• Sonuç bulunamadı

1.2. İNKILAPLAR

1.2.3. Kılık Kıyafet Düzenlemesi

İnkılapların muhtevasında barındırdığı hedeflerin Avrupalılaşma; geleneksel, dini ve geçmişe ait olandan kopma ve “millileşme” olduğunu dile getirmiştik. Yine bu doğrultuda kabul edilen Şapka Kanunu da, sürecin özellikle ilk iki özelliğine hizmet eden bir nitelik taşır. Nitekim şapka kanununun kararı aşamasında Ankara Valisi tarafından teklif edilen şapkalara ufak bir ay yıldız yerleştirilmesi teklifinin reddedilmesi, şapka meselesinde terazinin “Avrupalılaşma” hedefinde ağır bastığını gösterir niteliktedir (İnönü, 1985: 209).

1925 yılında Mecliste kararı verilen şapka zorunluluğunu açıklamadan önce, buna benzer bir zorunluluğun Türk-Müslüman halkına ilk defa dayatılmadığını belirtmekte yarar var. Zira 1829 yılında II. Mahmut, Müslüman ve gayrimüslim halkı birbirinden ayıran başlıkları çıkartıp yerine, din ve millet ayrımı gütmeden, her kişiye fes giyme zorunluluğunu getirmiştir. Bu dönemde de oldukça fazla tepkiyle karşılaşan bu değişiklik her ne kadar tüm Osmanlı halkı için getirilmiş olsa da, gayrimüslimlerin devlet otoritesine daha az maruz kalması dolayısıyla başlıklarını çıkarmayı reddetmesi sonucu fes, Müslüman halkın başlığı olagelmiştir. Bu yüzden aradan yaklaşık bir asır geçtikten sonra bu sefer feslere yöneltilen oklar, oldukça büyük tepkiyle karşılanmıştır (Vatandaş, 2018: 154).

Şapka kanunu yürürlüğe girmeden önce Mustafa Kemal, şapkayı tanıtacağı ilk pilot şehri Kastamonu olarak belirlemiştir. Bunun en büyük nedeni, Kastamonu halkının diğer illere göre daha muhafazakâr olarak nitelendirilmesi, dolayısıyla oluşacak tepkinin boyutunu ölçmek için uygun bir bölge olduğu düşüncesidir (Vatandaş, 2018: 156). Nitekim Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’da yaptığı konuşmada, şapkanın ve Avrupai kıyafetlerin daha ucuz olduğu üzerinde durarak şapkayı halka tanıtma amacı gütmüştür. Ancak aradan üç ay

geçtikten sonra, 25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayılı kanun ile şapka giymek bir kanun haline geldiğinde, şapkanın ekonomik boyutu artık önemsiz mahiyete bürünecektir. Zira şapka kanununa uymayanlar İstiklal Mahkemeleri’nde cezalandırılmaya başlandığında, “hiç kimsede şapka giymenin pahalı olabileceğini söyleyecek hal kalmamıştır; çünkü görülmüştür ki, artık sorun fes ya da şapkayı değil, onlardan birinin giyileceği kafayı yerinde tutabilmektir” (Tunçay, 1981: 150). Nitekim Maraş’tan Rize’ye, Giresun’dan Samsun’a birçok yerde şapka kanununa uymayanları tutuklayan “seyyar” İstiklal Mahkemeleri dolayısıyla “medeniyetin” ve “Batılılaşmanın” sembolü haline getirilen şapka meselesi büyük ölçüde otoriter bir devrim haline gelmiştir. Öyle ki, Orhan Koloğlu, İslam’da Başlık adlı eserinde, 4 Mart 1926 tarihli Egyption Gazette’ten şu İstiklal Mahkemesi istatistiklerini aktarıyor: Aralık 1925: 75 dava, 163 sanık, 3 idam; Ocak 1926: 78 dava, 582 sanık, 42 idam; Şubat 1926 (ilk yarı): 63 sanık, 13 idam (Koloğlu’ndan aktaran Tunçay, 1981: 158).

