• Sonuç bulunamadı

SOSYAL DİYALOG KAVRAM

1.3. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SOSYAL DİYALOĞUN ÖNEMİ

1.3.5. Küreselleşmenin Kriz Ortamındaki Etkiler

“Asya’da bir kelebeğin kanat çırpması, Amerika’da kasırga çıkarıyor” sözü, dünya ekonomisinin nasıl bütünleşmiş bir hale geldiğini ve daha önceleri 20-30 yıl aralıklarla yaşanan krizlerin bugün çok daha kısa aralıklarla ortaya çıktığını ve tüm dünyayı etkisi altına aldığını tam anlamıyla anlatıyor.

Bu krizler, bütün yerleşik ilişki ve yapıları derinden sarsıyor. Ulusal devlet yapıları, sosyal diyalog kurumları, işçi işveren ilişkileri bu krizlerden olumsuz etkileniyor.

Krizlerin bu sayılan özellikleri tüm dünya da sendikal hareketi sıkıştırmaya devam ediyor. İşgücü piyasaları bütün bu değişim ve dinamiklerin etkisi altında bulunuyor. Sendikal hareket, istenmese de, sadece sendikal alanda değil, siyasal alanda da var olan etkisini yitirmeye başlıyor.

1970’lerde ekonomik krizin ortaya çıkmasıyla önce ekonomik durgunluk, ardından da derin bir işsizlik meydana gelmiştir. Bu dönemle birlikte, çıkar mücadelesine dayalı, grev ve lokavtın sık sık kullanıldığı Fordist yapı birtakım olumsuzlukları beraberinde getirmiştir. Konjonktürel dalgalanmaların yani arz ve talepteki değişikliklerin ortaya çıktığı bu dönemde kitle üretimi zedelenmiştir. Mevcut katı hukuki düzenlemeler ise soruna çözüm üretebilmek için yetersiz kalmıştır.

Krizin başlangıcıyla birlikte günümüze kadar gelen dönemde dünya geniş bir küreselleşme dalgasıyla karşı karşıya kalmış ve dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi gerçekleştiremeyen ülke ekonomileri küreselleşmenin mağduru durumuna

düşmüşlerdir. Sözkonusu durum işletmelerin kendilerini yoğun ve acımasız bir rekabet ortamında bulmalarına yol açmış ve çalışma hayatının yapısı Fordist döneme nazaran köklü bir değişime uğramıştır. Günümüzde sosyal taraflar, geliri ve istihdamı koruyabilmenin tek yolunun işletmenin rekabet gücünü artırmak olduğunu anlamışlardır. Dolayısıyla, uluslararası rekabet ortamının acımasız şartları, “sosyal işbirliği” kavramının ön plana çıkmasına yol açmıştır. 73

Küreselleşme ve sertleşen rekabet şartları İş Hukukunun yapısını da değiştirmiştir. Zira, o güne kadar “işçiyi koruma” ilkesi üzerine bina edilmiş olan bu hukuk dalı artık “işletmeyi koruma” ilkesini de kapsamında barındırmaya başlamıştır. Söz konusu yeni durum işçilerin ve işverenlerin ortak bazı noktalarda buluşmaları zorunluluğunu getirmiştir. Geçmişte toplu görüşmeler yoluyla optimum nokta bulma uğraşısındaki sosyal taraflar ve özellikle uyuşmazlık anında grev yoluna gitmekten çekinmeyen işçi kesimi, üretmeden bölüşmenin mümkün olmadığı gerçeğine vakıf olmuşlardır. Bu durum ise her iki tarafı daha çok üretmenin, aynı zamanda kendini krize rağmen güvende hissetmenin yollarını birlikte aramaya yöneltmiştir. Bir başka deyişle, iş güvencesinin tam anlamıyla bulunmadığı ülkelerde işçilerin hayatlarını idame ettirecek ücretlerini temin ettikleri işlerini kaybetmemelerinin yolu işletmenin rekabet edebilmesi, dolayısıyla yaşayabilmesi ve işverenlerin de bunun için çalışma hayatında daha geniş bir hareket kabiliyetine sahip olabilmeleridir. İşçinin gerçekten korunması “işyeri ve istihdamın” korunması ile mümkün olacaktır. Bunun için ise iş mevzuatında esnekleştirmeye gidilmesi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, esneklik uygulamalarının tek taraflı olarak işveren tarafından belirlenmesi yaratılmak istenen çalışma barışı, verim ve güvencenin tesisini imkansız hale getirecektir. İşçi ve işveren kesimlerinin iyi bir diyalog kurması ve müşterek çözümler üretmesi karşılıklı kayıpları asgaride tutacaktır. Zaten, işverenlerin piyasa ekonomisini uygulayabilmeleri için ihtiyaç duydukları esneklik için işçiyi iknaları ancak sosyal diyalog ile olabilir. Görüldüğü üzere günümüzde “işyeri”, sosyal ortakların ortak çıkarlarının bulunduğu yeni bir içerik kazanmıştır.

