• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

2.1. Kavramsal ve Tarihsel açıdan Çocuk ve Çocuk Hukuku

Bu bölümde, kavramsal ve tarihsel olarak çocuk kavramı ve çocuğun hukukta konumu ele alınmıştır.

2.1.1. Çocuk Kavramı

“Çocuk kavramı, toplumdan topluma, zamandan zamana değişen dinamik bir kavramdır. Bugün bile herkesin üzerinde görüş birliğine vardığı, çocuğun net bir tanımı yapılabilmiş değildir” (Polat, 2007). Bunun temel nedeni sosyal bilimlerce ‘çocukluk yaşının’ nerede başlayıp nerede biteceğiyle ilgili farklı görüşlerin ortaya atılmasıdır.

Çocuk, doğumdan ergenliğe kadar süren hayat dilimine ait olan insan yavrusu olarak tanımlanabilir. Bu dönem, ruhsal ve bedensel olarak insanın en güçsüz olduğu çok özel bir dönemini kapsamaktadır (Aktürk, 2006). Çocuk tanımın yapılmasında kimi toplumlarda yas faktörünün dikkate alındığı, kimi toplumlarda ise yasal, biyolojik ve geleneksel ölçütlerin kullanıldığı görülmektedir. (Balo, 2003). Gelişim psikologlarına göre 12-14 yaş arası, çocukluğun bitimi ve ergenlik döneminin başlamasıdır. Ergenlik dönemi de 21 yaşına kadar devam eder. Gelişim psikologlarına göre ergen olarak kabul edilen 14-21 yaş arasındakiler, modern hukuk sistemlerinde ‘çocuk’ olarak kabul edilmektedir.

“Her doğan çocuk, daha önce kendisinden evvel dünyaya gelmiş ya da daha sonra doğacak olanlara hiç benzemeyen, ana ve babasının özelliklerini taşımaktan öte bir varlıktır” (Akaslan, 1998: 99).Genel bir tanımla

İnsanın doğumundan ergenliğe geçişi arasındaki döneme çocukluk dönemi denmektedir. Çocuk Hakları Sözleşmesinin 1. Maddesine göre ise “Daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, 18 yaşına kadar her insan çocuk sayılır.

Hukukta belli bir yasın altındakiler çocuk yani küçük olarak kabul edilir. Ancak çeşitli hukuk dallarında çocukların fizik, ruh ve ahlak bütünlüğünü korumak amacıyla

söz konusu yaşın (18 yaş) altında da yaş sınırlamaları yapılmıştır(Akyüz, 2001: 5).Ulusal hukuk, rüşt yası daha erken belirlenmedikçe on sekiz yaşın altındaki herkesi çocuk olarak tanımlamaktadır.

Franklin’e göre ‘Çocuk nedir? Sorunun cevabı çocukluğa ilişkin beş noktanın ortaya konulmasına bağlıdır. Bunları şu şekilde ifade edebiliriz (Fraklin, 1986):

1. Çocukluk herhangi bir döneme ait tek bir evrensel deneyim değildir, daha çok tarihsel olarak değişen kültürel bir yapıdır.

2. İki yaş grubu arasındaki ayrım çizgisi, yalnızca keyfi değil, aynı zamanda tutarsızdır. İnsanlar bazı faaliyetler için çok küçük görüldükleri halde, diğerleri için yeterince büyük sayılmayabilmektedirler. Ayrıca farklı cinsiyetler için sınırlar, farklı yaşlarda çizilmektedir.

3. Çocuklar negatif bir şekilde ‘yetişkin olmayanlar’ olarak tanımlanmaktadır. Çocukluk bebeklikten on sekiz yaşa kadar uzun bir yaş dönemini kapsamaktadır ve bu uzun süre son derece çeşitli ihtiyaçları, yetenekleri ve potansiyelleri içermektedir. Dolayısıyla bir grup genç için yerinde ve uygun olan şey başka bir grup için yerinde ve şey başka bir grup için uygun olmayabilir.

4. Çocuk terimi kronolojiden çok iktidarla ilgilidir. Terim belli bir yaşa işaret etmekten çok, bir iktidar ilişkisini belirtmek eğilimindedir ve başlangıçta düşük statüye sahip olanları tanımlamak için kullanılmıştır. Bir başka ifadeyle bireye çocuk olarak adlandırılmak genç olmaya gerek yoktur(bu cümleyi anlayamadım, karışık).. Burada çocuk nedir? Sorusuna verebilecek cevap; çocuğun toplumda iktidara sahip olanlar tarafından belirlendiğidir.

