• Sonuç bulunamadı

İkinci Cumhuriyet: Sosyalizmin Etkisi Altında Demokratik

BÖLÜM 2: FRANSA’DA CUMHURİYETÇİLİK: KURUMSALLAŞAMAYAN

2.2. Fransa’da Cumhuriyet Pratikleri

2.2.2. İkinci Cumhuriyet: Sosyalizmin Etkisi Altında Demokratik

1848 ile 1852 yılları arasında hüküm sürdüğü kabul edilen İkinci Cumhuriyet rejimi, sosyaliz ile demokratik değerlerin Fransız düşünsel ve siyasal hayatına belli argümanlarıyla girmesi nedeniyle öne çıkan bir dönemdir. Fransa’da siyasal olarak monarşik veya buna benzer yapılanmalarla geçilen 1820 ve 1830’lu yıllar, cumhuriyetçiliğin birçok yönden törpülendiği ve yeni bazı kavramsal tartışmaların tekrar gündeme geldiği yıllar olmuştur.

Temmuz Monarşisi olarak bilinen dönemin yaşandığı siyasal iklimde, liberal düşünceler ön plana çıkmış ve iktidarın kimde olduğu sorunu tekrar gündeme gelerek, halk egemenliği nosyonu yeniden tartışmaya açılmıştır. Bu dönemde Royer, Collard ve Guizot gibi düşünürlerin görüşleri ön plana çıkmıştır. Dönemin önemli düşünürlerinden Guizot’a göre, egemenlik Tanrı’ya aittir, Kralın veya halkın egemenliği baki olamaz. Seküler bir objenin üzerine kurulu “tam egemenlik” tasarımı tehlikeli bir talep olabilir ve egemenlik tasarımları akıl, mantık ve adalet gibi olguların üzerine kurulabildiği ölçüde istikrarlı ve herkesçe kabul edilebilen bir nitelik kazanabilir. Guizot, bir ulusun refahının sadece dürüst kazanımların sonucunda oluşabileceğini savunarak, Fransız cumhuriyetçiliğine yeni bazı argümanların girmesine etkili olmuştur (Kriegel, 1998: 16).

Devletin rasyonel durağanlığı kabul edilerek, halkı ön plana çıkartacak yeni rejimlerin tartışılmasının mümkün olabileceğini savunan Guizot, tarihin özgürlüğü geliştirici şekilde ilerlediğini ve 1789 Devrimi’nin bunun kanıtlarından biri olduğunu ifade etmiştir. Guizot’a göre, bu bağlamda Fransa’daki 1830’lardaki dönüşümünün bir idari şekil olarak “temsili anayasal hükümet”in oluşumuna katkıda bulunduğu iddia edilmiştir (aktaran Tombs, 1996: 69).

1830’larla birlikte öne çıkan “temsili anayasal hükümet” anlayışının oluştuğu dönemlerde Alexis de Tocquevelli’nin1 görüşleri de ön plana çıkmıştır. Tocquevelli

1Tocquevelli görüşleriyle, Fransızların genç Amerikan Cumhuriyet’ine ilişkin olarak yargılarını etkilemiştir. Amerika’da kaldığı süre içerisinde bu ülkenin demokratik yapısını inceleyen ve Fransa ile tüm Avrupa için yeni çıkarımlarda bulunan Tocquevelli, Fransız siyasal geleneğinin eleştirisini yapmış,

ortaya atılan hükümet rejimlerinin, ulusu geliştirmek için geliştirilen yollar olarak algılanması gerektiğini belirtmiştir (Aron, 2000: 186). Tocquevelli yaşanan modern çağa geçiş sürecinde, modern toplumların tamamen “atomize” edilmiş bireylerden oluştuğunu düşünmenin bazı tehlikeli gelişmeleri etkileyebileceğini düşünerek, bir yönüyle cumhuriyetçilikleri desteklemiştir. Fransa için halkın bireye, bireyin halka olan bağlılığının bir ifadesi olan “yurttaş” ekseninde gelişen cumhuriyetçiliğin önemli olduğu vurgusu Tocquevelli’de genişçe işlenmiş ve açıklanmaya çalışılmıştır (Calhoun, 1989: 213).

Tocquevelli gibi düşünürler bu dönemde artık monarşinin herhangi bir türünün kabul edilemez olduğunu söylemeleriyle dönemlerinin siyasal söylevlerini etkili olmuşlardır. Tocquevelli ve liberal düşünürlerin bu görüşleri, İkinci Cumhuriyet öncesi “özgürlük” ve “eşitlik” düşüncesinin şekillenmesinde önemli olmuştur (Audier, 2006: 58-59).

