Kılıcın esas sahibi kilisedir. Ancak Kilise maddi konulardaki yetkisini prense devretmiş, manevi konulardaki ağırlığını ise piskoposlar aracılığıyla kullanmaktadır.1 Böylece Kiliseyi, hem maddi hem de manevi iktidarın temsilcisi olarak kabul etmektedir.

Salisburyli John organizmacı bir devlet anlayışı benimsemektedir. Ona göre, insanda nasıl ki baş, ruh tarafından uyarılıp yönetiliyorsa, devletin gövdesinde de, başın yeri, sadece Tanrı’nın uyruğu olan, onun verdiği görevi yerine getiren, onun temsilcisi olan prens tarafından yerine getirilir.2 Bunun dışında kalbin yerini, iyi ve kötü işleri başlatmakla görevli Senato yerine getirmekteyken, ağız, dil ve kulakların görevi yargıçlar, ellerin görevlerini ise memurlar yerine getirmektedir. Onun için vücudun bütünlüğü yani devletin birliği esastır. Birliği temsil eden ve diğer tüm organları yöneten devletin başı olan prenstir.

Tiranı, prensten ayırırken onun “zora dayalı bir yönetimle bütün halka karşı çıkan bir kimse” olarak tanımlamaktadır.3 Prensten farklı olarak kötülüğü temsil ettiği için tiranın öldürülmesine karşı çıkmamaktadır. Kaynağını haksızlık olarak gördüğü tiranlığı, “zehirli bir kökten çıkan, aşırı tehlikeli genişliklere ulaşan, dallanıp, budaklanan ve her bakımdan balta ile kesilmesi gereken bir ağaca” benzetmektedir.4 Salisburily John, Kilisenin iktidarının oldukça güçlü ve hâkim olduğu bir dönemde yasaya bağlı yönetim fikrini savunarak, hükümdarın tiranlaşmasını engellemeye çalışmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, John’un bunu yapmaktaki temel kaygısı, dünyevi iktidarı birey karşısında sınırlamaktan çok, onu Kiliseye yani ruhani iktidara karşı sınırlamaktır. Bu yönüyle dönemin şartlarına uygun olarak, dünyevi iktidarın kaynağı ve sınırı olarak Kilise’nin iktidarını esas almaktadır.

1 A.g.e., s. 401. 2 A.g.e., s. 407. 3 A.g.e., s. 413. 4 A.g.e., s. 419.

1.2.3.2.2. Thomas Aquinas (Aquinum’lu Thomas)

Aquinum’lu Thomas (1225–1274) Kilise iktidarının zirveye ulaştığı bir dönemde, Aristotelesçi anlayış ile Hıristiyanlığın sentezini yapan önemli düşünürlerden birisidir. Dünyevi iktidarın Kilise’den bağımsız bir otorite olarak ortaya çıkması yönünde Aquinas’ın fikirleri dikkat çekmektedir.1

Prenslik Yönetimi Üstüne (De Regimine Principum–1265-66) adlı eserinde Aquinas, toplumun kökenini, insanın doğal ihtiyaçlarını karşılamaktaki zayıflığına dayandırmaktadır.2 Ona göre, insanı diğer hayvanlardan ayıran özelliği, siyasal bir hayvan olarak usavurma kabiliyetine sahip olmasıdır.3 Toplumun oluşumunda Aristotelesçi etkilerin görüldüğü Thomas, yönetim biçimlerine ilişkin görüşlerinde de Aristoteles’in düşüncelerinden faydalanmaktadır.