Şapka Kanunu’nun sürecini ve halk tarafından nasıl bir tavırla karşılandığını tasvir edebilmek adına Cumhuriyet Dönemi’nde Rize’de köy hocalığı yapmış Kutuz Hoca’nın hatıratına başvurmakta yarar var:

“Köyün içinde fes takan, sarık saran insanlar hep olmuştur fakat çocukluğumuzdan itibaren fes takmak bizim için korkulu bir şeydi. Hele jandarma gördüğümüz zaman gayriihtiyari ilk yaptığımız şey, hemen başımızdaki fesi alıp cebimize koymak olurdu. Yaşlı insanların da bizim gibi davrandıklarına çok şahit olmuşumdur. (…) Şapka Kanunu çıktığı zaman (1926) Rize müftüsü köylümüz Nuh Efendi (öl 1938) idi. Rize valisi müftü Nuh Efendi’yi çağırmış ve kendisi ile sarıklı gezebilme izni verilen hocalar hariç dışarda hiç kimsenin sarıkla gezemeyeceğini tebliğ etmiş. Kanundan sonra müftü efendiler ve onların yazılı izin vesikası verdiği hocalar bir müddet daha sarıkla gezebildiler…Fakat 1934 yılında yapılan yeni düzenleme sadece Diyanet İşleri Başkanı’nın sarıkla dışarda dolaşabilmesine müsaade ediyordu. (Diğer dinlere mensup ruhanilerden de sadece patrik ve hahambaşı olanlar dini kisvelerini dışarda giyebileceklerdi). Bu karar müftü Nuh Efendi’ye tebliğ edildi. Müftü Efendi çok sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Eski hocalardan Antin Osman Efendi müftünün yanına gelmiş ve ‘Vali kimdir de bize şapka için tebliğde bulunacak, biz birer fötr şapka alıp takalım, sokakta gezelim, o da işitsin’ diyerek onu ikna etmiş. İkisi satın aldıkları fötr şapkayı takınarak sokağa çıkmışlar. Müftüyü bu şekilde gören esnaf dükkanların içlerine doğru kaçıştılar, sokaktaki halk da kaçıştı; müftü efendiyi –esnafın ifadeleriyle- bu ‘feci’ halde görmekten utanıyorlardı. Hâlbuki müftü efendi sokağa çıktığı zaman veya evine gidip gelirken halk ve bütün esnaf ayağa kalkar, onun vereceği selamı almayı şeref kabul eder, hürmet gösterirlerdi” (Kara, 2015: 188-191).

Kutuz Hoca’nın aktardığı müftü hadisesi, din adamlarının da itibarlarını kaybetmeye başladıklarını gözler önüne serer niteliktedir.

Kılık kıyafet düzenlemesi hakkında bir diğer girişim ise, çarşafın ve peçenin yasaklanmasıdır. Ancak bu değişiklik, kadın ve aile gibi Türk toplumu için

“namusu” ifade eden bir alana müdahale ettiğinden, şapka kanunu kadar radikal bir biçimde değil “alıştırarak” değiştirme yoluna gidilmiştir. İlk aşamada, çarşaf yasağının uygulanması için seçilen bölge olan Trabzon’da belediye kent merkezinde çarşaf giymeyi yasaklamış daha sonra yasak alanı genişletilerek ve uygulanan yasak netleştirilerek polis müdahalesine varan bir uygulama ile çarşaf ve peçe giymek bir suç olarak görülmeye başlamıştır (Vatandaş, 2018: 161). Bu minvalde kılık kıyafet meselesinde de devlet cebri ile toplumsal alanda değişimin hedeflendiğini çıkarmak mümkündür. Bu meseleye dair politikalar sembolik düzeyde geçmişten kopuşu ifade ederken, şeklen Avrupalılaşmayı ifade etmekte ve devlet şiddetini burada temel kuvvet teşkil etmektedir.