Bu liberal görüşlerin, İkinci Cumhuriyet sürecinin tüm boyutuyla açıklama noktasında ise yetersiz kaldığı görülmüştür. Dönemin anayasal nitelikteki liberal kurallarının İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunda önemli olduğu muhakkaktır. Ancak bu liberal kurumsallaşma süreci, rejimin idari, hukuki ve siyasal gelişmenin gittiği yolda ortaya çıkan birçok sorunu gidermekten aciz kalmıştır. Rejim adına bu sorunlar, istikrar, iktidarın gücünün sınırları ile diktatörlüğün nasıl engellenebileceğine yönelik pratik durumlardaki yetersizlikler olarak kendisini göstermiştir (Tombs, 1996: 69-70).

Bu dönemde Sosyalizm düşüncesinin de etkin olmaya başladığı görülmüştür. Sosyalizm düşüncesinin teorisyenlerinden ve 1825’te ölen Saint Simon’dan sonra onun görüşlerinden etkilenen birçok kişi, Fransa’da yaşanan Temmuz Monarşisi dönemindeki hükümetlerde görevler alarak ekonomi ve siyasette etkin olmuşlardır. Bunlar Saint Simon’un ulusal mülkiyeti kurgulayan bir servet anlayışının, toplum üzerinde etkili bir düşünce olmasında katkıları olan düşünürlerdir (Swingewood, 1998: 54-59).

1830’lu yılların bu düşünsel iklimi, 1840’lı yıllardaki yaşanan sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmelerin de sebebini oluşturmuştur. Özellikle Sanayi Devrimi ile şekillenen yeni ekonomik düzende başkasının işyerlerinde çalışan insan sayısı artmış ve

çözümlemeleriyle de önemli bir düşünür olarak kabul edilmiştir. Cumhuriyeti demokrasi ile birlikte anlamlı bulan düşünür, modern demokrasiye ilişkin önemli bazı tespitlerde bulunmuştur (Raynaud, 2003c: 886).

Fransa’nın da dâhil olduğu birçok Avrupa ülkesinde büyük bir “işçi” sınıfının varlığından bahsetmek mümkün olmuştur. 1840’lı yıllar bu işçilerin sağlık ve sosyal problemlerinin ön plana çıktığı yıllar olarak görülmektedir. Fransız sanayisindeki gelişme, sanayinin geliştiği yörelerde insan nüfusundaki büyük artışları da beraberinde getirmiştir. Çalışma günlerinin artması, düşük ücretler ve sağlıksız koşullarda çalışan işçilerin bazı olumsuz durumları Fransız kamuoyunda geniş yankılar bulmuştur. Bu duruma, hem cumhuriyetçi düşünür ve siyasiler, hem de monarşi yanlısı şahsiyetler de ilgi göstermişlerdir. Bu aradaki mevcut rejimin “orta sınıfa” yani iş sahibi kesime sahip çıktığı görülmüştür (Agulhon, 1983: 6).

Hükümet bu dönemde sınıf çıkarları ile laissez-faire anlayışı doğrultusunda bir ekonomik politika ortaya koymuştur. Birçok yazar bunun nedenini, Fransa’daki 1840’lı yılları aşırı refah ile korkunç yoksulluğun birleştiği bir dönem olmasına yormaktadır. Bu durumun sosyal düzenin ciddi anlamda zarar görmesine neden olduğu belirtilmiştir (Cobban, 1976: 119).

Bu süreçte ortaya çıkan ekonomik bunalım ve gelişen sanayinin sağladığı zenginlik birçok yazara göre kırsal kesimde mali bir aristokrasiyi zorunlu kılmaya başlamıştır. Ancak gelişmelerin bu şekilde olmadığı ifade edilmiştir. 1840’lı yıllarda sanayideki bu gelişme, buna paralel olarak izafi bir zenginliği de beraberinde getirmiş, ancak toplumun büyük bir nüfus potansiyelini barındıran kesimlerin o oranda fakirleştiği görülmüştür. 1840’lı yıllar yukarıda açıklamaya çalışıldığı gelişmelerin yanı sıra Avrupa’da ve Fransa’da yurt sevgisinin toplumsal ve siyasal olarak karşılığı olmaya başlayan “romantizm” akımının da zirvesine ulaştığı bir dönemi de temsil etmiştir (Viroli, 1997: 149-150). Halkın fiili koşulları hariç, zihnen kazandıkları yeni yapı, bu gibi akımların yayılmasından oldukça etkilenmiştir. Bu durumda, artan baskı teknikleri ve matbaacılıkta yaşanan gelişmeler yazılan her şeyin müthiş bir şekilde dağıtılmasıyla, okuma-yazmanın artmasında önemli olmuştur.

