• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: FRANSA’DA CUMHURİYETÇİLİK: KURUMSALLAŞAMAYAN

2.2. Fransa’da Cumhuriyet Pratikleri

2.2.3. Üçüncü Cumhuriyet: Pozitivizmin Kurumsallaşması

2.2.3.3. Kilise ve Devletin Ayrılması: 1905 Ayrılık Yasası

içerisinde aranması gerektiğini belirtmektedirler. Bu anlamda XVI. Yüzyılda, Kral VIII. Henry’nin kilisenin “millileştirilmesi”ne yönelik girişimlerinin ve dünyevi iktidarın mallarına el koyabilmesinin de bu gelişmelerin başlangıcı olduğu ifade edilmektedir. Bu gidişat, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet dönemindeki gelişmelerle sonuçlanmıştır. Bu dönemde cumhuriyetçi gelenek, kiliseyi devletten ayırmak ve dini kurumların da toplumsal alandaki söz haklarını ortadan kaldırılmak gibi bir sonucu kaçınılmaz hale getirmiştir (Özay, 2007: 123).

Fransa’da devleti kilise ve devlet ayrımına kaçınılmaz olarak götüren yasal düzenlemelerin tarihi ise Birinci ve İkinci Cumhuriyet’e kadar götürülebilmektedir. Devrimde dine karşı bir tutum izledikleri bilinse bile, 1850’li yıllara kadar Fransız Cumhuriyetçileri, dinle tamamen kopuk bir yapıda değildiler ve tamamen karşı da görünmek istememişlerdir. Ancak 1850 yılında, İkinci Cumhuriyet döneminde çıkartılan iki yasa ile dine karşı bir cephe alma durumuna gelinmiştir. Bu yasaların cumhuriyetçilerin çabalarıyla meclisten çıkarılmış olduğu bilinmektedir (Kuru, 2006: 162).

Bu gelişmelerin yanı sıra Vatikan’ın 1863 yılında çıkardığı “Syllabus Fermanı” ve 1870 yılında toplamış olduğu İkinci Konsül’de, dönemin özgürlük tartışmalarına taraf olunmuştur. Bu bağlamda konseyin yayınladığı fermanlar ile özgürlük karşıtı bir tutum sergileyen Vatikan’ın bu tutumuna, cumhuriyetçiler tepki göstermişlerdir. Bu tepki ile birlikte Cumhuriyetçi düşünürler, pozitivizmin etkileriyle şekillenen ve pek açığa

çıkartmadıkları din karşıtı görüşlerini de ilk kez ciddi olarak ortaya koymuşlardır (Kuru, 2006: 163).

Fransa’daki bu din karşıtlığı, Devrim sonrasında ve özeklikle XIX. yüzyıldan itibaren gelişen sosyalizm ile pozitivizmin “ütopik” düşüncelerinin etkisi altında büyük bir “Tanrı-tanımaz dalgası”nın genel bir sonucudur. Artık Hristiyanlık yanlışlık, sadekatsizlik, bağımlılık ve kölelik gibi hususlarla özdeşleştirilerek, toplumsal hayattan soyutlanmak istenmiştir. Bu anlayış toplum tarafından da kabullenilmeye başlanmış ve artık din karşıtlığı Fransa düzeyinde geniş bir kitlece benimsenmiştir (Çaha, 1999: 98).

Bu şekilde olumsuzlanan din konusu Üçüncü Cumhuriyet’in ilk yıllarında geri plana itilmiş ve idareciler bu konuda anayasal ve idari girişim için bir süre beklemişlerdir. Burada Littré’nin görüşlerini yine analiz etmek gerekmektedir. Littré, bu bağlamda daha sonra Fransız Cumhuriyeti’nin en önemli idari ve siyasal argümanlarından biri olarak görülecek olan laiklik düşüncesini, “tolerans” olarak değerlendirmiştir. Littré, cumhuriyet ile pozitivizmi uzlaştırma adına giriştiği çalışmalarında, Cumhuriyet rejimi içerisinde bir gün muhakkak din-devlet ayrımını zorunlu olarak görmüştür. Littré’ye göre cumhuriyetçi anlayışın gelişimi için, “özgürlükçü pozitif ruh”un oluşturulmasında tek yol buydu (Gunn, 2007: 3).