Aquinas, yönetimleri adil olan ve adil olmayan (sapık yönetim) olmak üzere ikiye ayırırken temel aldığı ölçüt yöneticinin özel çıkara mı yoksa ortak çıkarına göre mi hareket ettiğidir.4 Adil olmayan yönetimleri, uyrukların iyiliği yerine yöneticinin kendi kişisel çıkarına göre yönettiği tiranlık, tek bir kişi değil de, bir çete içinde birleşen birkaç kişi gerçekleştirirse oligarşi (azınlığın yönetimi), çok sayıda kişi gerçekleştirse

demokrasi olarak tanımlamaktadır.5

Aynı biçimde adil yönetim biçimlerini de ayrıma tâbi tutan Aquinas, yönetimin toplumun geniş bir kesimi tarafından gerçekleşen biçimine siyasallık (politia), yönetimin erdemli birkaç kişinin elinde gerçekleşen biçimine aristokrasi, tek bir kişinin elinde gerçekleşmesine krallık adını vermektedir.6 Bunlar içinde en iyi yönetim biçiminin devletin bütünlüğü ve birliğinin sağlanması açısından krallık olduğunu belirtmektedir. Aquinas’a göre tek bir kişi bu birliği diğer yönetim biçimlerine göre daha iyi sağlayabilecektir.7

1 Tannenbaum ve Schultz, a.g.e., s. 144.

2 Aquinum’lu Thomas, “Prenslik Yönetimi Üstüne’den Seçme Parçalar”, Batı’da Siyasal Düşünceler

Tarihi Seçilmiş Yazılar Eski ve Ortaçağlar, C. 1, Der. Mete Tunçay, İstanbul Bilgi Üniversitesi

Yayınları, İstanbul-2006, s. 429-430. 3 A.g.e., s. 430. 4 A.g.e., s. 431-432. 5 A.g.e., s. 432. 6 A.g.e., s. 432. 7 A.g.e., s. 434.

Aquinas’ın bu düşüncesi, döneminin düşünceleriyle örtüşmektedir. Nasıl ki evrenin tek bir yaratıcısı ve yöneticisi söz konusuysa siyasi topluluğun da tek bir yöneticisi olmalıdır. “Çünkü evren yönetiminin amacı, özünde iyi olandır ya da en iyi sonuçtur; onun için yönetim de en iyisi olmalıdır.”1

Aquinas’ın düşüncesinde yasa, “insan eylemlerinin bir kural ve ölçüsü (regula et mensura) olduğu için akla bağlıdır.”2 Yasayı, bir kimseyi belirli eylemler yapmaya ya da belirli eylemlerden alıkoyabilen bir eylem kuralı veya ölçü olarak kabul etmektedir.3 Akıl ile yasa arasında kurduğu ilişkide görülen Stoacı etki, onun yasa sınıflandırmasında da devam etmektedir.

Aquinas’ın yasa sınıflandırmasının en üstünde “ebedi yasa” (lex aeterna) yer almaktadır. Evrenin prensi olarak gördüğü Tanrı tarafından yol gösterilmesini (sonsuz) yasa niteliğinde kabul etmektedir.4 Ebedi yasanın altında “doğal yasa” (lex naturails) yer almaktadır. Tanrısal güce tâbi olan her şey, sonsuz yasa ile bağlıdır. Akıl sahibi insan ise bu ebedi yasaya, diğer varlıklara göre daha farklı bir yoldan tâbidir. İnsanın sonsuz yasaya bu tabi oluş şekli doğal yasayı oluşturmaktadır.5

Doğal yasanın altında “beşeri yasası” (lex humana) bulunmaktadır. İnsandaki erdemli hareket etme yönündeki yatkınlığı nedeniyle insanlar disiplinli bir biçimde mükemmelleştirebilirler. Ancak başkalarının yardımı olmadan bu disiplini sağlayabilen insan oldukça nadirdir. Bu disiplini gerçekleştirecek olan ise ceza korkusu veren “insan yasası” olmaktadır.6

Aquinas, ortaya koyduğu yönetim biçimleri ve yasa kavramı çerçevesinde sınırlı iktidar pratiğini, “tiranlaşma” olgusu etrafında konu edinmiştir. Yukarıda da ifade edildiği üzere, ona göre en iyi yönetim biçimi “krallık”tır. Ancak bir kral adaleti gerçekleştirmekten saptığı zaman kolayca tiranlaşabilmektedir. Aquinas bu noktada çözümü, “karma anayasa” olarak sunmuştur. Buna göre, erkin en iyi biçimde düzenlenebilmesi için herkese komuta edebilecek erdemli bir baş, yani “kral” ve onun 1 A.g.e., s. 441. 2 A.g.e., s. 443. 3 A.g.e., s. 443. 4 A.g.e., s. 449. 5 A.g.e., s. 449-450. 6 A.g.e., s. 458.