Dönemin büyük şairleri Hugo, Lamartine, Vigny ve Musset bu dönemde her yerde okunmaya başlamışlardır. Bu şahsiyetlerin eserleri, “toplumsallık” dalgası içinde, ideolojik ve ruhsal altyapının oluşmasında ciddi etkilerde bulunmuşlardır. Ayrıca toplumsallık hareketinde ve 1848 Devrimi’nin başarısında, gazeteler ile eğitim

Ssosyalistler ile romantik yazarlar, işçi sınıfını büyük oranda etkilemeyi başarmışlardır. Birinci Cumhuriyet döneminde çıkan yasaların etkisiyle eğitim alan ve büyüyen yeni Fransız entelektüel eliti, halkın yeni ve dinamik bir enerjiye kavuştuğuna inandığı anda da Devrim’in gerçekleştirilebileceğine ilişkin ön görüleriyle hareket etmişlerdir. Bu gelişmelere paralel olarak Avrupa’yı saran “ulusçuluk” akımı da bu dönemde önemli bir hareket haline gelmiştir. Bu konuda tüm Avrupa’ya, Fransız Devrimi’nden sonra yaşanan fiili ve düşünsel fikirlerin ihracı önemli bir yer tutmuştur. Avrupa’ya bu düşünceleri ihraç eden ülkenin bu gelişmelerden kendisini kurtarabilmesi mümkün olamamıştır (Agulhon, 1983: 10).

1848 Devrimi’nde yukarıda adı zikredilen kişi ve akımların yanında, Sosyalist yazarların fikirlerinin çok etkili olduğu genel bir kabuldür. Sosyalist yazarlardan uzun dönemde etkisini hissettirenler Marx ile Engels olmakla birlikte, Proudhon bu dönemde adından çok sık bahsettirmiştir. Bu düşünürün görüşlerinin Fransız çalışma hayatının tüm sorunlarını içerdiği görülmüş ve bu bağlamdaki etkisinin ise esas olarak XX. yüzyılda olduğu bilinmektedir.

Bu dönemdeki düşüncelerin, toplumsal olaylar üzerindeki etkisini inceleyen düşünür, olumsuz olayların gerçekçi sonuçlarının ütopik sonuçlar doğurabileceğine ilişkin bazı sonuçlara varmıştır. Proudhon, mevcut gelişmelerin, Devrim sonrası Fransa’sını on yıldır istikrarsız bir havada götürmekte olduğunu söylemiştir. Proudhon’a göre, bu durumun yarattığı havada sanat ve edebiyat gelişmiştir. Devrim’in yönetimin değişmesine yönelik ilk ve tek girişimi olan cumhuriyet deneyimi ise yarım kalmıştır. Proudhon, şimdi ise bu rejimin tekrar denenmesi için toplumsal ortamın uygun ve ciddi bir halk hareketinin yeterli olduğunu söylemiştir (Calhoun, 1989: 217-220).

Bu geniş tabanın yine anlattığımız şekliyle, köylüler, burjuvazi ile işçi ittifakının birçok talebinin sonucu olarak da 1848 Devrimi doğmuştur. Temmuz Monarşisi’nin sonunu hazırlayan fiili gelişme ise Şubat ayı içerisinde oluşan, üç gün süren Paris’teki büyük ayaklanmadır. Büyük sokak çarpışmalarına, işçiler ve köylü tabanlı küçük burjuvazi öncülük etmiştir. Bu isyan sonucunda Kral Louise-Philippe’nin tahttan inmesiyle, kitlelerin öfkesi dinmiştir. “Ulusal Devrimci ittifak” olarak ifade edilen grup, yeni hükümetin isteklerini karşılayamaması nedeniyle, Haziran ayında tekrar ayaklanmıştır. Bu grup kendi isteklerine göre bir parlamento, anayasa ve yeni bir devlet başkanı

seçilmesini istemiş ve artık bu süreçten sonra bu grubun istekleri doğrultusunda İkinci Cumhuriyet’in kurulma süreci başlamıştır (Tilly, 1995: 250-251).