Yeni din anlayışına paralel olarak ele alınan yeni eğitim konusu da cumhuriyetçiliğin belli bir dönem ana teması olmuştur. Eğitim cumhuriyetçi düşünürlere göre, Katolik bilgisizliğin taraftarlığının ortadan kalkmasının ve modern düşüncenin Fransız toplumu içerisinde yayılabilmesinin yegâne yoludur. Comte’nin eserleri bu süreçte tekrar basılarak, Üçüncü Cumhuriyet’in başından itibaren tüm okullarda okutulmaya başlanmış ve Birinci Cumhuriyet döneminin “sosyal mükemmellik” ve “barışçıl ilerleme” anlayışı bu eğitimi tamamlayan bir unsur olarak görülmüştür (Tombs, 1996: 73).

Bu gelişmelere paralel olarak 29 Mart 1880 tarihinde, Fransız hükümeti iki kararname ilan etmiştir. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, Fransız dini cemaati olarak görülen Cizvitler’in sindirilmesine yöneliktir. Bu kararname ile Cizvit keşişleri ülkeden sürülmüş ve bu kişilere ait olan evler basılarak, bu evlerde bulunan dini metinler toplatılmış, imha edilmiştir. Bu bağlamda çıkartılan ikinci kararnameyle de ülke

uygun olarak “yasal tanınmaları” için üç hafta süre verilmiş, bu süre içerisinde yasal tanınma kriterlerini yerine getirmeyen dini cemaatlerin faaliyetlerine son verileceği kabul edilmiştir. Bu durum, Cumhuriyetçi idarenin daha yeni sayılabilecek bir dönemde dine karşı “hoşgörüsüzlüğünü” göstermesi açısından önemli olarak addedilmiştir (Gunn, 2007: 37).

Bu bağlamda 1881-1889 arasında yapılan tüm yasal ve sosyal çalışmalarla birlikte, dinin ve Fransız devleti içerisindeki Kilisenin konumunun en çok tartışılan konu olduğu görülmüştür. Bu gelişmeler aşağıda bir tablo halinde sunulmuştur:

Tablo 1. Fransa’da Sekülerleşmeye Yönelik Çıkan Önemli Yasalar (1881-1889)

Yasa Reform

16 Haziran 1881 Devlete bağlı ilkokul eğitiminin parasız hale getirilmesi

28 Mart 1882 İlkokul eğitiminin zorunlu hale getirilmesi ve

sekülerleştirilmesi

27 Temmuz 1884 Boşanmaya yönelik kuralların devlet tarafından yeniden

tespit edilmesi

14 Ağustos 1884 Parlamenter toplantılarda dua merasimlerinin

kaldırılması

11 Şubat 1885 Hastanelerin sekülerleştirilmesi

30 Ekim 1886 Resmi okul personelinin sekülerleştirilmesi

15 Temmuz 1889 Ruhban sınıfına askerlik görevinin mecburi hale

getirilmesi Kaynak: Kuru (2006: 167)

Condorcet’den, Jules Ferry’ye gelene kadar Cumhuriyetçiler, tek ve aynı fikri benimsemiş, kader birliği içinde olduklarının farkında olan yurttaşlar yetiştirmek ve ulusun çözülmesine karşı önlemler almak için birlikte mücadele etmişlerdir. Yapılan bu vurguyla birlikte, eğitimde günümüze kadar gelen süreçte “kamu-devlet tekeli ilkesi”nde ısrar edilmesi de aynı düşünceyle açıklanabilir niteliktedir (Rosanvallon, 1990: 108).

