• Sonuç bulunamadı

23 Aralık 1876 tarihinde “Kanun-u Esasi”nin ilanı ile Osmanlı Devleti anayasalı bir döneme (I.MeĢrutiyet) geçti. Anayasa‟da örgütlü bir siyasal muhalefete yer verilmiyordu. I.MeĢrutiyet‟in ilanından kısa bir süre sonra, II. Abdülhamit Kanun-u Esasi‟yi askıya aldı ve meĢrutiyet rejimine son verdi. Bu durum beraberinde bazı tepkileri getirdi. Bunların ilki, Ali Suavi‟nin örgütlediği „Üsküdar Komitesi‟idi. Komitenin amacı anayasayı askıya alan II. Abdülhamit‟in yerine V.Murat‟ı geçirmekti. Bu amaçla komite üyeleri Mayıs 1878‟de Çırağan sarayını bastılar; ancak, baĢarısız oldular ve Ali Suavi öldürülüp, diğer arkadaĢları da yakalandı. Kanun-u Esasi‟nin askıya alınması ve Meclis-i Mebusan‟ın dağıtılmasından sonra, II. Abdülhamit‟in kurduğu istibdat rejimine duyulan tepkiler sonucunda, Mayıs 1889‟da örgütlenen bu yapı ve beraberindekiler çeĢitli süreçlerden sonra Ġttihat ve Terakki adını aldı (Uyar, 1998: 54-55).

Cumhuriyet ideolojisinin temeli sayılabilecek Ġttihatçılık, ülkenin, toplumun sorunlarını, doğruların ne olduğunu iyi bildiğini söyleyen örgütü bir grubun, tepeden inme usullerle devlete el koyarak, iktidarı kullanarak, halkın isteklerine rağmen, devleti, toplumu yönetmeye kalkmasıdır. Bütün toplumsal dönüĢümleri, ordu aracılığıyla, güvenlik güçleri aracılığıyla gerçekleĢtirmeye çalıĢmasıdır. Bu darbecilik olarak ifade edilebilir. Bu darbeciliğin bilinen ilk örneği olarak Ġttihatçı gelenek, askeri vesayete darbe meĢruluğu kaynağı vermiĢ ve uzun yıllar sürmesine neden olmuĢtur. Siyaset üzerinde, devlet yönetimi üzerinde ordunun vesayeti altında gerçekleĢtirilebilecek bir süreçtir (BeĢikçi, 2010: 16). Bu sürecin baĢlangıcında ise kuĢkusuz Osmanlı Devleti‟nin dağılma ve kopuĢ gerçeği çok etkili olmuĢtur.

W. Hale‟ye göre, Osmanlı politik yapısı, politik otoriteyi temsil eden saray, yönetim, ilmiye (ulema, medrese), seyfiye (ordu) ve kalemiye (bürokrasi) den oluĢmaktadır. Politik sistemin geçerli olduğu zamanlarda, silahlı kuvvetler de genellikle politik otoritenin dıĢında yer almıĢ ve sistemin iĢleyiĢinde bir tıkanma meydana gelmemiĢtir. Gerileme döneminde askeri alanda yenilgiler baĢlayınca hem politik idare zayıflamıĢ, hem de silahlı kuvvetlerin disiplini bozulmuĢtur. Bunun üzerine politik idare, silahlı kuvvetleri yeniden yapılandırmaya baĢlamıĢ fakat bir

sonuç elde edememiĢtir. Ülkenin kötü gidiĢatından politik otoriteyi sorumlu tutan muhalif teĢekküller kurulmaya baĢlamıĢtır. Askerin ağırlıkta olduğu “Genç Osmanlılar”, “Jön Türkler”, “Ġttihat ve Terakki” gibi politik muhalif gruplar kurulmuĢtur. Osmanlıların kurulmasıyla baĢlayan, I.MeĢrutiyet ve II. MeĢrutiyetle devam eden bu dönemde silahlı kuvvetler politikayı etkilemektedir (Aktaran: Bahçivan, 2005: 26).