Hükümet, Paris’teki işçi hareket önderlerinin etkisiyle ve kendisini oluşturan kompozisyonun demokrasiye dayanan yakınlığı sebebiyle, ilk önce “genel oya dayanan Cumhuriyet’in ilanını” gerçekleştirmiştir. Bu durum bir süre sonra proletaryanın hegemonyasında gibi görülen “Sosyalist bir cumhuriyet düşüncesi”nin gelişimine neden olmuştur (Marx, 1996: 40). Batı da ilk kez proletarya devlet alanında ifade imkanı bulmuş ve bunu da Sosyalist Devrim’in cumhuriyet idaresi altında gerçekleştirileceğine olan inançla yakalamıştır. Bu cumhuriyetçiliğin oluşturduğu toplumsal ve siyasal zeminin oluşturduğu coşkuyla insanlar, Marx’ın iddia ettiği gibi “(tüm toplumsal sınıflar ilk kez) kendilerini siyasal iktidarın yörüngesine fırlatılmış buldular” görüşüne birçok yazar da katılmıştır (1996: 40).

Marx’ın bu görüşü, aynı zamanda cumhuriyetçiliğin halk olgusu üzerinden yeniden düşünülmesiyle birlikte, “halk egemenliği” düşüncesinin, sonraki zamanlarda cumhuriyetçiliğin şekillenmesine yönelik olarak etkisinin artması yönünde meydana gelen gelişmelerle daha iyi görülecektir. Marx’ın cumhuriyetçiliğe olan bu etkisi, tezimizin giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi “konjonktürel” olarak çeşitli ideolojilerden büyük oranda etkilendiğine yönelik argümanları güçlendirir nitelikte olmuştur. Hatta Marxizm ile Sosyalizm’in Fransız cumhuriyetçiliği üzerindeki etkisi günümüze kadar devam etkinliğini sürdürmüştür.

Bu düşünceler çerçevesinde gelişen cumhuriyetin ilanından sonra Fransız ordusu ülke üzerinde tamamen hâkimiyeti ele almış ve meclis onun koruması altında çalışmalarına başlamıştır. Altmış yıllık bir süreçten sonra “ılımlı bir cumhuriyetçi yönetim” kurulabilmiştir. Fakat bu durumun 1789 Devrimi’nin bireyciliği ile ödevlerin kabulüyle, kardeşlik ideallerinin önemi yine anayasada dile getirmesine rağmen o günlerde sokaktaki havayı pek yansıtmadığı kabul edilmektedir (Cobban, 1965: 146-147).

Yeni rejimin anayasası için kurulan komiteye, siyasal gruplardan Le National’dan Marrast ve Cormanin, Cumhuriyetçilerden Barrot ve liberal Tocquevelli ile Sosyalist grubun temsilcisi olarak Corban ve Considérant yer almışlardır. Bu anayasa komitesinin oluşturduğu taslak 4 Kasım 1848’de parlamentoda oylanmıştır. Yeni anayasa

Bunlar, Fransız Devrim geleneğinin ihyası ile Amerika’nın çağdaş demokrasisinin kararlı ve kuvvetli deneyimidir. Bu metinde iki argümanda isimleri zikredilerek kullanılmıştır. Bu şekilde oluşturulan anayasa sekiz maddeden oluşmuştur. Bu maddelerden en önemlileri; “1-Fransa kendisine bir Cumhuriyet kurmuştur … 2-Fransız Cumhuriyeti demokratiktir … 3- Cumhuriyet’in ilkeleri, özgürlük, eşitlik ve kardeşliktir. Bunun temeli de aile, iş, mülkiyet ve kamu düzeninden oluşur…” (Agulhon, 1983: 67).

Anayasaya ve “genel oy” prensibine göre, halk tarafından seçilmesi öngörülen ilk devlet başkanlığı seçim sürecinin, oldukça renkli geçtiği belirtilmektedir. Bu anlamda iki güçlü aday ortaya çıkmıştır. Bunlar, Le National’in adayı Cavaignac ve sağ kanattan Louise-Napoléon Bonaparte (Louise-Napoléon III) olmuştur. Louise-Louise-Napoléon yaklaşımlarıyla, ortada bir aday olarak da kabul edilmiştir. Napoléon III’ün, bazı yazarlarca Cumhuriyete “sahte” bir bağlılığı olduğu belirtilmiş ve sağcı, liberal ve katolik muhafazakârların oyuna güvenerek aday olduğu belirtilmiştir (Agulhon, 1983: 69).