Fransa’daki Üçüncü Cumhuriyet denemesinden sonra dünyadaki tüm modern Cumhuriyet denemelerinin ana konusu olan ilköğretim sistemini, Devrim Fransa’sında, yasal olarak ücretsiz, zorunlu ve laik hale getiren Ferry’dir. Fransa’daki Pozitivistler, Ferry’i, bir devlet adamı olarak zaman zaman bir çok konudaki icraatlarıyla pragmatik olarak görseler de; ölümünden sonra pozitif bilime katkıları, laiklik konusundaki somut atılımları ile toplumsal hoşgörü ortamını Fransa’da sağlayabilmesi dolayısıyla çok

övmüşlerdir. Ayrıca Ferry, okulu ulusun oluşumuna hizmet eden bir siyasal araç haline getirilebilmeyi başaran ilk kişi olarak da nitelendirilmektedir (Schnapper, 1995: 141).

Ferry döneminde Kilisenin akıbeti ciddi bir konu haline gelmiştir. Kiliseyi artık devletten ayrı düşünmek isteği tüm cumhuriyetçilerde ortak görüştür. 1880’lerdeki düzenlemeler devlet denetimini iyice arttırmıştı. Yeni çıkartılacak “kurumlar yasası” ile rejim Kilisenin okullarını tamamen kapatmış ve 1904 çıkan bu yasayla birlikte, din adamı eğitimi Fransa sınırları içerisinde yasaklanmıştır. Ayrıca binlerce dini kurum da kapatılmıştır. Katolikler bu duruma şiddetle karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkışlara hükümet direnmiştir. Ancak bu gelişmelerin sonuçları, kısa vadede hükümet adına olumlu olmamış ve hükümet meclisteki desteğini bir süre sonra kaybetmiştir (Tombs, 1996: 469-470).

Bu durum toplumun Devrim’in üzerinde geçen yüz yılı aşkın sürede din olgusuna verdiği önemin anlaşılması üzerine önemlidir. Fransız cumhuriyetçilerinin bu toplumsal görünüme rağmen, din-devlet ilişkisi boyutunu toplumun istekleri doğrultusunda çözmekten ziyade, ısrarla dini toplumsal alanın dışına çıkarma isteklerini anlamak güçtür. Bu durum, cumhuriyetçiliğin rejimin istikrarı için toplumu kazanabilme adına ciddi bir “siyasal teorik sorun”la kar karşıya olduğunu göstermektedir.

Bu yaşanan gelişmelerle birlikte laikliğin kabulüne ilişkin atılan adımlarla birlikte, 25 Temmuz 1904 günü Vatikan ile Fransız devleti arasındaki diplomatik ilişkiler kesilmiştir. Ertesi yıl Fransız devleti laiklikle ilgili somut adımlar atmak için en büyük atağını yapmıştır. 5-9 Aralık 1905 tarihleri arasında, parlamento tarafından alınan bir kararla ve bütün sonuçlarıyla “laiklik” prensibini vücuda getiren kilise ile devletin birbirinden ayrılmaları yasal hale getirilmiştir. Bu yasa literatüre “1905 Ayrılık Yasası

(Loi de Séparation)” olarak girmiştir (Robert, 1998: 50).

1905 Ayrılık Yasası’yla Kilise yoksulluğa mâhkum edilmiştir. Devlet Kilisenin mülkiyetlerine el koymuş ve din adamlarına ücret ödemeyi reddetmiştir. Fransız devleti ayrıca Napoléon döneminde 1801 yılında Kilise ile yapılan “Konkordato”yuda tek taraflı olarak kaldırmıştır. Bu durum üzerine Fransa’nın değişik kentlerinde ayaklanmalar çıkmış ve şiddet olayları çıkmıştır. Bu ayaklanmalar devlet tarafından bastırılmış ve Kilise mülklerinin büyük kısmına el konulmuştur. Bu anlayış Gunn’a

ve uygulanışı, “hoşgörü”, “tarafsızlık” ve “eşitlik” ilkeleriyle ele alınan laikliğin bir efsane olduğunu göstermiştir (2007: 38-39).

Bu yasaya göre tamamlandığı savunulan Fransız cumhuriyetçi rejimin temelleri, XX. yüzyılın ulus-devlerinin örnek aldığı bir din-devlet ilişki modeli olması nedeniyle çok tartışmalı bir gelişme olarak değerlendirilmiştir. Fransa’daki Cumhuriyet rejimi, laiklik uygulamaları ve yanındaki bilimsel eğitim politikası “nötr” bir devlet yerine, ideolojik olarak toplumu şekillendirmeye girişen bir devlet sistemi oluşturmuştur (Déloye, 1998: 96).

