• Sonuç bulunamadı

1.3. MÜKELLEF HAKLARININ TAR İ HSEL GEL İŞİ M İ

1.3.5. Türkiye’de Mükellef Haklarının Tarihsel Geli ş imi

1.3.5.3. Islahat Fermanı ile Mükellef Haklarının Geli ş imi

Islahat Fermanı, Kırım savaşının son yıllarında hazırlanmış ve Paris anlaşmasının imzalanmasından önce, Babıali’de okunarak ilan edilmiş ve Paris anlaşmasını hazırlayan devletlere duyurulmuştur. Bu ferman yabancı devletlerin baskısı ile Müslüman uyruklular ile Hıristiyan uyruklular arasındaki farkların giderilmesi sağlanarak, uyruklar arasında eşitlik sağlanmaya çalışılmıştır125. Islahat Fermanı’nın esasları olarak Ali Paşa ile İstanbul’daki İngiliz ve Fransız elçileri arasında kararlaştırılmıştır.Islahat Fermanı ile Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında vergiler açısından da eşitlik sağlanıyordu. Vergi alımında din ayrımı yapılmayacağı ilân ediliyordu (“... tebaa-i saltanat-i seniyemin kâffesi üzerine tarh olunacak vergi ve tekalif sınıf ve mezheplerine bakılmayacak bir surette ahz olunması...”). İltizam usûlünün kaldırılarak vergilerin doğrudan alınması öngörülüyordu126. Islahat Fermanı ile

123 Gözler, a.g.e., s.1 Erişim, 24/04/2008. 124

Gözler, a.g.e., s.1 Erişim, 24/04/2008.

125

Gözübüyük, a.g.e., 107.

126 Kemal Gözler, Islahat Fermanı(1856), http://www.anayasa.gen.tr/islahatfermani.htm,

gayrimüslüm mükelleflerin yükümlüsü olduğu cizye kaldırılarak, yerine askerlik hizmeti yapmamalarına karşılık askerlik bedeli alınmaya başlanmıştır127.

1.3.5.4. 1876 Kanun-i Esasi ve Mükellef Haklarının Anayasal Güvenceye Bağlanması

Padişah Abdülaziz’in 1861 yılında tahta çıkarken, 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanlarına sadık kalacağını ve her iki fermanda yer alan vaatleri tekrarlamıştır. Vaatlerini kısa bir sürede unutan Abdülaziz, izlediği yönetim biçimi ile kısa sürede mutlakıyet ve istibdada yönelmiş, bu durum meşruiyeti getirmek isteyenlerde, padişahın tutumuna karşı bir düşünce akımının doğmasına neden olmuştur. Abdülaziz’in keyfi yönetimini kısıtlayan, hükümeti ve yönetimi sürekli bir denetim altında tutan ve ulus temsilcilerinden oluşan bir meclisin kurulması yönünde çabaların yoğunlaşması sonucunda Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876’da tahtan indirilerek yerine veliaht Murat Efendi, Beşinci Murat unvanı ile tahta geçirilmiştir.128

Beşinci Murat kısa bir süre sonra delirince, veliaht Abdülhamit, Mithat Paşa’ya haber göndererek Kanun-u Esasîyi ilân edeceği konusunda söz vererek tahta geçirilmesini istemiş, 31 Ağustos 1876’da Beşinci Murat tahtan indirilerek yerine İkinci Abdülhamit tahta geçirmiştir. Abdülhamit söz verdiği üzere Kanun-u Esasîyi 23 Aralık 1876 günü bir ferman ile ilan etmiştir.Kanun-u Esasî, Padişah tarafından atanan “Cemiyet-i Mahsusa” isimli bir kurul tarafından hazırlanmış olup, bu kurulun başkanı Server Paşa olmuştur. Kurul iki asker, 16 sivil bürokrat (üçü Hristiyan) ve ulemadan 10 kişiden oluşmuştur. Cemiyet-i Mahsusa Mithat Paşanın ve Sait Paşanın hazırladığı önceki taslaklardan ve yabancı anayasalardan (Belçika, Polonya, Prusya) da yararlanarak Kanun-u Esasînin tasarısını hazırlamıştır. Tasarı Mithat Paşanın başkanlığındaki Heyet-i Vükelâdan geçerek, Padişah tarafından kabul ve ilân edilmiştir.Kanun-u Esasî, halkı temsil eden bir kurucu meclis tarafından hazırlanmamış, kabulü içinde bir kurucu referandum da yapılmamıştır. Kanun-u Esasî, hukukî olarak

127 Çağan, a.g.e., s.35. 128 Gözübüyük, a.g.e., s.107.