emri altında erdemli yöneticilik yapma kabiliyetine sahip olan başkalarının da bulunması gerekir. Ayrıca hem yöneticileri kendi içlerinden seçtikleri için de herkes bu yönetime katılmaktadır.1 Böylece, krallık, aristokrasi ve demokrasinin karışımından oluşan karma bir yönetim ortaya çıkararak, yönetimin tek bir elde bulunarak yozlaşmasının ve keyfi bir biçimde kullanılmasının önüne geçmeye çalışmaktadır. Thomas Aquinas’ın savunduğu tiranlaşmayı engelleyici karma yönetim modeli, iktidarın farklı kuvvetler tarafından dengelenmesini sağlaması açısından Ortaçağ Düşüncesi’nde önemli bir aşamayı ifade etmiştir. Bunun yanında yasaya bağlı yönetim fikrinin daha seküler bir akıl yaklaşımıyla ele alınarak, iktidarın dünyevi boyutuna yapılan vurgunun artmış olması Thomas’ın düşüncelerini daha da farklı kılmaktadır.

1.2.3.2.3. Padua’lı Marsilio ve Seküler Yasa Fikri

Aristotelesçi düşüncenin etkilendiği bir diğer Ortaçağ düşünürü Padua’lı Marsilo’dur. Marsilio’nun en önemli eseri “Barış Savunucusu (Defensor Paris-1324)’dur. Marsilio, bu eseriyle, Ortaçağ siyasal düşüncesinde var olan “kilise egemen” anlayışa karşı seküler bir tepki ortaya koymakta, din ile devletin birbirinden tamamen ayılmasına kadar gidecek gelişmenin başlangıcını oluşturmuştur.2 Ruhban sınıfının mağlubiyeti, dünyevi olanın öne çıkması, burjuvazinin yükselişi ve ulus devletlerin oluşması gibi modern döneme özgü gelişmelerin birçok izini Marsilio’da görmek mümkündür.3 Ancak onu modern dönemin başlatıcısı olarak değerlendirmek hatalı bir yaklaşımdır. Çünkü Marsilio da iktidar sorunsalını ele alırken Ortaçağ’ın kalıpları dışına çıkamamıştır.4

Marsilio’a göre toplum yaşantısının kaynağı, insanların tek başlarına yaşamadaki yetersizlikleridir.5 İnsanlar bu yetersizliklerini ortadan kaldırarak yaşayabilmek için birleşirler. Devletin temelini de toplum yaşantısında ifadelendiren Marsilio, insanlar birleşerek kendileri için gerekli şeyleri elde etmekte ve kuşaktan kuşağa

1 A.g.e., s. 460-361.

2 Hüseyin Batuhan, Batıda Tolerans Fikrinin Gelişmesi, Anıl Yayınevi, İstanbul-1959, s. 218.

3

Ebenstein, a.g.e., s. 150.

4 Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Köker, Kent Devleti’nden İmparatorluğa, 4. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara-2004, s. 53.

5 Padua’lı Marsilius, “Barış Savunucusu’ndan Seçme Parçalar”, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi

Seçilmiş Yazılar Eski ve Orta Çağlar, C. 1, Der. Mete Tunçay, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,

aktarmaktadırlar. İşte “bu birleşmenin kendi kendine yeterlilik sınırını içinde taşıyan en üstün şekline devlet denir.”1

Yönetim biçimleri sınıflandırmasını Aristoteles’in Politika adlı eserinden alan Marsilio, yönetimleri “uyumlu” ve “hastalıklı” olmak üzere iki kategoriye ayırmaktadır. Uyumlu olanlar; monarşik krallık, aristokratlık ve siyasallık (politia) olarak üçe ayrılırken, hastalıklı olanlar da kendi içinde monarşik tiranlık, oligarşi ve demokrasi olmak üzere üçe ayrılmaktadır.2

