• Sonuç bulunamadı

1.2. İNKILAPLAR

1.2.2. Alfabenin Değiştirilmesi

XIX. yüzyılın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda Arnavut halkının alfabenin değiştirilmesi meselesini tartışmaya başladığını söylemek mümkündür. Nitekim 30 Eylül 1879’da kurulan “Cemiyet-i İlmiyye-i Arnavudiye” Latin harflerinin kabulü sorununa önem atfetmiştir. Daha sonra bu cemiyet, kurula Abetere (ABC) denilen bir alfabe hazırlatmış ve Latin ve Grek harflerinden oluşan bu alfabe Arnavut okulları tarafından kullanılmaya başlanmıştır (Ortaylı, 2007: 236).

Osmanlı tebaası için alfabenin değiştirilmesi konusuna ise, ilk defa Tanzimat devlet adamlarından Münif Paşa’nın 1862’de Osmanlı Cemiyet-i İlmiyye’sine sunduğu önergede rastlıyoruz. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra ise, Namık Kemal ve İran İstanbul büyükelçisi Mirza Melkom Han arasında, Hürriyet gazetesinde bir tartışma başlamış ve gazetenin 13 Rebilülahir 1281 (9 Ağustos 1869) tarihli sayısında Malkom Han; “Arap harflerinin hali hazır durumu İslam çocuklarının maarif ve terakkiine mâni olmaktadır.” diyerek alfabenin yeniden düzenlenmesini önermiştir. Namık Kemal ise Malkom Han’a cevap verdiği yazısında Arap harflerini savunmuştur (Ortaylı, 2007: 236-238).

İkinci Meşrutiyet döneminde ise Hüseyin Cahit (Yalçın), Abdullah Cevdet, Celal Nuri (İleri) gibi bazı Jön Türk yazarları, Latin alfabesinin kabulünü savunmuş diğer yandan Enver Paşa da Osmanlıca harflerinin yeniden düzenlenmiş ve Türk fonetiğini tümüyle dikkate alan bir biçimini orduda denemiştir. Huruf-u Munfasıla, Enveri Yazı, Hatt-ı Cedid, Ordu Elifbası gibi isimlerle anılan bu alfabe pratik olmadığı ve harp muhaberatını sekteye uğratacağı düşüncesiyle terkedilmiştir. Ancak şu var ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Galiçya Cephesi’nde iletişim Latin harfleri ile sağlanmıştır (Ortaylı, 2007: 240-241).

1923 yılından sonra bu konu ile ilgili İzmir İktisat Kongresi’nde ve 1924 yılında meclis içinde bazı tartışmalara rastlamak mümkündür. Diğer yandan Sovyetler Birliği’ndeki Türki cumhuriyetlerin 1926 yılında Latin alfabesini kabul etmeleri, Türkiye’deki tartışmalara da ivme kazandırmıştır (Zürcher, 2009: 279). 1925 yılına gelindiğinde ise, Bakü’de toplanan Türkoloji Kongresi’nde Bekir Çobanzade, Hasan Sabri Ayvazof, Ağamalioğlu, tüm Türk dillerini konuşanlar için Latin harflerini savunmuşlardır. Bu kongreye katılan Köprülüzade Mehmet Fuat (Köprülü) Bey’in tavrı konusunda elimizde bir bilgi olmamasına rağmen Mehmet Fuat Bey’in 1926 Aralık’ında Milli Mecmua’da yayımlanan bir makalesinde, “harfler konusu ile ihtisas sahibi olmayanların uğraşmaması gerektiği halde herkesin bu konuyu iş edindiği, bir milletin maarif ve kültür hayatında harflerin önemsiz bir mesele olduğu, Latin harfleriyle medeni terakki sağlanamayacağı, zaten yeni alfabenin yaratacağı zorluklar dolayısıyla” tutunamayacağını ifade ettiğini belirtmek gerekir (Ortaylı, 2007: 241).