Bu yasa Çaha’ya göre din ile devleti birbirinden ayırmış, ancak devlet ile din arasındaki düşmanlık Fransa için ciddi bir çözüme kavuşturulamamıştır. Fransa’da din ve devlet arasındaki çatışma II. Dünya Savaşı yıllarına kadar sürmüştür. Ancak 1945 yılında ülkede kurulan Hristiyan Demokrat Parti’nin siyasi hayata girmesiyle dini değerler toplumsal ve kamusal alana girebilme olanağı bulmuştur. Bu durum yavaş yavaş Fransa adına 1905 Ayrılık Yasası ile din ile devlet arasında yükselen tansiyonun düşmesi adına bir milat olarak değerlendirilmektedir (Çaha, 1999: 99).

Be şekilde devletin, toplum ile bir “gerilim” yaşamasına neden olan cumhuriyetin laiklik anlayışı, dinin toplum nazarındaki öneminin anlaşılabilmesi adına tartışmaya açılmıştır. Bu bağlamda laik düşüncenin temelleri Condorcet’e kadar indirilebilmektedir. Üçüncü Cumhuriyet’in temellendirilmesinde birçok fikrinden yararlanılan Condorcet, özgürlüğün keşfiyle bilim alanındaki gelişmeleri, insan ruhunun gelişmesi için çok önemli olarak görmüştür. Condercet, bu görüşleriyle sosyal gerçeklik ile siyasal kurumlar arasında bir bağ kurmaya çalışmış ve bu görüşlerini ileri sürerken zaman zaman da dini tamamen yadsımıştır. Bu konuda Aydınlanma felsefesi bir anahtardır ve özgürlük ile hukuk siyasete sokulursa insanın gelişmesi adına bir merhale kat edilebilir. Condorcet, bu görüşleriyle her insanın rasyonel bir yanının olduğuna duyduğu inancı, düşüncelerinin merkezine almıştır. Bu bilgileri sistematize edebileceğine inanan Condercet, Cumhuriyet düşüncesini ve Pozitivizm düşüncesinin öncül düşüncelerini otaya koyan kişi olarak da görülmüştür (Nicolet, 2000: 114-115).

Condercet’in bu yaklaşımına esas teşkil edecek şekilde çıkartılan laiklik yasasının ilk maddesinde: “Cumhuriyet vicdan hürriyetlerini garanti eder. Kamu düzeni için ilan edilmiş kısıtlamalar çerçevesinde mezheplerin tatbik hürriyetini de teminat altına alır”

denmiştir. Bu yaklaşım, Pozitivist bir bakış açısına göre şekillenen devletin istikrarın sağlanmasındaki en önemli unsur olarak görülen “kamu düzeni”nin sağlanması adına duyulan düşüncelerin dile getirilmesi olarak algılanmıştır. Yine yasanın ikinci maddesinde de: “Cumhuriyet hiçbir mezhebi ne tanır, ne ücretini öder, ne de ona paraca destek olur” ifadeleriyle, dine olan Pozitivist tanımama anlayışı da aynen ortaya konmuştur (Robert, 1998: 51).

Bu süreçte Darwinizm bile yaradılışçılığa getirmiş olduğu eleştirilerle pozitivizminle birlikte ele alınınca cumhuriyetçiliği etkileyebilmiştir (Nicolet, 1994: 303). Darwinizm’in “evrim” anlayışı sosyal anlamda ele alınarak, Cumhuriyet rejiminin tamamlayıcı unsurlarından biri olarak kullanılmıştır. Darwinizm, bu durumunun yanı sıra en soldaki cumhuriyetçiler için kiliseden başka, monarşi karşıtlığı içinde bir silah olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet düşüncesi, bu gibi argümanları kendisine temel teşkil edince, bir süre sonra her şeyi bilimsel olan ile ele almaktan başka yolu kalmayan bir düşünce sistematiği olarak belli noktalarda zorlanmaya başlamıştır (Nicolet, 1994: 304-310).