5. Çocukluk oldukça yeni bir buluştur. Holt, çocukluğun yaşamın özel bir evresi olarak yalıtılmasının, modern toplumun yaş bölümleri ile ilgilenme konusundaki eğiliminin bir parçası olduğu gözleminde bulunmaktadır. Doğumdan ölüme kesintisiz bir gelişim bölünmezliği olarak ele alınmak yerine yaşam, bir evreden diğerine geçiş olarak bir dizi evreye bölünmektedir. Öyleyse çocukluk yaşam eğrisini birine çocukluk, diğerine yetişkinlik denilen iki bölüme ayıran yapay bir dönemdir.

Çocukluğu ortaya çıkaran toplumsal koşullar kadar, zihinsel (entelektüel) ve kültürel evrim de önemlidir. Bu yüzden çocukluk olgusu ile çocuğun nasıl ve ne tür yaklaşımlara konu olduğu sorusu bu çerçevede açıklama bulmaktadır. Bu sorulara

verilecek cevaplar, çocuk ve çocukluk kavramlarının çocuk paradigmasına ulaşan terminolojik evrimini de açıklığa kavuşturur (Doğan, 2000).

2.1.2. Çocukluğun Tarihi

Antik dönemde çocuklukla ilgili tutumlara yönelik fazla bilgi bulunmamaktadır. Örneğin Eski Yunanlılar özel bir yaş kategorisi olarak çocukluğa oldukça az ilgi göstermişlerdir. Çocuk ve genç için kullandıkları terimler o kadar belirsizdir ki, bebeklik ile yaşlılık arasında kalan hemen her çağı içermektedir (Akyüz, 2001). Diğer yandan, Eski Yunanlıların çocuk resimleri yapmadıkları ve günümüze kadar gelebilen heykellerden hiç birinin de çocuk heykeli olmadığı bilinmektedir. Diğer bir deyişle, Eski Yunan'da çocukluk kavramı net değildir (Aktürk, 2006). Roma İmparatorluğu’nun ilk büyük kanunlaştırma hareketi olan 12 Levha Kanunlarına kadar çocuk ile çocukluk arasında herhangi bir düzenleme görülmemektedir. Bu durum Hint, Çin, Mısır, Babil, Eti gibi uygarlıklarda çocukluğun yetişkinlikten ayrı bir kategori olarak değerlendirilmediği, aynı kabul edildiğine işaret etmektedir.

Bugünkü anlamda çocuk ve çocukluk terimlerine ortaçağda da rastlanmamaktadır. Fransız nüfus bilimcisi ve sosyal tarihçisi Aries “Eski Devirlerde Çocuk ve Aile Yaşantısı” adlı kitabında çocukluğun değişmez bir olgu olduğu konusundaki geleneksel varsayımları eleştirmekte ve Ortaçağ Batı toplumlarında modern anlamda bir çocukluk kavramının bulunmadığını ileri sürmektedir (Akyüz, 2001:4). Orta çağda çocuk yedi yaşında yetişkin bir birey olarak kabul edilirdi. O zaman erkek çocuk bir ticaret adamı olarak takdir görmeliydi, yoksa şansını bulması, kaderini tayin etmesi için dışarıya gönderilirdi. Kızlar ise geleceğin mahalli sorumlukları için eğitilirdi (Rodham, 1979). Aries, Ortaçağ Batı toplumlarında çocukluk kavramının olmadığını söylemenin, çocukların ihmal edildiği ya da sevilmediği anlamına gelmediğini de belirtmektedir. Ona göre, çocukluk kavramını çocuk sevgisiyle karıştırmamak gerekir. Çocukluk kavramı, daha çok çocukların kendine has özellikleri bulunduğu, bu özelliklerin onu yetişkinden ayırdığı yolundaki bilinç ile ilgilidir. İşte Ortaçağ toplumlarında eksik olan bu bilinçtir (Aries, 1962, Archard, 2004).

