• Sonuç bulunamadı

Kâidenin İstikrâ’ Sonucu Elde Edilmesi

A. Fıkhî Kâidelerin Temel Özellikleri

3. Kâidenin İstikrâ’ Sonucu Elde Edilmesi

Tikel önermelerden tümel bir neticeye varmayı sağlayan akıl yürütme yönteminin adı olan istikrâ’, daha çok tikelden/cüz’îden tümele/küllîye götüren zihinsel işlemi ifade eder.221 Değişik disiplinlere mensup klasik dönem bilginleri, istikrâyı inceleme konusu edindikleri disipline göre farklı tanımlamışlardır. Bunlardan Gazzâlî (v. 505/1111)

220 İbn Nüceym, el-Eşbâh, s. 133-134. 221 Bingöl, “İstikrâ”, DİA, XXIII, s. 358.

istikrâyı, küllî bir anlamın altında yer alan birçok cüz’îyi inceleyip bu cüz’îlerden elde

edilen bir hükümle o küllî hakkında hüküm vermek şeklinde tanımlar.222 İstikrâ’, kıyâs-ı mukassim, kıyâs-ı burhânî, istikrâ-i hakîkî ve istikrâ-i müstevî olarak ifade edilen tam istikra’ ile nâkıs istikrâ’ olmak üzere iki çeşittir. Tam istikrâ’, bir bütünün veya küllî bir önermenin cüz’iyyâtının tamamını inceleyip genel bir yargıya ulaşma şeklinde olup kesin bilgi ifade eder. Örneğin “Her cisim ya canlı, ya bitki veya cansızdır, bunların her

biri de yer kaplayıcıdır, öyleyse her cisim yer kaplayıcıdır.” Kesin bilgiden ziyade zan

ve ihtimal ifade eden nâkıs istikrâda ise cüz’iyyâtın çoğunluğu dikkate alınarak genel bir hükme varılır. Örneğin insanın, yırtıcı ve evcil hayvanlara bakarak her hayvanın çiğneme esnasında alt çenesini oynattığı sonucuna varması kesin olmayıp zan ifade eder. Çünkü timsah, varılan bu sonuca istisna teşkil etmektedir.223 Sekkâkî (v. 626/1229) de istikrâyı, altına giren tikelleri kuşatma derecesine göre ifade edeceği bilgiyle irtibatlandırarak cüz’îlerden küllî bir hüküm çıkarma şeklinde tanımlar.224 Cürcânî (v. 816/1413) istikrâyı, tikellerin bir kısmını inceleyerek bir neticeye varma özelliğini dikkate alarak “cüz’iyyâtının çoğunluğunda bulunması sebebiyle küllî olan hakkında bir

yargıda bulunmak” şeklinde tanımlar. Genel yargının tikellerin tamamına uygulanması

durumunda bunun istikrâ’ olmayacağı görüşünde olan Cürcânî, cüz’iyyâtın tamamının incelenmesi sonucu bir yargıya ulaşılması işlemine de kıyâs-ı mukassim adını verir.225

Buradaki tanımlardan da anlaşılacağı üzere istikrâ yöntemini kullanarak kâide elde etmek sadece fıkıh ilmine ait bir özellik olmayıp başka ilimlerin de başvurduğu bir yöntemdir.226 İstikrâdaki tikel olanların incelenmesi sonucunda genel bir yargıya varılması işlemiyle, kavâidin elde edilmesinde takip edilen yöntem aynıdır. Fıkıh eserlerinde veya kavâid literatürüne ait kitaplarda zikredilen kâideler, fıkhî kaynaklarda geçen tikel olayların hepsinin veya bir kısmının incelenmesi ve bunların dayandığı ortak prensibin tespit edilmesi şeklindedir. Ancak belirtmek gerekir ki, cüz’ilerin incelenmesi

222 Gazzâlî, Mi‘yâru’l-‘ilm, s. 115.

223

Tehânevî, Keşşâfü istilâhâti’l-fünûn, I, 172. Ayrıca bkz. Bingöl, “İstikrâ”, DİA, XXIII, s. 358 224 Sekkâkî, Miftâhü’l-ulûm, s. 504.

225 Cürcânî, et-Ta‘rifât, “el-istikrâ’” md.. 226 Ahmed, el-İstikrâ’, s. 152.

tam istikrâda olduğu gibi tamamının incelenmesi anlamına gelmeyip, çoğunluğun dikkate alınması şeklindedir. Bu nedenle, fıkhî kâide tanımlarında geçen cüz’iyyâtının tamamını değil de çoğunluğunu kuşattığı kaydı bunu vurgulamaktadır.