Padişahın tek yanlı bir işleminden doğmuş olduğundan hukukî biçimi itibarıyla “ferman”dır.129

Kanun-u Esasi Osmanlı toplumunda oluşan sistemli bir düşünce akımının veya toplumsal bir bilinçlenmenin sonucu değildir. Tanzimat ve öncesi ortamda yetişen, bu dönemlerde gerçekleştirilen yenilik ve uygulamaları eksik ve yetersiz bulan ülkenin kurtuluşunu meşruti bir sistemin kurulmasında bulan başta Mithat Paşa, Namık Kemal, Ziya Paşa olmak üzere küçük bir grubun çabalarının sonucudur.130Kanun-u Esasî her ne kadar kurucu meclis tarafından hazırlanmadıysa da Meşrutiyeti isteyen Osmanlı Aydınlarının padişahın keyfi hareketlerini sınırlama ve ulus temsilcilerinden oluşan bir meclis oluşturma düşüncesi neticesinde ortaya çıkmıştır131.

Kanun-u Esasî’nin mükellef hakları açısından önemi, daha önceki fermanlarda zikredilen hükümlerin anayasal bir hüküm altına alınmış olması ve yazılı bir belge olan anayasa ile ilan edilmiş olmasıdır. Kanun-u Esasî’de temel olarak kabul edilebilecek mükellef hakları şunlardır;

- Vergilemede Halkın Rızası ve Temsili İlkesi ( Denetleme İle Sınırlı)

İlk olarak Kanun-u Esasî bir meclisin oluşturulması öngörerek halkın iradesinin de tezahür etmesini istemiş, vergisel kararlarda halkın rızasının aranması gerektiği hususunu orta koymuştur. Gerçi Padişahın mutlak iradesi meclisin üstünde olsa da önceki fermanlarda olmayan bu hak mükellef hakları açısından önemli bir gelişmedir.Kanun-u Esasinin üçüncü maddesi Osmanlı Devletinin bir monarşi olduğunu ortaya koymaktadır. Zira bu maddeye göre devlet başkanlığı ırsi olarak intikal etmektedir. Kaynağını Tanrıdan alan egemenlik, Osmanlı Hanedanına aittir. Padişahın kişiliği kutsaldır ve sonsuzdur. Kanun-u Esasiye göre Padişah aynı zamanda halifedir. Ahkam-ı Şer'iye'yi uygulatır. Kanunlar dini hükümlere aykırı olamaz. Kanunların dini kurallara uygunluğunu denetleme görevi Meclis-i Ayan' a aittir132.

129 Kemal Gözler, Kanun-i Esası (1876), www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm, Erişim, 24/04/2008. 130

Salih Baş, “Hukuk Devleti Olgusunun Türk Anayasalarındaki Yeri” (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Anakara Üniversitesi, Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü, Ankara, 2006, s.47.

131 Kemal Gözler, Kanun-i Esası (1876), www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm, Erişim, 24/04/2008. 132 Baş, ag.t., s.48.

Egemenliğin köken itibaren Tanrıda kullanım hakkının Padişah’ın uhdesinde olmasına karşın denetim hakkının yani kanunların dini kurallara aykırılığının denetiminin halkın temsilcilerinden oluşan Meclis-i Ayan’a ait olması; vergi ödemekle mükellef olanların Padişahın iradesiyle vuku bulmuş vergi kanunlarının dini kurallara uygunluğunun denetim hakkının verilmesi önemli bir gelişmedir. En azından Padişahın vergileme konusundaki sınırsız yetkileri Meclis-i Ayan’ın denetim yetkisi ile sınırlandırılmaktadır. Bu hak uzun sürmedi, Padişah Osmanlı Rus savaşını bahane ederek Meclisi tatil etti ve 1908 II. Meşrutiyete kadar da meclisin toplanmasına izin vermedi. Meclis tatil edilmese bile halkın temsilcilerini sınırlayan bir diğer husus kanun teklif etme yetkisinin Bakanlar Kurulu ile Padişahın iznine bağlı olarak Meclis üyelerine ait olmasıdır133.