Aries, çocukluğun bebeklik gibi biyolojik bir kategori olmayıp toplumsal bir tasavvur olduğunu söyleyerek; “Centuries of Chilhhood, A Social History of Family

Life” adlı eserinde çocukluk tasavvurunun tarihin belli bir noktasından toplumsal koşulların sonucu olarak ortaya çıktığını savunmaktadır (Aries, 1962, akt: Ümit, 2007: 24).

17. yüzyılın başlarından itibaren, yüksek sınıfa mensup varlıklı ailelerde çocuklar kendilerine özgü giysilere, oyunlara, öykülere, müziğe ve resimlere sahip olmaya başlamışlardır. Böylece onlar yetişkin etkinliklerinden uzak tutulmuşlar ve yetişkinlerle çocukların dünyası birbirinden ayrılmıştır. Yoksul sınıf çocuklarında gerek giysi ve oyun gerek çalışma ve yetişkinlerin dünyasını paylaşma bakımından eski yaşam biçimi sürmektedir (Akyüz, 2001: 5). Bu durum o zamanın sanatçıların eserlerinde açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Rönesans’la birlikte kültürel ve düşünsel ortamda başlayan değişim 19. yüzyılda da sürmüş ve çocukların diğer yetişkinlerden farklı bir sınıf olduğu anlayışı iyice pekişmiştir. Bu değişimde, ekonominin tarımdan sanayiye kayması, orta sınıfın gelişmesi, ailenin yapısının ve rolünün değişmesi, çocuk ölümlerinin azalması, boş zamanların artması, ana-baba-çocuk ilişkisinde duygusal bağın önem kazanması gibi etkenlerin de rolü olmuştur (Akyüz, 2001). Rodham’a göre (1979) 19. Yüzyılda zorunlu eğitimin ortaya çıkmasıyla birlikte çocukların yetişkinlerden farklı olarak eğitim fırsatları ortaya çıkmıştır. Böylelikle eğitimsel koşulların iyileştirmesiyle birlikte çocukluk statüsü de kendiliğinden sorgulanır hale gelmiştir.

Aydınlanma çağı filozofları, çocukluk anlayışı ve çocuk eğitimi konusunda yeni görüşler ileri sürmüşlerdir. Böylece, kendine özgü ve gittikçe gelişen bir çocukluk anlayışı ortaya çıkmıştır. Gelişen bu anlayış doğrultusunda çocuklar göçlerin, sanayileşmenin, şehirleşmenin olumsuz etkilerinden korunmaya çalışılmış, sağlık ve refahlarıyla ilgili önlemler alınmıştır. 20. yüzyılda ise çocuk, toplumun geleceğini belirleyen en önemli insan kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Bu yüzyıl aynı zamanda, filozofların, eğitimcilerin, psikologların ve hukukçuların çocukları incelemeleri, onların gelişimleri ve hakları konusunda fikirler ileri sürmeleri dolayısıyla “çocuk yüzyılı” olarak da adlandırılmıştır (Akyüz, 2001: 4).

Görülmektedir ki, çocukluk bilincinin bulunmadığı bir çağdan hukuksal, toplumsal ve eğitsel kurumlar çerçevesinde korunan bir çocukluk kavramına geçiş

yaklaşık dört yüzyıl sürmüştür. Ne var ki, günümüzde; çocuklukla yetişkinliğin yeniden birleşmekte olduğunu, aydınlanma çağı öncesindeki, bu iki dönem arasındaki sınırların belirsizliğine geri dönüldüğünü savunan yazarlar vardır. Bu yazarlardan Postman, “Çocukluğun Yok Oluşu” adlı eserinde, çocuklukla yetişkinlik arasındaki göreceli ayrımın giysilerden, dil, tavır, tutum, davranış ve beklentilere varıncaya kadar önemli ölçüde azaldığını ileri sürmekte ve telgrafın keşfiyle başlayıp günümüze kadar süren teknolojik ve sosyo-kültürel değişimin çocukluğu, korunması güç bir toplumsal yapıya nasıl getirdiğini örnekleriyle açıklamaktadır. Ona göre medya, özellikle de TV, analitik becerilerin yerine ilkel algılamaları geçirerek, düşünsel ve toplumsal hiyerarşinin çökmesine, çocuk ve yetişkin gruplar arasındaki farkların ortadan kalkmasına neden olan bir ortam oluşturmuştur. Bu ortam gizlerin ortadan kalktığı, yetişkin dünyasındaki şiddet, sıkıntı, çürümüşlük, yolsuzluk ve güvensizliklerin sınırsız biçimde sergilendiği, yetişkinlerin cinsel fantezilerinde çocukların kullanıldığı bir ortamdır. Böyle bir ortamda çocuk yetişkinleşmekte, yetişkin de çocuk olmaktadır (Akyüz, 2001: 6).

