• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: CUMHURİYETÇİLİK VE CUMHURİYETÇİLİĞİN TARİHSEL

1.3. Aydınlanma’yla “Liberal Değerler”in Ön Plana Çıkması ve Cumhuriyetçilik

1.3.2. Cumhuriyetçiliğin İki Yüzü: Atlantik ve Kıta Avrupası

1.3.2.2. Kıta Avrupası Cumhuriyetçiliği

Atlantik cumhuriyetçiliğinde olduğu gibi, bazı düşünürlerce Aristoteles’e kadar götürülen Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliği, bir cumhuriyet yönetiminin oluşma şartları üzerinde daha çok durmuştur. Bu anlayış, bir cumhuriyet yönetiminin uygulanabileceği ülke büyüklüğünden ve bazı şartlara bağlı ölçülerin neler olabileceğinin tartışılmasını da içeren daha “somut” verilerden hareket etmeye çalışmıştır (Onuf, 1998: 47-48). Bu nedenle “klasik cumhuriyetçi gelenek” olarak adlandırılan görüşün ana teması, Roma’dan miras kaldığı kabul edilen “ödevlere dayanan yurttaşlık anlayışı” olmuştur (Miller vd. 1994: 139-140). Bu anlayış, tarihsel süreçte devletlerin “her koşulda devamını” ve yurttaşın sorumluluklarıyla devlet içerisindeki konumu üzerinde yoğunlaşmıştır.

Düşünsel olarak “uluslaşma” ve “yurtseverlik” gibi kavramların ele alınması sürecinde XVIII. yüzyıl ile erken XX. yüzyıl arasında gündeme gelen modern “cumhuriyet” kavramı tiranlık, despotizm ile baskı karşıtlığı olarak da ele alınmıştır. Aydınlanmanın getirdiği değerlerle birlikte cumhuriyet, “heterojenlik karşıtlığı” ile sosyal, politik ve

“ulusçuluk” kavramı içerisinde cumhuriyeti ele alanlar politik değerlerle, etnik köken ve kültür alanları arasındaki mesafeyi olabildiğince geniş tutmaya çalışmışlardır. Böylece cumhuriyet, modern devlet şekli olarak karşımıza çıkan ulus-devlet değerlerinin tanımlanmasında, milletin kültürel ve manevi birliği olarak kullanılmıştır (Viroli, 1997: 12-13).

Ayrıca Aydınlanmanın “köktenci” liberal değerleriyle gelişen Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliği “evrensel aklı” geleneğin önüne geçirmeye büyük önem vermiştir. Bu nedenle bu gelenek, liberalizm ile demokrasiden zaman zaman çeşitli sapmalar gösterebilmiştir.

Bu temellendirmelerle ele alınan Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliği, merkezi özellikleriyle dikey organize edilmiş bir yapı olarak ortaya çıkmıştır. Toplumsal eşitsizlikleri, bu anlayıştan hareketle çözmeye çalışan Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçi anlayışı, modern anlamda bu düşüncenin teorisyeni olarak kabul edilen Rousseau’nun görüşleriyle belli bir aşamaya gelmiştir. Bu bağlamda Rousseau, doğa düzenini belli yönleriyle eleştirmiştir. Rousseau, bir çok doğal kurumu, buna kölelik müessesesi de dâhil, eleştirmiştir. Ona göre, şayet kölelik doğa tarafından verilmişse, bu durum, köleliği meşrulaştırmaktan öte bir şey olarak değerlendirilemez (Rousseau, 1999: 46-47).

Ayrıca Rousseau’ya göre doğal tek kurum “aile”dir. Bunun nedeni de toplumun geleceğini oluşturan çocukların belli bir süre korunmaya duydukları gerçek ihtiyaçtır. Yine Rousseau’ya göre, çocuklar eğer kendilerine bakabilecek durumda iseler ve buna rağmen aileleriyle bir arada yaşamaya devam ediyorlarsa, bu doğadan kaynaklanamaz. Bu, ancak gelenekten kaynaklanabilir (Onuf, 1998: 50).