1928 yılında Mustafa Kemal’in yönetimindeki bir komisyon, alfabenin değiştirilmesi ile ilgili bir rapor kaleme almış ve aynı tarihin 9 Ağustos’unda

Cumhurbaşkanı ilk kez, Osmanlı alfabesinin yerini “Türk harflerinin” alacağını açıklamıştır. Yeni alfabeyi 1 Ocak 1929’dan itibaren kamu iletişiminde zorunlu kılan bir yasa 1 Kasım’da meclisten geçirilmiştir (Zürcher, 2009: 279). Bu değişiklik, Türkiye’nin geçmişten, geçmişe ait olandan ve İslami geleneklerden koparılması bağlamında, uygulanan başka bir reform olma özelliği taşıyordu. Ancak amaçlanan bu kopuştan bağımsız olarak alfabedeki değişiklik “okuma yazma oranı” ile bağdaştırılarak açıklandı. Oysa Türkiye’de okuma yazma oranının düşük olmasına en büyük etkenin alfabenin zorluğunun değil, eğitim kültürü ve yüzyıllardır süregelen savaşlar olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim yetişkinler için açılan Millet Mektepleri yoluyla yeni yazıda okuryazarlığı arttırmak için çaba harcanmasına rağmen, okuma yazma bilenlerin oranı diğer gelişmekte olan ülkelere nazaran daha düşüktü. Ayrıca eski yazı da 1928 öncesi öğrenim görenler tarafından 1960’lara kadar yazışmalarda, notlarda ve günlüklerde kullanılmaya devam etti (Zürcher, 2009: 280). Diğer yandan devlet adamlarının söylemlerinden de alfabede gerçekleştirilen bu değişimin sadece “okuryazar oranını arttırma” gayesi gütmediğini anlayabiliriz. Nitekim İsmet İnönü’nün, “Harf İnkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz”(İnönü, 1985: 223) ifadesi ya da Falih Rıfkı Atay’ın, her ne kadar ısrarla alfabede kolaylık-zorluk meselesine vurgu yapsa da, “Batı yazı âlemine girecek ve onun bütün kolaylıklarından faydalanacaktık. En ehemmiyetlisi Türk kafasını, köklerine kadar, Arap kaynaklarından sökecek ve milli kılacaktık” (Atay, 1968: 439) ifadeleri asıl amaçlananın “okuryazarlık” meselesi ile ilgili olmadığını gösterir.

Dil reformu ile ilgili değinilmesi gereken diğer önemli mesele de, dilde arılaşma çalışmalarıdır. XIX. yüzyılda Osmanlıca yazı dilinin Türk halkının konuştuğu dilden uzaklaşması sonucunda ortaya atılan “dilde sadeleştirme” fikri, 1930’ların aşırı milliyetçi havasında “dildeki Arapça ve Farsça kelimelerin kaldırılması ve dilin arılaştırılması” biçimini almıştı. Mustafa Kemal’in İsveç Veliahdı Prens Gustaf Adolf Çankaya’da ağırlandığında (3 Kasım 1934) yaptığı konuşma, bu “uydurma dil” sürecinin bir örneğini gözler önüne serer:

“Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar; onlar bugün en güzel utkuyu kazanmaya anıklanıyorlar: baysal utkusu” (Atatürk, 1995: 320-321).

Mustafa Kemal’in yine buna benzer bir konuşması 3 Mayıs 1934 tarihinde havacılıkla ilgili olarak Etimesgut’ta gerçekleştirilmiştir:

“Türk… üzelden tanıma kapasitesini göstererek kapsal bir dölenle, toprağı ve onun türlü ürünlerini insanlığa verimli kılmış; okan denizlerde göğüslemedik dalgalar bırakmıyarak, insanlığa kültür yolları açmıştır” (Atatürk, 1995: 322).