- Vatandaşlık Hakkı İlkesi

Kanun-u Esasînin 8’inci maddesinde tâbiiyet hakkı düzenleyerek, Osmanlı tâbiiyetinin, din ve mezhebe bağlı olmadığını, Osmanlı tâbiiyeti “kanunen muayyen olan ahvale göre” kazanılacağını ve kaybedileceğini öngörmüştür. Görüldüğü gibi Osmanlı vatandaşlık anlayışında, ırk, dil, din, mezhep gibi objektif unsurlara bir gönderme yapılmamıştır. Kanun-u Esasî Osmanlı tâbiiyetinde bulunan herkesin dinî veya mezhebi ne olursa olsun “Osmanlı” olduğunu ilân etmiştir. Dolayısıyla, “Osmanlılık”, ırksal, dilsel veya dinsel bir vatandaşlık anlayışı değil, hukukî, anayasal bir vatandaşlık anlayışına dayanır134.

- Eşitlik İlkesi

Kanun-u Esasînin 17’nci madde, “ahval-i diniye ve mezhebiyeden maada” bütün Osmanlıların “huzuru kanunda (kanun önünde)” haklar ve ödevler bakımından eşit olduğunu öngörmektedir. Mükellef hakları açısından bakacak olursak vergi mükellefliği açısından herkesin bir kabul edilmesi, objektif bir ayrımcılığa gidilmemesi, din veya

133 Baş, ag.t., s.49.

mezhebe bağlı bir ayrım yapılmaması, vergisel yükümlülüklerde eşitliğin kabul edildiği anlamına gelmektedir135.

- Malî Güce Göre Vergi İlkesi

Kanun-u Esasînin 20’nci maddesinde vergilerin “herkesin kudreti nispetinde tarh ve tevzi” olunacağı ilân edilmiş, 25’nci maddesin de ise “ Bir kanuna dayanmadıkça vergi, resim ve diğer adla hiç kimseden bir akçe alınmaz” hükmü yer almıştır. Kamu yararının gerektirmedikçe ve bedelinin peşin ödenmedikçe bir kişinin tasarrufunda bulunan mülkün alınamayacağı belirtilmiştir. Vergi mükelleflerine bahşedilen hak ise ödeme gücüne göre vergi alınacağının anayasal teminata bağlanmasıdır136.

- Müsadere ve Angarya Yasağı İlkesi

Kanun-u Esasî ile mükelleflere getirilen bir diğer hak ise Kanun-i Esasi’nin 24’üncü maddesinde belirtilen savaş hali dışında müsadere* ve angaryayı137 yasağının getirilmesidir. Getirilen bu teminat ile mükelleflerin mülklerine devletin keyfi olarak el koyamayacağı ve mükellefleri bedava herhangi bir işte çalıştırılamayacağıdır138.

- Vergilerin Kanunîliği İlkesi

Vergilerin kanuniliği ilkesi; vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin ancak Yasama Organı Tarafından ve kanunla konulabileceğini, değiştirilebileceğini ve

kaldırılabileceğini ifade etmektedir.139 Kanun-u Esasî 25’inci maddeye göre, “bir kanuna

135

Kemal Gözler, Kanun-i Esası (1876), www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm, Erişim, 24/04/2008.

136 Baş, ag.t., s.49.

137 Angarya; kelime anlamı ile birine ücret gibi herhangi bir gerçek karşılık verilmeden yaptırılan iş

anlamına gelmektedir.

138 Kemal Gözler, Kanun-i Esası (1876), www.anayasa.gen.tr/kanunuesasi.htm, Erişim, 24/04/2008. 139

Ersan Öz, Vergilendirmede Kanunilik ve Türk Vergi Sistemi, Gazi Kitapevi, Ankara, 2004, s.76. * Müsadere(Zoralım); kelime anlamı ile bir kimsenin taşınır veya taşınmaz bir malının, kendi isteği olmaksızın devlet tarafından elinden alınması anlamına gelmektedir. İslam devletlerinde, devlet adına çalışırken kazanılan malların kamuya ait sayılması kuralına dayanılarak uygulanan müsadere, 1451'de Fatih Sultan Mehmed döneminde benimsenmiş, ilk defa da 1453'de Çandarlı ailesinin malları müsadere edilmiştir. Müsadere usulünün temel amacı, önemli rütbelere yükselen kişilerin, ölümlerinden sonra varislerine bir şey bırakamayacaklarını düşünerek dürüst davranmalarını sağlamaktı.16.Yüzyılda mal varlığının bir kısmının alınmasını içerirdi. Ölen yada idam edilen vezir ve beylerbeylerinin nakit

müstenit olmadıkça vergi ve rüsumat namı ile ve nam-ı aherle hiç kimseden bir akçe alınamaz”.hükmüne yer vererek vergilerin ancak kanununla konulabileceğini, kanuna dayanmadan hiç kimseden tek bir akçe bile alınmayacağını teminat altına almış

oluyordu140.