Bu dönemde Napoléon III, Fransa’da zaman zaman politik bir simge haline gelen Bonaparte sülalesinin son temsilcisi olarak görülmekteydi. Bu aile, toplumun belli bir kesiminde, XIX. yüzyıl boyunca Fransa’yı yıpratan öldürücü çekişmeleri bastıran, arabulucu, kurtarıcı, askeri yönden kahramanlığın simgesi ve ekonomik düzeni kurabilecek bir aile olarak algılanıyordu (Cobban, 1976: 148). Bu yaklaşımların yanı sıra Cumhuriyetçi kanat ve Sosyalist kanat için ise Bonaparte, modası geçmiş bir geleneğin temsilcisi olarak, diktatörlükle bağdaştırılmış ve devlet başkanlığına adaylığı dahi kabul edilemez olarak görülmüştür. Bütün bu görüşlerin yanı sıra, Napoléon III, ailesinin son önemli şahsiyetiydi ve siyasete olan ilgisini yazdığı eserler ve gazete yazılarıyla daima göstermeye çalışmıştır (Cobban, 1976: 149).

Seçim sonucuna göre Napoléon III’ün başkan olması ilk başlarda büyük bir coşku ya da tepkiye sebep olmamıştır. Napoléon III, 20 Aralık 1848 tarihinde göreve başlamış ve bu tarih aynı zamanda İkinci Cumhuriyet’in başlangıç tarihi olarak da nitelendirilmiştir. Napoléon III bir süre sonra kendisini imparatorluk döneminin mirasçısı olarak gördüğünü belirtmiş ve bu dönemde o misyona göre hareket etmiştir (Cobban, 1976: 151).

Rejim cumhuriyet olarak kurulmuş, fakat kurulduğu belirtilen gün yeni devlet başkanı kendisini Napoléon Bonaparte’nin varisi olarak kabul etmiş ve yeni rejimi de bir “imparatorluğun bir devamı” olarak tanımlamıştır. Bu durum cumhuriyetin bir rejim olarak da Fransa’da bazı karışık algılamalara neden olabildiğinin kanıtı sayılabilir. Rejim içinde demokratik usullerle seçilen bir devlet başkanı, cumhuriyet olarak kurulan devleti kabul etmiş, ancak kendisini bir “imparator” olarak görmek istediğini belirtmekten de geri durmamıştır.

Başkan, kendisini seçen kitleye yönelik bir şekilde, Barrot liderliğindeki eski Kralcı aristokratlardan oluşan muhafazakâr bir hükümet kurmayı uygun görmüştür. Bu yeni politik yapı, Sosyalizm fırtınasının estiği bu dönemde, işçi hareketlerini memnun edecek girişimlere pek imza atmamışlardır. Ancak Cumhuriyetçilerden ve yeni toplumsal hareketleri arkasına alan şahsiyetlerden müteşekkil olan meclis, hükümetle bir çok konuda uyumsuzluklar yaşamış ve bu durum ülkeyi bazı gerginliklere taşımıştır. Ancak yine de Napoléon III’ün ilk dönemleri, Fransa adına ilk “olgun bir demokrasi deneyimi” olarak nitelendirilmektedir (Wright, 1987: 217).

Bu dönemdeki meclis “Kurucu Ulusal Meclis” olarak tanımlanmıştır. 28 Mayıs 1849 ile 2 Aralık 1851 arası dönem ise “Anayasal Cumhuriyet” veya “Ulusal Yasama Meclisi Dönemi” olarak nitelendirilmiş ve bu dönemde meclis, cumhuriyetçilerle, Napoléon III’ün güçlü devlet başkanlığını arkalarına alan muhafazakârların güç mücadelelerine sahne olmuştur (Marx, 2007: 19).

31 Mayıs 1850’de genel oy sistemine dayalı seçim sistemi yürürlükten kaldırılmıştır. Bu olayla birlikte, İkinci Cumhuriyet rejiminde parlamenter sistemin önemini kaybettiği iddia edilmiştir. Bu dönemde Mecliste güçlü bir şekilde temsil edilen ve Cumhuriyetçiliğin savunuculuğunu yapan “küçük burjuvazi”, Napoléon III’ün yetkilerinin azaltılması için güçlü bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadeleyi kaybeden meclis, ordunun komutasının da Napoléon III’e geçmesiyle birlikte siyasal sistem üzerindeki tüm etkinliğini yitirmiştir. 2 Aralık 1851’de Napoléon III kendi imparatorluğunu ilan etmiş ve meclisi feshetmiştir (Marx, 2007: 112-114).