Tezimizin öne sürdüğü savlardan biri olan ve cumhuriyetçiliği eleştirel hale getirilen döneminde düşünsel iklimi şekillendiren, özellikle de “otoriter” ve ideolojik olarak insanları belli şekillerde düşünmeye sevk eden fikirlerden çabuk etkilenmesi bu dönemde de büyük bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.

Bu durum cumhuriyetçilere göre, ahlaki bir zorunluluk olarak kabul edilmiş ve 1795 yılında Jakobenler tarafından ortaya atılan “sivil ahlak”1 anlayışına kadar dayandırılmaya çalışılmıştır.

Bu tip düşüncelerin Fransız Cumhuriyet düşüncesinde bu kadar kabul görebilmesinde “tıpçıların rolü”nün önemli olduğu kabul edilmiştir. Bilimin aşırı kullanılması ve doğa bilimlerine olan ilgi ile her türlü sosyal olgunun bu şekilde açıklanması, Aydınlanma ile gelinen yeni yol ve bu yolun kullanıcılarının da tıp doktorları eliyle yürütülmesi olarak

1Sivil ahlâk, ahlâksal ideallerin yaşama biçimlerinde yok edilemez bir yerinin olduğunu savunmaktadır. Bu biçimdeki ahlâk anlayışı, tartışılmaz bir biçimde aşkınlığın reddedilmesini ifade ederken, ahlâkı rasyonalite pratiği içerisine oturtmaya çalışmaktadır. Bu haliyle meşrulaştırılarak “modern” döneme özgü bir anlayış yaratma çabasındaki görüş, argümanlarını evrenselleştirme biçiminde geliştirerek bir “tartışma etiği” oluşturma gayretine girişmiştir. Devrimci Fransız kuramcılar ile Alman ve İngiliz romantikleri

gösterilmektedir. Bu konunun tekrar sosyal bilimler ile barıştırılarak toplumsal olayların anlaşılabilmesinde “Cumhuriyet’in Cumhuriyet eliyle bilimsel inşa süreci” denilen yola girmesi, birçok yazara göre Durkheim ile kendisini bulmuştur. Durkheim bu bilimsel süreci, ülkenin ahlaki oluşumunda okula düşen ödev olarak nitelendirerek, ulus inşasında sosyal yönün, okulun “kutsal” yönden topluma tanıtılmasıyla Cumhuriyet’in sağlamlaştırılabileceğini ifade etmiştir (Schnapper, 1995: 56, 142).

Bu anlayış siyasal yönden yeni bir insan anlayışının doğması için de önemli olmuştur. Bu anlamda doğan yeni insan; duyumsayan, düşünen ve isteyen “birey-insan” olarak formüle edilmiştir. Toplumu merkezine alan Cumhuriyet’in bu şekilde toplumun merkezine de bireyi oturttuğu iddia edilmiş ve rejimin meşruiyet temelleri böylece güçlendirilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda, laik eğitimin temeli olarak kabul edilen ders kitaplarında ele alınan ılımlılık, ölçülülük, düşünme vs. kavramlar da iradi değerler olarak kabul edilmiştir. Bu olguların insanın kendine karşı görevleri için gerekli olduğu belirtilerek, “yurttaşlık” için gerekli vasıflar olarak da gösterilmiştir (Déloye, 1998: 96-97).

Bazı yazarlarda bu formülasyon için Durkheim’ın önemini pedagojik olarak belirterek ve Cumhuriyetçi toplumun bilimsel anlamda “kurucu babası” olarak bu şahsiyeti koymuşlardır. Üçüncü Cumhuriyet’in siyasal, hukuki ve sosyal yönlerinin nispeten uygun olarak kabul edilen şartları, “deneysel sosyoloji” anlayışı çerçevesinde Durkheim’ın öne çıkmasını sağlamıştır (Nicolet, 1994: 315).