- Seçme ve Seçilme hakkı İlkesi

Kanun-u Esasî ile mükelleflere getirilen bir diğer hak ise seçme ve seçilme hakkının tanınmasıdır. Halkın iradesini kullanabilmesi için hür iradesiyle kendi arasından seçeceği temsilciler veya kendisinin doğrudan iradesinin kullanabileceği bir meclisin olması gereklidir. Kanun-i esasi ile getirilen bu hak mutlak değil, yani herkesin her mükellefin doğrudan seçme hakkı yoktu.Kanun-u Esasî, seçilecek mebusların 80’ini Müslüman ve 50’sini ise gayrimüslim olarak tespit etmekte idi. Memleket birbirinden farklı iki bölgeye ayrılmıştı. İstanbul şehri (İzmit dahil) 20 daireli bir seçim çevresi kabul edilmişti. Bu seçim bölgesinden beşi Müslim, beşi de gayrimüslim olmak üzere 10 mebus iki dereceli seçim ile seçilecekti. Her daireden “birinci seçmenler” önce 40 “ikinci seçmen (müntehib-i sani )” seçecek, sonra da bunlar mebusları seçeceklerdi.

İstanbul dışında kalan yerlerde ise, kaza, liva ve vilayet merkezlerinde evvelce seçilmiş

idare meclisleri üyeleri “ikinci seçmen” kabul olunmuştu ve bunlar milletvekillerini doğrudan doğruya seçmişlerdir.141

Kanun-u Esasi, sosyal alanda Tanzimat döneminden fazla ve farklı değişiklikler yapamamıştır. Fakat sonraki bütün ıslahat hareketlerinin sembolü olmuştur. Millet temsilcilerinin neler yapabileceği ilk defa olarak anlaşılabilmiş, sonraki devirlerin ideali olmuştur. Kısa süren parlamento hayatı daimi surette bir ideal olarak nesilden nesile intikal etmiştir. Bu idealin savunucu ve yaşatıcıları, II.Abdülhamid’in baskıcı uygulamalarına (istibdadına) isyan eden II. Jön Türk hareketinin mensubu olmuşlardır. Bundan böyle batılılaşma adı "meşrutiyetin yeniden ilanı" olacaktır.II. Abdülhamit'in

servetleri, değerli eşyaları silahları, hayvanları ve askeri araç gereçleri kamu adına müsadere edilirken, emlak ve akar niteliğindeki mirasının büyük bir bölümü varislerine bırakılırdı. Önemli bir varlık bırakamadan ölenlerin varislerine devlet tarafından maaş bağlanırdı.

140

Baş, ag.t., s.49.

baskı yöntemlerinin gitgide sertleşmesi, hafiyecilik ile jurnalciliğin devlet yönetimini zaafa uğratması, ülke aydınları arasında hızla artan bir karşıtlık yaratmıştır. Abdülhamit yönetimine karşı muhalefet hareketi yurt içinde "Ahrar-ı Osmaniye", yurt dışında da Jön Türkler olarak bilinen hürriyet ve anayasa taraftarları şahıslarca yürütülmüştür. Jön Türk hareketi çok sayıda dernekler biçiminde örgütlenerek faaliyetlerini sürdürmüş, bunlar içinde sonradan iki derneğin birleşmesi ile güçlenen ve "İttihat ve Terakki" adını alan dernek ile "Teşebbüsü Şahsive Ademi Merkeziyet Cemiyeti" en önemlileri olmuştur. Jön Türk hareketlerinin amacı özellikle İttihat ve Terakki'nin tüzüğünün 1.maddesinde açıklanmıştır:"Abdülhamit yönetimi adalet, eşitlik, hürriyet gibi insan haklarını çiğnemiş, Osmanlıları ilerlemekten alıkoymuş, vatanı yabancı baskısı altına sokmuştur." Bu nedenle dernek yeniden Meşrutiyetin ilanını sağlamak, Meşrutiyet ve İnsan haklarına saygıyı gerçekleştirebilmek amacındadır. Jön Türkleri bir araya getiren husus mutlak ve keyfi yönetime muhalefet, anayasal rejime geri dönmek ve tüm Osmanlı tebaası için adaletin sağlanmasıdır. Ancak hukuk devletinin gelişimi açısından olumlu bir aşama olan bu hususları yine hukuk devleti açısından değersiz kılan bir başka nokta bulunmaktaydı ki; o da Jön Türk hareketi ile ulaşılmak istenilenin, aslında Osmanlı Devleti'nin diğer tüm reform hareketlerinde olduğu gibi "devletin devamının sağlanması" olmasıydı.142