Bu süreçte, Kiliseye Napoléon Bonaparte’den sonra ilk kez mülkiyet hakkına ilişkin geniş bir alan bırakılmıştır. Bu arada dini eğitim yeniden düzenlenmiş ve toplum

müfredatlarının, oluşturulan “Din Konseyleri” eliyle denetlenebilmesi için çıkartılan yasa, meclis tarafından yine bu dönemde kabul edilmiştir (Wright, 1987: 236).

İkinci Cumhuriyet dönemiyle birlikte Sosyalistler toplumsal bir realite olarak Fransız siyasetindeki varlıklarını sürekli hale getirmişlerdir. Yönetimin bütün çabalarına rağmen, Sosyalist adayların bir bölümü bir süre sonra yine meclise girmeyi başarmışlar ve ateşli bir muhalefet olarak mecliste etkili olmaya başlamışlardır. Hatta Sosyalistlerin bu faaliyetlerinden rahatsız olan Napoléon III, sosyalistlerin Fransız siyasetindeki etkinliğinin kırılabilmesi için Mayıs 1850’de bir yasa ile oy verme hakkına sahip olanlar, sınırlandırılmaya çalışılmış ve buna göre oy verme yeterliliğine sahip kişilerin üçte bir oranında düşürülmesine ilişkin yasa, mecliste kabul edilmiştir (Cobban, 1976: 155).

7 Kasım 1852’de Napoléon III ülkede bir “plebisite” başvurmuş ve halkın önemli çoğunluğunun desteğiyle “imparator” olarak kabul edilmiştir. Bu şekilde İkinci Cumhuriyet resmen fesh edilmiş ve imparatorluk ilan edilmiştir. İlan edilen 1852 anayasasıyla yürütme güçlendirilmiş ve seçimle iş başına gelen bir yasama meclisi kabul edilerek, İngiltere’deki “meşruti monarşi”ye benzer bir siyasal yapı meydana getirilmiştir (Göze, 1995a: 556)

İkinci Cumhuriyet rejiminin istenenin tam tersine despotizme dönüşmesi bir yana, liberal korku gerçeğinin ispatı olarak değerlendirilmiştir. Rejimin başarısızlığı aynı zamanda o dönem için bir Cumhuriyet rejiminin olanaksızlığının tescili olarak da kabul edilmiştir. Fransa o dönemde, birçok Avrupa ülkesine göre, daha kötü sosyal ve ekonomik bir durum sergilememesine rağmen, Fransa’nın zihniyet alanında önemli bir probleme sahip olduğu yaşananlar doğrultusunda kabul edilmiştir.

Tocqueville, bu durumu “olanaksızlığın politikası” olarak değerlendirmiştir. Bu bakış açısına göre, Devrimci mirasa olan kuşku, sağın kötümserliği ile birleşmiş ve bu şekilde Cumhuriyet rejiminde Fransa yine bir hayal kırıklığı yaşamıştır. Bu konuda “Cumhuriyet nasıl olmalıydı?” sorusu gündeme gelmiştir. 1848 Şubat’ında cumhuriyetçiler rejimi belirleyebilmiş ancak seçmen güvenini kazanamamışlardır (Tombs, 1996: 393-394).

İkinci cumhuriyet denemesi Fransa da demokrasi düşüncesinin belli anlamlarda yerleşmesinde önemli etkileri olmuştur. Fransız siyasal sistemi içerisinde “yumuşak bir kuvvetler ayrımı” parlamenter sistem lehine ciddi bir dönüşüme uğramıştır. Bu dönemde, 1789’daki “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”yle gündeme gelen doğal haklar nosyonuna, sosyal haklarda dahil edilmeye başlanmıştır. Böylece halka dayanan bir cumhuriyet anlayışının temellendirilebilmesine çalışılmıştır. İkinci cumhuriyet çabuk bir şekilde yıkılsa da meydana getirdiği “genel oya dayalı” parlamenter anlayış Fransa’da demokrasinin toplum tarafından kabülu anlamında önemlidir.