Durkheim kendi düşüncelerinin temelinin Comte ve Littré’de aranması gerektiğini bizzat ifade etmiş ve düşüncelerinin temellerinin Pozitivizmde aranmasını istemiştir. Ona göre bilgi politik bir şeydir ve bu konuda bilginin veriliş şekli ile yorumlanışı, kullanılmasını büyük oranda etkilemiştir. Bu bağlamda “bireycilik” anlayışını tartışan Durkheim, onu sosyal bir mesele olarak ele almış, dinin toplum üzerindeki, toplumun din üzerindeki ve bu iki olgununda birey üzerindeki etkileri üzerinde durmuştur. Burada ana nüve insandır, ancak insan toplumla beraber ele alınan bir konumdadır. Durkheim görüşlerinde en önemli vurguyu toplum üzerine yapmış, Rousseau ile Kant’ın izole olmuş bir bireye verdikleri önemi yanlış bulmuştur. Bireyin ahlakta dâhil hiçbir şeyi toplumdan bağımsız edinemeyeceğini savunan Durkheim, bireycilik düşüncesinin de bu şekilde şekillendiğini belirtmiştir. Sosyoloji biliminin de bu anlamda önemini dile

getiren Durkheim, bu konunun da tek çözümünü bu bilim dalı içerisinde görmüştür. Bu anlamda Condercet’e giden Durkheim, insan hakları beyannamesi ve anayasa gibi metinlerin kutsanmasını yanlış bulmuş ve bunları uygulayan toplumların ve onların analizinin önemini dile getirmiştir (Nicolet, 1994: 316-317, 358).

Kilisenin ve onun ekseninde de olsa, birçok farklılığı içeren dini yapılanmaların da yine ulusal birliğe tehdit teşkil ettiği belirtilmiştir. Kilise bu yapılanmalarının yanı sıra eğitim ve siyasal yönetici yetiştirme gibi şekillerde devlete sızmıştır. Bu sızma Cumhuriyetçiler tarafından “cléricalisme” olarak tabir edilmiş ve olumsuz bir yapılanma anlamında ve devleti ele geçirme olarak görülmüştür. Bu nedenle, kilisenin elinden önce eğitim, sonra da devlet alınmıştır. Ancak Cumhuriyetçiler bu süreçte kendi içlerinde de bazı tartışmalar yaşamışlardır. Bu tartışmalarda, devlet hiçbir şekilde dine müdahale etmediği halde, devletin dini kontrol altında tutması gerektiği düşünceleri tartışılmıştır. En son din-devlet ayrılığı bir yasa ile sağlanmış, ancak dine devlet müdahalesi olduğu gibi, dinin yok edilmesine varan çabalar XX. yüzyılın ortalarına kadar Cumhuriyet rejimi içerisinde sürdürülmüştür (Déloye, 1998: 100-101).

Toplum üzerindeki belirleyicilikleri ile Cumhuriyetçiler, ayrıca bazen “determinist” olmakla da suçlanmışlardır. Ancak Cumhuriyetçiler determinizmi reel olanın açıklanmasına yardımcı olmak amacıyla kullandıklarını ifade etmişlerdir. Burada reel olan ise her yönüyle insan iradesine yön veren şeyler olarak nitelendirilmiştir. Toplum bu anlamda insanların kolektif olarak tüm hareketlerini şekillendiren öğedir. Cumhuriyetçilere göre, bu tabloda reel bir gerçeklik kesindir. Bu nedenle Cumhuriyetçiler reel olanın yadsınamayacağını ve idealist bir düşünce olduğunu da iddia etmişlerdir (Déloye, 1998: 109).

Cumhuriyetçiler ayrıca Üçüncü Cumhuriyet’le birlikte dini bertaraf ettikleri takdirde, ideal bir ahlaki portreyi ortaya çıkartacak bazı kurumları da aramaktan geri durmamışlardır. Bu anlamda bazı yazarlar Cumhuriyetçi kurumların, siyasal kurumlardan başka bir şeyi ifade ettiğini söylemişlerdir. Bu anlamda “virtue (fazilet)” ilk kavram olarak ele alınmıştır. Bu kavram, Fransız Cumhuriyetçilerince Roma’daki anlamıyla aynen kullanılmıştır. Bu anlayış Cumhuriyet düşüncesinin “yurttaş” anlayışının temelini oluşturmaktadır. Rousseau’da ortak yararın ortaya çıkması olarak

görülen bu anlayış, bireyin kendi çıkarlarıyla, genel çıkara bağlanması gerektiği anlayışının anahtarı olarak görülmüştür.