Ġmparatorluğun çöküĢü, verilen kapitülasyonların daha da fazlasının istenmesi, Tanzimat ve Islahat Fermanlarının çıkarılmasının bile yetmemesi politik sistemdeki otoritenin ağırlığını kaybetmeye baĢladığının en önemli göstergelerinden biri olmuĢtur. Ġmparatorluğun son dönemlerinde yaĢanan bu süreç, askere meĢru zemin hazırlamıĢtır. Politik sistemde sivil otorite ağırlığını kaybetmeye baĢladıkça, asker ve askeri otorite kendi sınırlarını geniĢletmiĢ ve politikaya girmeye baĢlamıĢtır. Bir süre sonra askerin politika üzerindeki etkisi, askeri toplumsal kararları vermede zirveye taĢımıĢtır. Nitekim I.ve II. MeĢrutiyet dönemleri de askerin politik gücünün ağırlığının en fazla hissedildiği dönemler olmuĢtur.

Ġttihat ve Terakki kutsallığını, iki yıl kadar sürmüĢ olan gizli, komitacı çalıĢmalarından almıĢtır. Makedonya ortamında, komitacılık ve “çeteye çıkma” kervanına en son Ġttihat ve Terakki, Osmanlıların Türk temsilcisi olarak katılmıĢtır. Ancak bu temsilcilik ilerleyen zamanlarda Osmanlı‟dan kopuĢu da beraberinde getirecektir. 1908‟in 23 Temmuz‟undan, Mondros Mütarekesi‟ne değin (birkaç aylık muhalefet parantezi bir yana) on yıla yakın sürekli olarak iktidarda kalmıĢtır. BeĢ yıl çoğulcu, beĢ yıl da tek parti olarak Osmanlı alınyazısının sorumluluğunu elinde bulundurmuĢ olan Ġttihatçılar, memleketi kurtaracak tek güç oldukları kanısındaydılar. Bu çok iddialı ilkeden çıkardıkları sonuca gelince, kutsal nitelikli bir “mission” ve iĢlevin tek sahibine karĢı muhalefet vatan hainliği sayılmıĢtır (Tunaya, 2002: 176).

II. MeĢrutiyet döneminde, Anayasayı geri getirme mücadelesi olarak baĢlayan bu hareket (1908‟de) iktidara ulaĢmıĢ, bu iktidarı çoğulcu ve nispeten özgür bir ortamda (1913‟e kadar) belirli bir süre baĢkalarıyla paylaĢmıĢ ve sonunda kendi iktidar tekelini (1913-1918‟de) kökten bir laikleĢtirme ve modernizasyon programını

meclisten zorla ve hızla geçirmede kullanmıĢtı. Bu hareket devletin resmi ideolojisi ile eĢ değer olmuĢtu. Kendisine muhalif olan her türlü sesi bastırıp, otoritesini artırmayı en üstün bir amaç bilmiĢti. Çünkü Jön Türkler için sonuçta önemli olan devletin güçlenmesi ve bekasıydı, demokrasi (veya “meĢrutiyetçilik” ya da “ulusal egemenlik”) bu amaç için bir araçtı, amacın kendisi değildi (Zürcher, 2009: 256). Ġkinci MeĢrutiyet‟in çoğulcu siyasal hayatı dönemindeki (1908-1913) muhalefetle, daha sonraki dönemdeki (1913-1918) muhalefet arasında hukuki bakımdan farklar bulunsa da temelde değiĢmeyen bir kural vardı. Bu da gizlilikten su yüzüne çıkarak Abdülhamit rejimini yıkmanın karizmasına sahip olan ve “cemiyet-i mukaddese” olarak kamuoyunda çok çabuk antlaĢtırılan Ġttihat ve Terakki‟nin muhalefet anlayıĢı idi. Ġttihatçılar toplum dıĢı bir gücün kendilerine verdiği ödevin baĢka bir deyiĢle bir “mission”un gerçekleĢtiricisi idiler. Ġttihatçılık adeta bir çeĢit Tanrısal imtiyaz oluyordu ve bu nedenle bu “seçkin” insanlara muhalefet yapmak çok zordu (Tunaya, 2000: 483). “Gizli” bir merkez-i umumi tarafından yönetilen bu partinin örgütlenme yapısı kendi devlet kurgusuna da birebir uyarlanmıĢ ve bu nedenle de merkez-i umumi açık yönetimden ziyade gizlide kalmayı yeğlemiĢtir. Bu bağlamda bir “gizlilik” onun gücünü niteleyen bir unsura dönüĢmüĢtür ve merkez-i umumi bu durumun fazlasıyla farkında olup bu durumu sonuna kadar kullanmıĢtır (Ersoy, 2007: 19).