Hastalıklı olanlar, aynı Aristoteles’te olduğu gibi uyumlu olanların bozulmuş

şekilleridir. Monarşi krallık, amacı uyrukların rızasına dayalı olarak, ortak iyiliği

sağlarken, bu yönetimin bozulmuş hali olan tiranlık, yönetilenlerin ortak yararından ziyade, kendi yararına bir yönetim gösteren yöneticinin yönetim şeklini ifade etmektedir.3 Aynı şekilde, yönetilenlerin ortak yararına dönük olarak, şerefli birkaç kişinin yönetimi olan aristokrasi, yöneticilerin, yönetilenlerin ortak yararından saparak yalnızca kendi yararlarını düşünmeye başladıkları andan itibaren oligarşiye kaymaktadır. Benzer biçimde siyasallık, yani “politia” da ortak yarar için, yine yurttaşlar kendi rızaları ile yönetime katılmaktadır. Ne zaman ki yoksullar ya da kitleler öteki yurttaşların rızaları olmaksızın diğerlerinin yararını gözetmezlerse, o yönetim biçimi demokrasiye kaymış olur.4

Marsilio’un düşüncelerini özgün kılan önerilerinin başında seçime dayanan yasama kuvveti (legislation) gelmektedir. Seçilmiş yönetimin seçilmemişe üstünlüğünü açıkça vurgulamaktadır. Bu, aynı zamanda uyumlu yönetim ile hastalıklı yönetimi birbirinden ayıran bir ölçüttür. Çünkü hastalıklı yönetimler hile ve ya zorlamayla kurulmaktadır. Seçim düşüncesine dayalı olarak bir yasa yapıcı öngörmesi, Marsilios’un seküler tarafını ortaya koymuştur. Diğer Ortaçağ düşünürleri gibi, Tanrı’nın iradesinden ya da vahiyden kaynaklanan bir yasa yapımı yerine insan zihnine dayalı bir yasa yapımını savunmaktadır.5 Bu noktada yasayı kimin yapacağı sorusunu soran Marsilio, yasayı yapacak olanın, yine yasaya uyması gereken olduğunu söyleyerek “halk”ı (legislator) 1 A.g.e., s. 471. 2 A.g.e., s. 471. 3 A.g.e., s. 472. 4 A.g.e., s. 472. 5 A.g.e., s. 474

işaret etmektedir.1 Buradan Marsilio, iktidarın tiranlaşması sorununa geçerek, yasayı yapacak olan(lar)ın kral ya da aristokratlar olması durumunda, ortak yarar yerine kişisel yararlar dikkate alınacağı için ortaya çıkacak yasanın tiranca olacağını savunmaktadır.2 Böylece Marsilio, iktidarın sınırlandırılmasında halkın bizzat yönetime katılması gerekliliğinden yola çıkarak, halkı, keyfi iktidarın oluşması önünde bir engel gibi sunmaktadır. Marsilio, kendisinden önceki Ortaçağ düşünürlerinden farklı olarak, tiranı öldürmek yerine, yöneticiyi tüm topluluğa karşı sorumlu kılarak sınırlandırma yoluna gitmesi nedeniyle, “anayasal bir metod” arama yolundadır.3 Marsilio, ilâhi olana karşı dünyevi olanı tercih etmekle kalmayıp, hukukun (yasa) kaynağı içinde dünyevi olanı işaret etmiştir. Böylesi pozitivist bir yasa tanımı, Ortaçağ geleneğinden önemli bir ayrışmayı ifade ederken, dönemin örf-adet ve din eksenli yasa anlayışından, modern dönemdeki norm-yasa kavramına geçişte önemli bir kırılma olarak karşımıza çıkmaktadır.

1.2.4. Modern Dönemde Sınırlı İktidar Düşüncesi ve Anayasacılık Hareketleri’nin