Ekonomik işleyişin iki temel unsuru olan işveren sermayesi ile işçi emeğinin biraraya gelip ortak planlar çerçevesinde hareket etmeleri ekonomik kalkınma sürecinde iyimser bir havanın hakim olmasını sağlayacaktır. Elbette anlamlı bir sosyal diyalog için vazgeçilmez örgütler ise sendikalar olacaktır. Bazı yazarlar,

toplumsal bir uzlaşmanın oluşacağı bu sistemi, sendikalar ile işbirliğine giden ve işçi ve işveren kesimlerinin temel konularda hemfikir olmaları esasına dayanan “neo- korporatist model” olarak adlandırdığı halde, doktrindeki karşı görüş günümüzün “işbirliği” anlayışının üç ayaklı olduğunu, devletin de kapsama dahil bulunduğunu, ayrıca sosyal diyalogun amacının korporasyonlardaki gibi mesleki problemleri değil, tüm ekonomik ve sosyal yapının sorunlarını çözmek olduğunu ifade etmektedir.74

Mevcut şartlar sosyal diyalog ve işbirliğini ön plana çıkarmış ve sosyal taraflar uyuşmazlık ihtimalini olabildiğince bertaraf edip sorunları barışçı çözüm yollarıyla çözme yolunu seçmişlerdir. Bu anlamda İş Hukukundaki barışçı yöntemlere her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır, yoğun zaman kaybına neden olduğu öne sürülen “Arabuluculuk” müessesesi uygulamasına da bazı görüşlerin aksine son verilmemeli, daha amaca uygun çalışması sağlanmalıdır. Zira, rekabetin tüm şiddetiyle etkisini hissettirdiği, sipariş üzerine ve sıfır stokla üretimin yapıldığı günümüzde hiçbir işletmenin grevde kaybedecek bir günü bile yoktur. Böyle bir durum işletmenin pazar payını kaybetmesine yol açacaktır, zira grev nedeniyle piyasada onun boşalttığı yeri hemen doldurabilecek rakip her an mevcuttur. İşverenin zor durumundan yararlanmaya çalışıp daha fazla çıkar elde etme isteği ise işçi sendikasının da doğal olarak işine gelmeyecektir, çünkü mevcut olmayan bir işyerinde işçi de bulunmayacaktır. Bu anlamda, sendikaların da bir yeniden yapılanma içine girmeleri kaçınılmazdır. Değişen koşullar karşısında sendikalar ya değişikliklere direnecekler, ya pasif bir tutum kazanacaklar ya da sosyal diyalog yoluyla yapıcı bir rol oynayacaklardır. Örneğin Almanya’da “iş için birlik” yaklaşımı çerçevesinde politikacı, sendikacı ve işletmeciler ortak bir girişimle işsizliğe savaş ilan etmişlerdir. Türkiye’de 1980 öncesindeki işçi-işveren ilişkileri dikkate alındığında bugün sosyal diyalogun oluşturulması sürecinde ciddi bir yol katedildiği görülecektir.

Müşteri taleplerinin her an değiştiği, müşteri memnuniyetinin ön planda olduğu günümüzde müşterisini tatmin edemeyen işletmeler rekabet güçlerini kaybetmekte ve giderek yok olmaktadırlar. Amaca yönelik olarak da işletmeler kaliteden ödün vermemeye çalışmakta, tüketicinin korunmasını rekabetin şartlarından biri olarak görmektedirler. Bu anlamda, küreselleşme ve Gümrük Birliği ülkemizde de verimlilik ve kalite konularını gündemde tutmuş ve Nispi bir barış ve diyalog süreci başlamış, iş uyuşmazlıkları ve grev eğilimleri büyük ölçüde

zayıflamıştır. Bu durum özellikle işçi kesiminin yararına olmuştur, çünkü “kalite” kavramı, çalışma normlarının düşürülmesi tehlikesine karşı en önemli engeldir. Şöyle ki; çalışma normlarının düşürülmesiyle rekabetin artırılması düşüncesi, beraberinde kalite kaybını, maliyet yükselmesini getirecek ve rekabet gücü düşecektir. Sonuç itibariyle; işyeri düzeyinde çağdaş üretim ve yönetim teknikleri, toplam kalite uygulamaları, verimlilik artışı ve insan kaynakları gibi çağdaş yöntemler esasen işbirliği ve diyalog için güçlü bir altyapı oluşturmaktadırlar.

İşçi ve işveren kesimi arasında sosyal diyalog sürecinin sağlıklı işlemesi gereği düşüncesinden, sadece hizmet sözleşmesiyle çalışanların kapsam içinde bulunmaları gerektiği sonucu çıkarılmamalıdır. Bu anlamda, sigortalı ve sendikalı işçi çalıştıran kayıtlı sektörü tasfiye noktasına itebilecek aşamalara ulaşan kayıt dışı sektör de sosyal diyalogun, dolayısıyla sosyal korumanın kapsamı içinde olmalıdır.