Abdülhamid‟in hürriyetleri birer birer kaldırıp 1877‟den sonra Kanun-i Esasi‟yi de yürürlükten alması üzerine önce imparatorluk sınırları içinde, sonraları dıĢ memleketlerde gizli cemiyetler kuruldu; bunlar zamanla Jön Türkler adıyla tanındı. Bu merkezileĢmenin etkisiyle 1908 yılına kadar Ġttihat ve Terakki sadece sultanı 1876 Anayasası‟na riayete zorlamak amacını güden bir siyasi cemiyetti, ancak daha sonra birdenbire kendisini memleketi idare etme vazifesiyle yükümlü bulmuĢtu (Karpat, 2010b:100-102). Ġttihat ve Terakki partisinin asıl amacı, kendi istekleri doğrultusunda hazırlanan bu anayasayı yürürlüğe koydurmak ve Abdülhamid rejimini yıkmaktı. Ancak yıkılan rejimin doğuracağı boĢluğun ne ile doldurulması gerektiğini netleĢtirmemiĢlerdi. Ġttihatçılar anayasanın toplumsal dokuyla uyuĢup uyuĢmadığını hiçbir zaman önemsememiĢlerdi. Anayasayı kabul ettirmek öncelikli amaçlarıydı ancak kabulden sonraki süreci nasıl yöneteceklerine dair hiçbir proje

üretmemiĢlerdi. Proje eksikliğini ise; muhalif sesleri bastırarak, denenmemiĢ her ne varsa hepsine korku ve Ģüpheyle yaklaĢıp kendi otoritesine karĢı bir tehlike sayıp baskıcı bir tutum izleyerek kapatmaya çalıĢmıĢtır. Nitekim Ahrar Fırkası ile Hürriyet ve Ġtilaf Fırkası, Ġttihatçılara olan muhalifliğinin bedelini partilerinin kapatılmasıyla ödemiĢtir. Ancak her kapatma çabası yeni sorunların baĢlangıcı olmuĢ ve halk ile olan bağların biraz daha kopmasına, muhalifliğin katlanarak artmasına neden olmuĢtur. Daha net bir ifadeyle aslında Türk siyasi hayatındaki „tek parti geleneği‟ Ġttihat ve Terakki ile baĢlamıĢ, CHP ile devam etmiĢtir. Bu geleneğin ideolojisi, “ferdi ve kiĢisel teĢebbüsü reformları gerçekleĢtiren devlet karĢısında tutucu bir engel olarak gördü. Ġdari ve siyasi alanda olduğu gibi iktisadi alanda da öne çıkan devletten, toplum ve vatandaĢtan çok kendi çıkarlarına hizmet etmesi istendi. Devlet halka karĢı korunan, hizmet ve hürmet edilmesi gereken bir fetiĢe dönüĢtü. Devletin çıkarları toplumun çıkarlarının önüne geçti. Toplum devletin ve devleti elinde tutan seçkinci bürokratların emir ve hizmetinde görüldü” (Karatepe, 1997: 57).

Bu ideolojik örgütlenmeye sahip olan parti ve devamında gelen geleneksel yapı, halkın “çoğunluğuyla” uzlaĢamadı ve belli bir kitlenin sahiplenmesiyle devam etti. Bu uzlaĢamamanın temelinde örgütlenmenin toplumsal yapıyı ayrımlaĢtırması etkili olmuĢtur. “29 Eylül-9 Ekim 1911‟de ĠTC‟nin Selanik‟te toplanan IV. Kongresi‟nde Türkçülük doktrininin „de facto‟ kabul edilmesi dönüm noktası oldu” (Hür, 2012: 130). Ġttihat ve Terakki döneminde bu geleneğin adının konulmamıĢ olması ise, toplumsal yaĢamda „demokrasi‟ kavramının bir söylem olarak dahi var olmaması ve insanların zihinsel olarak bireysel ve siyasal haklarının farkına geç varmıĢ olması ile alakalıdır. Farkındalıkların artması ile birlikte resmi ideoloji ve dayatılanlar arasındaki çeliĢkiler daha fazla ortaya çıktı.

