• Sonuç bulunamadı

Türkiye Cumhuriyeti’nde devlete bağlı bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı da laiklik meselesi bağlamında çokça tartışılan meselelerin başında gelmektedir. Sebilürreşad mecmuasında da laiklik meselesiyle ilişkili olarak tahlil ve tenkit edilen Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunu, Türkiye’deki konumu ve ifade ettiği anlam bağlamında incelemek durumundayız. Zira bu kurum laiklik meselesiyle ilgili çelişkiler ifade edilirken bakışların ilk çevrildiği müesseselerin başında gelmektedir.

Osmanlı Devleti’nde bulunan Şeyhülislamlık makamının uzantısı olarak da tasvir edilen Diyanet kurumu, aslında birçok aşamada şeyhülislamlıktan farklıdır. Nitekim Fatih döneminde tesis olunan Şeyhülislamlık makamı, Osmanlı Devleti’nde en önemli kurumların başında gelmektedir. Zira Osmanlı Devleti’nin, dini temsilini şeyhülislam üstlenirken, siyasi temsilini de sadrazam üstenmekteydi. Başka bir deyişle, sadrazam ve şeyhülislam, devlet yönetiminde “omuz omuza yürümekteydi” (Başgil, 2015: 196). Bu minvalde, Cumhuriyet Türkiye’sinin Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanı tarafından atanması ile; Osmanlı Devleti’nin şeyhülislamının sultan tarafından görevlendirilmesi arasında kurulan analoji yanlıştır. Zira belirtildiği gibi, şeyhülislam Osmanlı Devleti’nde yetki ve itibar anlamında önemli bir görev üstlenirken, Diyanet İşleri Başkanı laik bir devletin, sıradan bir “memurluğunu” üstlenmektedir (Kara, 2005: 183). Diğer yandan 4 Mayıs 1920’de “B. M. Meclisi İcra Vekillerinin sureti intihabına dair kanun” ile kurulan Şer’iye ve Evkaf Vekâleti bu merhalede, şeyhülislamlığın devamı olarak yorumlanmaya daha müsaittir. Zira bu kanunla din ve devlet ayrılmıyor, bilakis İstanbul hükümetinin Şeyhülislamlık makamı gibi siyasi özelliği de olan Şer’iye Vekâleti ile birleşiyordu. Ancak şöyle bir fark teşekkül ediyordu ki; İstanbul hükümetinde şeyhülislam halife-sultanın vekili iken, bu sistemde Şer’iye vekili Büyük Millet Meclisinin vekili idi ve meclis tarafından bu sıfatla atanmaktaydı (Başgil, 2015: 197). Bu sistem 1924’e kadar devam etmiştir.

3 Mart 1924’te ise, BMM’de kabul edilen önemli kanunlardan biri, Şer’iye ve Evkaf Vekâletinin yerine Diyanet İşleri Reisliğini kuran 429 sayılı kanundur.13

Bu kanun, din ile dünya işlerini ayırmış ve dünya işlerini kanunlaştırma yetkisini meclise, kanunların uygulanması yetkisini meclisin teşkil edeceği hükümete vermiştir. Din işlerinde ise cami, mescit gibi yapıların idaresi ve düzenlenmesi konusunda yetkiler ise Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilmiştir. Din eğitimi ise aşağıda ele alınacağı gibi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile Maarif Vekâletine devredilmiş ve din eğitimi ile Diyanet kurumu birbirinden tamamen koparılmıştır. Diğer yandan aynı kanun Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletini, din gibi ordunun da siyasetten arındırılması gerekçesiyle Genelkurmay Başkanlığı’na dönüştürmüştür (Kara, 2017a: 57).

1924 yılında yürürlüğe giren bu kanunla din devlet tahakkümü altına alınmış bulunmaktadır. Aynı zamanda din işleri ile ilgili Diyanet’e verilen yetkiler oldukça sınırlıdır. Diyanet’e devredilen yetki ve sorumluluklar camileri idare etmekle sınırlı olduğu gibi, camilerin idaresi Diyanet’in Donatım Müdürlüğü’ne bağlıdır. Ancak bugüne kadar da, cami yapımı ya da onarımı için Diyanet’e ayrılan herhangi bir bütçe de yoktur (Kara, 2017a: 66-68). Başka bir deyişle, 1924 yılında Diyanet’e verilen görevler; ibadet yerlerinin ve burada çalışan personelin idaresidir. Ancak, 1931’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bütçesi hakkındaki 1827 sayılı kanunun sonucu olarak, ibadet yerleri ve burada çalışan din görevlilerinin idaresi Diyanet’ten alınıp, Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir. 1935’te çıkartılan 2800 sayılı Diyanet İşleri Reisliği Teşkilat ve Vazifeleri Hakkında Kanun ile de, müftülerin seçimi yine Diyanet’e verilmiştir. Ama Diyanet bu seçimi, bölgesel mülki ve dini amirler tarafından önerilecek üç kişi arasından yapacaktı (Clayer, 2016: 100). Dolayısıyla “din işlerini” idare edecek Diyanet kurumunun, yetki ve sorumluluk alanının oldukça sınırlı olduğunu ifade etmek mümkündür. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tarihine bakıldığında kurumun işlevi sadece, Müslüman cemaatine “hurafelerden arındırılmış” olan dini ulaştırmak ve dini, inkılaplar ile uyuşacak bir çerçeveye yerleştirmek olmuştur (Kara, 2017a: 79). Başka bir deyişle Diyanet, “resmi İslam’ı tüm ülkeye yaymak için kullanılan başlıca idari araç” haline getirilmiştir (Umut Azak’tan aktaran Clayer, 2016: 98).