Bu bilgilerden hareketle fıkhî kâidelerin, Kitap ve sünnet nasları ile ilk dönemlerden itibaren üretilen fıkhî müktesebata uzanan geniş yelpaze içinde ortaya konan malzemenin istikrâî bir şekilde incelenmesi sonucunda elde edildiği söylenebilir. Burada, erken dönem fakîhlerinin ictihadları değerlendirilirken, bu ictihadlara bazı prensiplerin hakim olduğunu ve bu prensiplerden hareketle hüküm verdikleri şeklindeki bilginin nasıl izah edileceği sorusu gündeme gelebilir. Şöyle ki eğer fıkhî kâideler var olan malzemenin tümevarım yoluyla incelenmesi sonucunda elde edilmişse, mezhep bilginlerinin ictihadlarına hakim olan ilkeler nasıl izah edilecektir? Bu soruyu, istikrâ’ sonucunda elde edilen önermenin akıl yürütme işlemi yapılmadan önce var olup olmadığı yönündeki tespitle birlikte cevaplamak mümkündür. Yukarıda aktarılan, her cismin yer kaplayıcılık özelliğine sahip oluşu ile bu önermeyi elde etmek için zikredilen önermelerin her biri, aslında bu formülasyondan önce vardı. Daha açık bir ifadeyle, cisimlerin yer kaplayıcılığı düşüncesi bu kaziyyeden önce, bunu kuran kişinin zihninde zaten bulunmaktaydı. Burada yapılan, bunların mantıksal bir silsile halinde bir araya getirilmesi suretiyle bir form içinde yeniden ifade edilmesidir. Benzer bir durum fıkhî kâidelerde de söz konusudur. Fakîh, fıkhî bir konuda hüküm verirken mantıksal bir silsile takip eder ve buna bağlı olarak hüküm verir. Karşısına gelen bir konuda, zikretmese de zihninde var olan deliller ve kâidelerden hareketle çözüm üretmeye çalışır. Dolayısıyla, sistemli fıkhî bilgi üretmek için fakîhlerin zihinlerinde delil ve kâidelerin bulunması ve bunlardan hareketle ictihad etmeleri ilmî tutarlılığın ön şartıdır.

Her kuşak, sahip olduğu delil ve ilke/kâide bilgisine ilaveten kendisinden önceki nesillerde ortaya konulan fıkhî çabanın sonucunda elde edilen malzemeyi de tevârüs eder. Fıkıh mezheplerinin sistemleşip birer yapı kazanmalarını takip eden dönemden itibaren geçmiş fıkhî müktesebat incelenerek fer‘î ahkamın dayanmış olduğu ilkeler tespit edilmeye çalışılmıştır. Birbirinden bağımsız olan meselelerin her birinin dayanmış

olduğu delil veya kâidelerin tespit edilmesi işlemi, bunların istikrâî bir şekilde incelenmesini zorunlu kılmıştır. Bu şekilde incelemeye tabi tutulan fer‘î ahkam arasında ilkelere dayalı bağlantılar kurulmuş ve bunlar zamanla belirli formülasyonlarla ifade edilmiştir.

Fıkıh eserlerinde birçok alanda geçen fer‘î hükümlerin istikrâsı sonucunda elde edilen ve Mecelle’de “bir emr-i hâdisin akreb-i evkâtına izâfeti asıldır” şeklinde geçen kâide,227 fakîhlerin istikrâ’ sürecini nasıl işlettiklerine örnek verilebilir. Örneğin elbisesinde necaset gören bir kimse bunun ne zaman bulaştığını bilmezse en son bozduğu abdestten itibaren kıldığı namazları iade eder. Hanefî fakîhler arasında ihtilaflı olan bir mevzuda Şeyhayn (İmâm Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf) bu kâidenin fikrî temellerini teşkil eden bir yaklaşım benimsemişlerdir. Buna göre, bir kuyuda ölü bir fare bulunduğunda Şeyhayn, bu kâideye dayanarak herhangi bir namaz iade etmeksizin farenin görüldüğü andan itibaren kuyunun necasetine hükmetmişlerdir. Çünkü farenin kuyuya düşüşü sonradan gerçekleşen bir olay olduğu için bunun en yakın zamana izafe edilmesi esastır; bu da kuyuda görüldüğü vakittir.

Bu kâide sadece ibadetlerle ilgili meselelere değil, başka alanlara da hakim olan bir prensiptir. Örneğin bir kadın, kocasının kendisini ölümle sonuçlanan hastalık esnasında (maraz-ı mevtte) bâin talâkla boşadığını ve bu sebeple miras hakkı olduğunu iddia etse; buna karşılık ölen kişinin diğer mirasçıları da boşamanın hastalık vaktinde değil de sıhhat halinde vuku bulduğunu söyleseler, kadının sözüne itibar edilerek mirastaki payı kendisine verilir.228 Bu örnekler ve benzeri hükümler incelendiğinde, bunların kesiştiği ortak noktanın bir emr-i hâdisin akreb-i evkâtına izâfeti asıldır kâidesi olduğu görülür. Dolayısıyla fürû‘ örneklerin istikrâ’ yöntemiyle incelenmesi sonucunda, bunların üzerine bina edildikleri ortak noktaların tespit edilerek özlü bir şekilde ifade edilmeleri, kavâid literatürüne ait eserlerin ana malzemesini oluşturmaktadır.

227 Mecelle, md. 11.