Ġttihatçılar, Jön Türklük ve bugün merkezi çevre ya da jakoben kesim olarak nitelendirebileceğimiz belli bir kesim etrafında örgütlenmiĢlerdi. Bu kesim toplumsal yaĢamı Ģekillendirecek her durumda halkın değerlerini, isteklerini gözetmeksizin her duruma imzasını atmıĢtır. “Kendilerini, bilgisiz yurttaĢlarına rehberlik etme görevini üstlenmiĢ bir seçkinler zümresi olarak gören bu insanlar, ülküleri için genellikle çok sıkı Ģekilde ve büyük kiĢisel özverilerle çalıĢtılar” (Zürcher, 2009: 269).

Ġttihatçılar toplumsal bir devrimi asla hayal etmediler, din karĢısında oportünist bir tavırları vardı. Onu bir silah olarak elde tutmaya devam etmek istiyorlardı, ama öte yandan o dönem Fransa‟sında burjuvazinin üst kesimlerinde egemen olan pozitivizmi benimsiyor, laisizme sempati ile bakıyorlardı. Dinin varlığını bir anda toplumun tepkisini çekmemek için kabul ediyorlardı. Her ne kadar Bayrak ve Kuran üstüne yemin etseler de, o dönem burjuva dünyasına egemen olan ve etkileri Latin Amerika‟lara kadar uzanan Mason Localarına üye idiler (Zarakolu, 2007: 8).

Sonuç olarak bu ideolojik örgütlenme toparlandığında, Ġttihat ve Terakki, özellikle 1906 yılından itibaren, ülke içinde, istibdat rejimine karĢı bir akım yaratabilmiĢ ve bunu örgütleyebilmiĢ olan bir çatı isimdir. Ġttihat ve Terakki bir kuĢağın, belli bir zihniyetin adıdır. “Kültürü zayıf, kini çok” bu kuĢak, Abdülhamid rejimini yıkmıĢtır. Yıktığının yerine ne koyacağını bilemeyen, bugün‟le yarın arasındaki Ģoktan ĢaĢalamıĢ insanlar, geleceği yaratma projesine sahip değillerdi. Bu bilgisizliğe, devleti ve toplumu dıĢa bağlayan baskılar da eklenince, değiĢiklik, bir özlem olmaktan öteye geçememiĢ ve düzen, pek az rötuĢla aynı kalmıĢtır. Toplum da, geri kalmıĢlığın çerçevesini kıramamıĢtır. Ama her Ģey, kökünden sarsılmıĢtır. Ġttihat ve Terakki, bir siyasal örgüt olarak, böylesine bir bocalamanın ve sonuçsuz arayıĢların dıĢına çıkamamıĢtır (Tunaya, 2001: 134-135). Varlığı yok sayılan ve eğitilmesi gereken bir öğrenci gözüyle bakılan, dini ve kültürel bütün ritüelleri „cahilce‟ olarak nitelendirilen, kendi kendisinin değiĢim ve dönüĢümünü gerçekleĢtiremeyeceğine inanılan halk, bir türlü bu kesimle ve bu kesimin dayattığı ideoloji ile barıĢamamıĢtır. Özellikle devlet ve din arasındaki çeliĢkili iliĢkinin de etkisiyle, sistemin dayattığı ne varsa karĢı durmuĢ ve belki de söz sahibi olduğu tek yer olan sandık baĢında tepkisini koymuĢtur. Bugün Türkiye‟de halen var olan rejim bekçilerinin oluĢum süreçlerini ve bu kesime duyulan tepkilerin varoluĢunu bu dönemlerden okumak daha doğru olacaktır.