Bu şekilde oluşturulan cumhuriyetçi siyasal yapı, laik unsurlarla bezenmiş, Pozitivist bir düşünceyle örülmüş Fransız siyasetini daha sonraları çıkmaza sokacaktır ve birçok şeyin de nedeni olacağı kabul edilmektedir. Bu durum Cumhuriyetçi rejimin kendisine atfettiği rolün bir sonucu olarak da görülebilmiştir. Fransa’da bu anlamda Cumhuriyetçi devletin rolü ekonomik ya da sadece politik olmaktan çok sosyolojik ve kültürel düzeyde gelişmiştir. Laik düşüncelerle bezenmiş Cumhuriyetçi devlet, ilkeleri gereği Devrim yasaları ile ara yapıların ve toplumdaki geleneksel ilişkilerin çözülmesi sonucu ortaya çıkan boşluğu doldurmak, toplumsal ilişkileri ve hatta ulusu “üretmek” zorunda kalmış veya kendisini buna zorunlu hissetmiştir (Rosanvallon, 1990: 99).

Cumhuriyet’in Fransız devletini bir çıkmaza soktuğunu iddia eden Anglo-Sakson düşünce geleneğine yakın bir çok Aydınlanmacı yazarın, Üçüncü Cumhuriyet döneminde oluşturulan cumhuriyetçi rejim ve düşünce geleneğinin felsefi altyapısını hafife aldıkları da ifade edilmektedir. Anglosakson düşünce eğilimine göre Cumhuriyetçilik, bazı kurumsal düzenlemelerden ve konjonktürel uzlaşmalardan ibarettir. Ancak birçok Fransız yazar, bunu kabul etmemektedirler. Fransız yazarlara göre, bu süreçte ve Devrim sonrasında oluşan bazı felsefi düşünceler, Üçüncü Cumhuriyet’in sağlam bir kurumsal yapı olmasına yöneliktir. Bu anlamda Comte ve Pozitivizm, Durkheim ve ekolü ile Duguit ve ekolüyle birlikte, bu dönemde yaşayan birçok cumhuriyetçi yazar, edebiyatçı, felsefeci ve siyaset adamı, laik yapıda bir “cumhuriyetçi geleneği” günümüze miras bırakmışlardır. Bu anlamda Fransız orijinli bir “cumhuriyetçi gelenek” oluştuğunu ispatlayabilmesi adına, Claude Nicolet’in çalışmalarının önemli olduğu ifade edilmektedir. Bu çalışmalarla birlikte, Fransız cumhuriyetçiliğinin geleneksel olarak kabul edilebilecek düzeyde bir felsefi altyapısının oluştuğu belirtilmiştir (Renaut-Mesure, 1999: 317-318).

2.2.3.4. Dreyfus Davası: “Evrensel Yurttaşlık” Anlayışındaki Yapısal Sıkıntılar Fransız cumhuriyetçiliğinin ortaya koyduğu “evrensel yurttaşlık” anlayışının da bu konuya ilişkin bir çözüm bulamaması adına da Dreyfus davası önemlidir. Devrim’den itibaren “özgürlük, kardeşlik, eşitlik” idealleriyle hareket eden Fransız düşüncesi, tüm yurttaşlarına hukuki, siyasal ve sosyal yönden eşit bakabilme hususunda 1900’lü yılların

başına geldiğinde hala büyük sıkıntılar yaşadığı bu olayla bariz bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bu olay göstermiştir ki din-devlet ayrımı ile Fransa Cumhuriyeti’nin tüm yurttaşlarını “eşit” olarak değerlendirmesi söylev olarak kalmıştır. Çünkü pratik Fransız toplumun toplumu bir çok kutba bölecek ölçüde büyük düşünsel sıkıntıların olduğunu kanıtlamıştır.

Bu bağlamda toplumsal eşitliğin bürokrasiye giriş anlamında sağlanabilmesi adına