Dilde arılaşma fikri eyleme dökülme aşamasına gelmeden önce basının sıkça gündeme getirdiği konulardan biri olmuştur. Konu dâhilinde Fazıl Ahmet (Aytaç)’ın Hangi Kelimeler Türkçe’dir? başlığını taşıyan yazısını; Halil Nimetullah (Öztürk)’ün İlim Lisanında Birlik başlıklı yazısını ya da Mahmut Arif’in Dilimizi Nasıl Türkçeleştireceğiz? başlıklı yazısını örnek vermek mümkündür (Vatandaş, 2018: 318).

1929’dan başlayıp 1934’e kadar devam eden süreçte reformu destekleyen devlet adamları dâhil kimse birbirini anlayamaz hale gelmiştir. Öyle ki, İsmet İnönü bile sürecin vahametini Falih Rıfkı’nın aktardığına göre “Konuşamıyoruz, dilsiz kaldık.” şeklinde ifade etmiştir (Atay, 1968: 478-479). Girilen bu kısır döngü sonunda “dili sadeleştirme” sürecinden geri dönüş başlamış, bu geri dönüş sürecini başlangıcını haber veren ise, Mustafa Kemal’in, Yugoslav Kralı Aleksandr ile Fransa Dışişleri Bakanı M. Bartu’nun bir suikast sonucu öldürülmesi üzerine, Yugoslav Kral vekiline ilettiği telgraftır olmuştur:

“Yugoslavya Kralı Haşmetlû Alexandr Hazretlerine karşı yapılmış olan vahşiyane suikastı büyük bir teessürle haber aldım. Sadık bir dostu ve samimi bir kardeşi olmakla müftehir bulunduğum büyük kralının vefatıyla Yugoslavya’nın duçar olduğu elim ziya bütün Türk milleti tarafından da şiddetle hissedilecektir…” (Vatandaş, 2018: 320).

Dil reformunda geri dönüşün en büyük dayanağı Güneş Dil Teorisi olmuştur. Bu teori, bütün dillerin tarihin en eski dönemlerinde Orta Asya’da konuşulan tek bir dilden türediğini ve bütün diller içinde, bu kökene en yakın olanın Türkçe olduğunu kabul ediyordu. Kvergic adında Viyanalı bir Doğu Bilimci tarafından ortaya atılan bu kuram Türk bilim insanları tarafından kayıtsızlıkla karşılandıysa da Mustafa Kemal tarafından ilgi görmüş ve Mustafa Kemal bu teorinin Türk Dili Tetkik Cemiyeti tarafından incelenmesini emretmiştir. 1936 yılında gerçekleşen cemiyetin üçüncü kurultayında, bu teori resmen kabul edilmiş ve hatta, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bu teori ile ilgili kurslar başlatılmıştır (Zürcher, 2009: 281-282).Bu kuramın dil reformu açısından önemi, reformun çıkmaza girdiği bir noktada bir çıkış yolu sunmasıdır. Zira bütün sözcükler ve diller Türkçeden ortaya çıkıyorsa, kullanılan dil içinde reform yapmaya; kimi sözcükleri “öz”leştirip, kimi sözcükleri tasfiye etmeye gerek yoktur.

Dilde yapılan değişiklikler, alfabenin değiştirildiği 1928 yılı ve dilde sadeleşme sürecine gidildiği 1932 yılı ile sınırlı kalmayıp akislerini uzun yıllar boyunca devam ettirecektir. Nitekim 1948 yılında Sebilürreşad yazarları bu konu üzerinde ziyadesiyle durmuş, üretilen veya icat edilen kelimelerin eski karşılıklarını veremediği konusuna vurgu yapmışlardır. Böylece geçmişin ve geleneğin yerinin, milli olana yapılan vurguyla doldurulmaya çalışıldığı dil inkılabı, sembolik düzeyde laikleşmenin en önemli hatlarından birini oluşturmuştur.