Sonuç olarak, çocukluk tarihi konusundaki çalışmalar, çocukluğun doğal sanılan özelliklerinin toplumsal bir değişken olduğunu göstermektedir. Belli bir zamana ve topluma özgü tek bir çocukluk anlayışından söz edilememektedir. Devlet ideolojisi, çocukluğu kendine özgü bağımlılıkları ile özel bir dönem olarak tanımlayarak okul çağı ile özdeşleştirirken, bazı kesimlerde beş-altı yaşını geçer geçmez yetişkin dünyasına karışan bir çocukluk anlayışı hâlâ etkisini sürdürmektedir (Tan, 1994).

2.1.3. Çocuk Hukuku

Çocuk hukukunun tarihi pek eski değildir. Tarihsel süreç içinde çocukların korunmasının gerekli olduğu ortaya atılmış daha sonraki süreçte korumanın yöntem ve esasları üzerine değişiklik yapılmıştır. Çocuk hukukunun iki anlamı olduğu kabul edilmektedir. Bunlar “objektif çocuk hukuku” ve “subjektif çocuk hukuku” dur. Çocuğun hukuki durumunu ifade eden hukuk kurallarının tümüne objektif çocuk hukuku denir. Bu anlamda objektif çocuk hukukuna “özel, ceza ve sosyal hukuk” girer. Subjektif çocuk hukuku ise çocuklara tanıdığı temel hak ve mükellefiyetler sebebiyle bu şekilde adlandırılmıştır (Çetinkaya, 1997).

Çocuk hukuku, adında da anlaşılacağı gibi çocuklar ile ilgili hukuk kurallarından ve bu kuralların uygulanmasından ve öğretilmesinden oluşur. Çocuk hukukunun temelleri BM Çocuk Hakları sözleşmesinde yer alan haklara dayanır (Balo, 2003, 22).

Çocukluk kullanıldığı bilim alanına göre farklı yaşam yıllarını kapsar. Hukukta çocuk kavramı iki anlamda kullanılmıştır. Birinci anlamda, küçüğü yetişkinden ayırmak ikinci anlamda ise, ana-babaya olan soy bağını belirtmek amacıyla kullanılmaktadır.

Medeni Kanuna Göre Küçüklüğün Başlangıcı ve Sonu a. Küçüklüğün Başlangıcı

Türk Hukuk Sisteminde çocukluğun başlangıcı, kişiliğin kazanılması, kazanılmış sayılmasına bağlanmıştır. Türk Medeni Kanunun 28. maddesine göre de ‘kişilik’ çocuğun sağ olarak tamamı ile doğduğu anda başlar ve ölümle sona erer. Çocuk hak ehliyetini, sağ doğmak koşulu ile ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder. Buna göre, kişiliğin kazanılması ve dolayısı ile çocukluğun başlayabilmesi bu iki koşulun birlikte gerçekleşmesine bağlıdır (Balo, 2005). Kişiliğin hangi andan başlayarak kazanılacağı, kişinin haklara ve yükümlülüklere sahip olması ve hukuk düzeni tarafından korunması bakımından önemlidir.

b. Ceninin Hukukî Durumu

Henüz doğmamış ana rahmindeki çocuğa “cenin” denir. Hukuk sistemimizde cenini, miras hukuku, aile hukuku, borçlar hukuku ve ceza hukukunda koruyan kurallar bulunmaktadır. Medeni Kanunun 27. maddesine göre, çocuk sağ doğmak şartıyla ana rahmine düştüğü andan başlayarak medeni haklardan yararlanır.