Bu bakış açısıyla “pozitivist” anlayışın temelini atan Rousseau, doğal durumu belli yönleriyle yadsımıştır. Bilgelik zamanına gelindiğinde insanoğlunun kendi kendini idare etmede özgür hale gelebildiğini savunan Rousseau’ya göre, insanoğlu kendini yargılama hakkını da ancak bu süreçte öğrenmiştir. Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliğine göre toplumsallık ve mantıklılık, insanın kendine doğada bir yer bulması için imkân vermiştir. Rousseau ise sosyalleşmenin yerine zaman zaman özgürleşmeyi kullanmıştır (Onuf, 1998: 51).

Bu anlamda, Aydınlanma’nın önemli düşünürlerinden Gratius’un1 insanlığın sosyallik kadar güçsüz olduğu görüşü ve Immanuel Kant’ın, bireysel istekler ve sosyallik arasında bir anlaşma olduğunu öne süren görüşü üzerinde durmuşlardır. Bireyleri doğanın oluşturduğu asosyal bir toplumsallaştırma içinde ele alan, doğanın tasarımını uzun, sancılı, şartlara göre şekillenebilen bir yapıda gören ve sosyal bir sürecin kavranmak zorunda olunduğunu ifade eden Kant, Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçi ilkelerin belirlenebilmesi adına önemli katkılarda bulunmuştur (Onuf, 1998: 52).

Bu çerçevede ele alınan birey, “sadık yurttaşların” Roma’nın özgürlüğünün teminatı nasıl oldukları görüşü çerçevesinde yeniden değerlendirilmiştir. Ayrıca Aydınlanma’yla birlikte, yurttaşın cumhuriyetin devamı üzerindeki etkisi tekrar vurgulanmaya başlanmıştır. Bu erdem anlayışı özellikle Fransız Devrimi’nin etkisiyle, yurttaşın “özgürlüğü” ile “ödevleri”nin bir arada ele alındığı bir anlayıştır. Bu düşünce sistematiği içerisinde halka büyük bir yer vermiştir. Hatta Rousseau halk egemenliğini, “genel istenç” vurgusu içerisinde ele almış ve bunu, insanlara gelecek vaat eden yeni bir “inanç” olarak sunmuştur (Miller vd., 1994: 139, 141).

Fransız Devrimi’yle birlikte kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”, 1789 yılından sonra monarşi egemenliğinden halk egemenliğine geçişte ve 1792 yılında monarşinin kaldırılıp “cumhuriyet” yönetimin kurulmasında temel metin oluşturarak, Fransız geleneği içerisinde “normatif hukuk”un ön plana çıkmasında etkili olmuştur.

Fransa’da, Eylül 1789’da monark “icranın başı” olarak tanımlamış, parlamento güçlü bir yapıda sisteme dâhil edilmiştir. Bu dönemde dahi, monarşiden tamamen vazgeçilebileceği konusundan bahsedilememiş ve halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet anlayışı 1792 yılından sonra ifadesini bulmuştur. Bu nedenle Kıta Avrupa’sında, Amerikan modelinden ciddi farklılıklar içeren bir cumhuriyetçi gelenek vücut bulmuştur.

1Özgün olarak doğal hukuku sadece dinbilimsel çerçevesinden öncelikli olarak verilmiş bir veri olmasının yerine şartlar dahilinde oluşturulmasına çalışılan bir sekülerleşme tezi geliştirmiştir. Bu bağlamda Grotius’un geliştirmiş olduğu teze göre devlet, “özgür insanların, sahip oldukları haklardan yararlanmaları ve ortak çıkarları için oluşturdukları mükemmel bir topluluk”tur. Grotius bu görüşleriyle cumhuriyetçiliğin Aydınlanma’daki gelişme ve liberal değerlerle donanarak yeniden ele alınmasında belli