Laik bir devlette din işleri için Cumhurbaşkanlığı’na bağlı bir kurumun varlığı meselesi, uzun yıllar boyunca siyasi ve entelektüel çevreler tarafından tartışılan bir mesele olagelmiştir. Nitekim Aralık 1989’da bile dönemin Diyanet

İşleri Başkanı Said Yazıcıoğlu, büyük tepki toplayan bir söyleşisinde “ilmi ve batılı anlamda laikliği (…) dinin devlet işlerine, devletin de din işlerine karışmaması” olarak tanımlamış ve Türkiye’de laik bir rejimin olmadığını öne sürmüştür. Zira “Türkiye’de(…) dini müessese devlet yapısı içinde yer alıyor. (…) Laiklikten söz edebilmek için din işlerinin devlet içinde olmaması lazımdır. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir teşkilata devlet içinde yer verilmemesi lazımdır. Din İşleri’nin cemaate bırakılması lazımdır” (Gözaydın, 2016: 286).

Sebilürreşad’ın da dâhil olduğu bu “din işlerinin muhtariyeti” görüşünün yanında, Diyanet ile ilgili bir diğer görüş, din işlerinin devlet çatısı içinde yer alan bir kurum tarafından yönetilmesini savunurken; diğer bir görüş ise, kurumun devlet içinde tutulmakla birlikte özerk bir nitelik atfedilmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu görüşlerin kendi çerçevesinde kimi tenakuzları ve belirsizlikleri bulunmaktadır. Bu tenakuzları şöyle sıralayabiliriz: 1924 yılında 429 sayılı kanunun temsil ettiği görüşün devamı olan Diyanet’in devlet çatısı altında kalması gerektiğini belirten görüş, daha önce de belirtildiği gibi, laik devletin din işlerine tahakkümünü içerdiği için, Yazıcıoğlu’nun da belirttiği mahiyette bir tenakuz içermektedir. Diğer yandan, Diyanetin devlet içinde “özerk” nitelikli bir kurum haline getirilmesi meselesi, “özerkliğin” nasıl şekillendirileceği bağlamında muğlaktır. Kastedilen “özerkliğin” 1961 Anayasası’nda “özerk” olarak nitelenmiş üniversiteler, Radyo ve Televizyon Kurumu’na bakıldığında, Türk hukukunda, “özerkliğe” atfedilen anlamın, “siyasi iktidarın etkisinden uzaklaştırmak” olabileceğini söylesek de her kurumun statüsü ile birlikte taşıdığı anlam mahiyetinde “özerkliği” mutabakata muhtaçtır. Dolayısıyla, Diyanet kurumunun “özerkliği” de, bu tartışma bağlamında muğlak kalmaktadır (Gözaydın, 2016: 273-283).

Diğer yandan, diyanetin cemaate bırakılması görüşünün en önemli zaafı ise “cemaat” kavramı ile ilgilidir. Zira “cemaat” kavramı hukuki olarak Lozan Antlaşması ile garanti altına alınan gayrimüslim azınlıklar için kullanılmaktadır. Diğer yandan Türkiye’de, hak ve yetkileri tarif edilebilecek bir “Müslüman cemaat” yoktur (Kara, 2005: 195). Dolayısıyla, din işlerinin cemaate devredilmesi gibi bir mesele de muğlak kalmaktadır. Bu minvalde, Diyanet İşleri Başkanlığı meselesi, kurulduğu dönemden bu yana, Türkiye’de çokça tartışılan ancak net bir formülü ve çözümü bulunamayan meselelerdendir.

Diyanet meselesi ve diğer meselelerde belirttiğimiz gibi Batı ile karşılaşan Osmanlı Devleti’nden itibaren Türkiye, siyasi nüansları bulunmakla birlikte, uzun yıllar boyunca “laiklik” adı kullanılarak din alanını marjinalleştirme, dışlama veya kısıtlama uygulamalarının etrafında şekillenmiştir. Türkiye’de sınırsızca kullanılan, ancak tanım ve sınırlar itibariyle ayakları yere basmayan “laiklik” kavramı, Erken Cumhuriyet döneminde uygulanan birçok yaptırıma üst başlık olarak kullanılabilir. Nitekim aşağıda ele alacağımız inkılaplar ve din eğitimi meseleleri de, geniş anlamda “laiklik” ilkesinin uzantılarıdır.