Çocuk Haklarına dair sözleşme çocukluğun başlangıcını belirlememiştir. Ancak Sözleşme’nin İnsan Hakları Komisyonu’nda kabulü sırasında en tartışmalı konulardan biri, çocuğa sağlanan hukuksal korumanın doğum öncesini de içerip içermediğidir. Sözleşme, çocuğa uygulanabilecek olan kanuna göre daha erken yaşta reşit olma durumu hariç 18 yaşından küçükleri çocuk saymıştır. Ceninin durumu Sözleşme’nin başlangıcına alınmıştır. Buna göre, çocuğun “doğumdan sonra olduğu gibi önce de” uygun hukuksal korumadan yararlanması öngörülmüştür. Böylece çocukluk için bir başlangıç anı belirlenmesinden kaçınılmıştır. Bunun nedeni, kürtaj konusunda ve doğum öncesini ilgilendiren diğer konularda taraf tutmaktan kaçınmak ve Birleşmiş Milletler

üyesi ülkelerin tümünün benimseyebileceği bir çözüm bulmaktadır. Çünkü Sözleşme’nin asıl amacı doğmuş olan çocukların haklarını korumaktır. Doğum öncesi hakların üzerinde uluslararası düzeyde bir uzlaşmaya varmak zordur (Akyüz, 2001: 6).

c. Küçüklüğün sonu

Küçüklük kişinin düşünsel olgunluğa ulaşması ile sona erer. Bu olgunluğun yaşını, yani rüşt yaşını kanun koyucu, çeşitli etkenleri dikkate alarak belirler.

Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, çocuğun 18 yaşını tamamlayıncaya kadar korunması gerektiğini kabul ederek, kendi amaçları açısından, çocukluk döneminin sona erme sınırını belirlemiştir. Ancak ulusal yasalara göre, 18 yaşını tamamlamadan da çocuğa belirli bir özerklik tanınabileceğini kabul etmiştir.

Türk Medeni Kanunu’na göre rüşt, 18 yaşın doldurulmasıyla kazanılır. Ancak Medeni Kanun bazı durumlarda 18 yaşın tamamlanmasından önce de reşit olunabileceğini belirtmiştir. Bunlar evlenmeyle kazanılan rüşt ile hâkim kararıyla kazanılan rüşttür.

Evlenme kişiyi reşit kılar. Medeni Kanun’a göre, evlenme yaşı erkeklerde 17, kadınlarda 15’tir. Bu yaşları doldurmuş küçükler velâyet hakkına sahip ana ve babalarının izniyle evlenebilirler. Olağanüstü durumlarda ve önemli bir nedenin bulunması koşuluyla hâkim 15 yaşını bitirmiş bir erkekle 14 yaşını bitirmiş bir kadının evlenmesine izin verebilir. Bu yaşlar oldukça düşüktür. Çünkü evlilik kurumu eşlere birçok ağır görevler ve borçlar yükler. Bu yükümlülükleri yerine getirebilmesi için kişinin belli bir düşünsel olgunluğa ulaşması gerekir. Ayrıca, rüştle birlikte kişinin, küçüklük sıfatıyla sahip olduğu haklar sona erer. Bu nedenle Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Komitesi Sözleşme’nin 2., 3., 6., maddelerine uygunluk açısından evlilik yaşının kız ve erkekler için eşit olması ve belirlenen yaşın da çok düşük olmaması gerektiğini vurgulamıştır. 1962 tarihli Evliliğe Onay, Asgari Evlenme Yaşı ve Evliliklerin Kaydı Sözleşmesi, bütün Devletlerin çocuk evliliklerini bütünüyle sona erdirmek ve reşit döneme gelmemiş kız çocukların nişanlanmalarını önlemek üzere gerekli girişimlerde bulunmalarını istemektedir (Akyüz, 2001: 6).

Türk Medeni Kanunu, bir çocuğun normal rüşt yaşına gelmeden hâkim kararıyla reşit olabileceğini de kabul etmektedir (Madde. 12). Bunun için çocuğun 15 yaşını bitirmesi, reşit kılınmasına rızasının bulunması, ana-babanın onay vermesi veya vasinin dinlenilmesi, çocuğun yararına uygun olması ve asliye hukuk mahkemesinin kararı gerekmektedir. Rüşte ulaşmakla çocuk, küçüklükten çıkarak medeni hakları kullanma bakımından tam ehliyetli bir yetişkin statüsünü kazanır. Çocuk velâyet altında ise velâyet, vesayet altında ise vesayet sona erer.