Tarihi süreçte 14 Haziran 1791 tarihinde çıkartılan Chaplier Yasası, Fransa’daki toplumu belli gruplara ayıran yapılanmalara son vermiş ve “her bireyin özel çıkarı ile genel çıkarının bulunduğunu” ilan etmiştir. Bireyin özel çıkarı görüşü sonraki dönemlerde yadsınır hale gelse de parlamento çatısı altında yaşanan gelişmeler ve gerilimler Fransız cumhuriyetçi modelinde belli bir slogan ortaya çıkarmıştır. Bu slogan, cumhuriyetçiliğin teorik olarak özümsemesinde bazı etkilerde bulunmuştur. Fransızlar bu sloganı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” olarak kabul etmiştir (Audier, 2006: 47).

Özellikle Rousseau’dan sonra özgün fikirler üretebildiği iddia edilen Fransız düşüncesi, zaman zaman XIX. yüzyılın Anglo-Sakson felsefesinin bazı argümanlarıyla çatışmıştır. Bu bağlamda modernitenin birçok yanıyla olduğu gibi, ortaya sürdükleri ve kendi içlerinde de tartışma konusu olduğu gibi, antik çağların “doğrudan demokrasi” görüşünü dile getirmekten çekinmemiştir. Bu anlayış içinde antik çağa giderken, zaman zaman Ortaçağ’ı yok saymış ve direk “Pagan Dönemi”ni tekrar gündeme getirebilmiştir. Bu anlamda Fransız siyasal felsefesi içerisinde, Sparta, Atina ve Roma’yı tamamen taklit etmeye yönelik bazı düşüncelerin ortaya çıktığı görülebilmiştir. Bu eskiye yapılan atıf Gambetta tarafından, “insanlığın egemenliği için, halkın egemenliğinin istenmesi” olarak ifade edilmiştir (Nicolet, 1994: 481).

Fransız cumhuriyetçileri bu şekilde ele aldıkları cumhuriyeti, Kıta Avrupa’sı düşüncesi içerisinde “statüko”nun korunmasını adına bir hak koruması düşüncesi olarak algılamışlardır. Bu düşünce II. Dünya Savaşı sonuna kadar Avrupa düzleminde uygulanmaya çalışılmıştır. Bunda, bir çok Kıta Avrupa’sı düşünürünün tüm geçmiş yasaları “istikrar” çerçevesinde değerlendirmesi etkili olmuştur. Bu yüzden Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliği en çok devleti incelemiş, devlete bir istikrar kazandırma arayışına girmiştir (Mayer, 1981: 130-145).

Modern muhafazakâr düşüncenin devlet görüşünü mantıksal bir açıdan ele alan ve bunun şekillenmesinde önemli bir yeri olan Hegel, devletin yeniden konumlandırılmasında ve merkezi bir şekilde düşünülmesinde önemli bir yere sahiptir (Akal, 1998: 323). Hegel’in bu düşünceleri, Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliğini hangi ideoloji çerçevesinde olursa olsun “organik” bir devlet anlayışına ulaştırmıştır. Bu bakış

açısı, yönetim biçimi ne olursa olsun devlete toplum karşısında güçlü bir “konum” verilmesini zorunlu kılmıştır.

Atlantik cumhuriyetçiliği “bireysel”, “çoğulcu”, “evrimci” ve “geleneksel” değerlerle anlayışını sürdürmektedir. Kıta Avrupa’sı cumhuriyetçiliği de “toplumsallık”, “sorumluluk”, “ödev” ve “devrimci” gibi tanımlamalarla geliştirdiği “yurttaş” anlayışını halen savunmaktadır. Ancak Kıta Avrupa’sı anlayışı, ortaya koyduğu değerlerin “evrensel” olma iddiasından vazgeçmemektedir. Küreselleşme ve yerelleşmenin iç içe geçtiği günümüzde, “evrensel” olana vurgu yapan bu anlayışın dünyadaki toplumlardan göreceği karşılık ise merak konusudur.