• Sonuç bulunamadı

2.1.2. İnsan Haklarının Tarihsel Gelişimi

2.1.2.2. İnsan Haklarının Türkiye’deki Tarihsel Gelişimi

Fransız İhtilali sonrasında kabul edilen İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi, Osmanlıda ancak 19. yüzyılda etkili olmaya başladı. Bu devirde vatandaşlar ağır rüşvet ve zulümler ile karşı karşıyaydılar. Kişinin can, mal, ırz ve konutunun tam bir güvenliğe kavuşturulması, herkesin kanun önünde eşit olmasını sağlamak ve eski adalet anlayışını ortaya çıkarmak için Cezai Ticaret ve İdare Hukukları Batılılaştırıldı, bazı şeriat kuralları modern bir kanunla sistemleştirildi. Buna

2

Jean Jacques Rousseau: 1712-1778 Cenevreli filozof ve yazar. Siyasi fikirleri, Fransız Devrimini etkilemiştir. Düşünceleri özellikle, Devrim'den sonra kurulan yeni devletin kalkınmasında, toplumun sosyal yapısında ve eğitim sisteminde etkili olmuştur.

“Mecelle” denildi (Çalık, 2002). 1808’de Sened-i İttifak ile zengin toprak sahiplerine bazı haklar verilip padişahın yetkilerine az da olsa kısıtlama getirildi. 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Hümayunu (Fermanı) ile Osmanlı ilk defa gerçek anlamda insan hakları ile tanıştı. Bu fermanla bireylere din ayrımı gözetilmeksizin can ve mal güvenliği, şeref ve haysiyetin korunması, özel mülkiyet edinme ve kişi güvenliği gibi haklar verilmiştir (Çüçen, 2013). Bu dönemde devleti kurtarmak için kişisel egemenlik ilkesinden vazgeçilmeli, ulusun tüm hakları padişahların üstünde olmalı, Tanzimat’ın ilkeleri geniş kamusal özgürlüklerle desteklenmeli şeklinde düşünen aydınlara göre bu ilkelerin uygulanmamasından dolayı Tanzimat hareketi başarısızlığa uğramıştı (Çalık, 2002).

Tanzimat’tan sonra aydınlar yeni bir mücadeleye başladılar ki bu, Osmanlıdaki ilk özgürlük mücadelesidir (Mumcu, 1984). Abdülaziz döneminde gerekli desteği göremeyen Namık Kemal ve Jön Türkler, Abdülhamit’ten istediklerinin yapılması sözünü almaları üzerine onu tahta çıkardılar. Böylece ‘Meşrutiyet Dönemi’ başladı (Çalık, 2002). 1876’da Meşrutiyet ilan edilerek, padişahın yetkilerinin bir kısmı vekillere dağıtıldı. Anayasa kabul edilerek, kişilere ibadet ve basın özgürlüğü, eğitim hakkı, dilekçe hakkı, kişi güvenliği ile konut dokunulmazlığı gibi hak ve özgürlükler verildi. Çalık’a (2002) göre, yüzyılın alışkanlığına sahip Osmanlı Devleti’nde yetkilerinin kısıtlanması padişahı memnun etmediği için, Çüçen’e (2013) göre, padişah Ruslarla yapılan savaşı bahane göstererek, Kepenekçi’ye (2014) göre ise Kanuni Esasi’deki Madde.113’te padişaha tanıdığı bir yetkinin kullanımıyla ki bu yetki, hükümetin güvenliğini ihlal edenleri basit bir polis soruşturmasından sonra ülkeden sürebilme yetkisine sahipti. II. Abdülhamit de bu yetkiyle, anayasanın kabulünden kısa bir süre sonra 1878’de anayasayı yürürlükten kaldırmıştır. Bu anayasanın başta hak ve özgürlükler olmak üzere tüm hükümlerini askıya almıştır (Kepenekçi, 2014). Fakat aydınlar içte ve dışta çalışmalara devam ettiler. Meşrutiyet yönetimini tekrar getirmek için dernekler kurdular. Bunlardan en önemlisi olan dernek “İttihat ve Terakki Derneği” idi. Dernek çalışmaları sonucu II. Meşrutiyet 23 Temmuz 1908’de tekrar ilan edilerek 1876 Anayasası tekrar yürürlüğe konulup 1919’da anayasada bazı değişiklikler yapıldı ise de ancak tam bir yaptırım getirilmediğinden insan hakları tam olarak uygulanamamıştır (Çüçen, 2013).

II. Meşrutiyet Dönemi’nde İttihat ve Terakki Partisi devlet yönetiminde tek söz sahibi oldu. O dönemde Trablusgarp, Makedonya ve Batı Trakya kaybedildi. Ekonomik açıdan bir çöküş oldu ve kalkınmanın yolunu Almanya’ya yaklaşmakta buldular. Almanya’nın yanında savaşa giren Osmanlı, ekonomik, psikolojik ve sosyal açıdan savaşın yükünü kaldıramadığı için barış istemek zorunda kaldı ve Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandı. Böylece vatanın kurtulması ve yeni devletin kurulması dönemi başlayacaktı (Çalık, 2002). 23 Nisan 1920’de TBMM (Türkiye Büyük Millet Meclisi)’nin kurulması dönemin ilk demokrasi hareketidir. Meclisin demokratik ilk icraatı “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” ilkesini getirip 1921 Anayasası’nı hazırlamak olmuştur (Doğan, 2005).

1923’te Cumhuriyet ilan edilip Türklerin yeni devlet biçimi belirlenmiş oldu. 20 Nisan 1924’te Cumhuriyet Dönemi’nin ikinci anayasası yapıldı ve hâkimiyetin millette olduğu vurgulandı. 1926 yılında Medeni Kanun kabul edilip kadınlara hak ve hürriyetler tanındı, resmi nikâh zorunlu hale geldi. Kadınlara 1934’te genel seçimlerde tanınan seçme, seçilme hakkı başka bir demokrasi hareketidir. 1945 yılında Çok Partili Dönem’e girilmiştir (Doğan, 2005).

Türkiye’de bu gelişmeler yaşanırken dünyada ise Birinci ve İkinci Dünya Savaşları yaşanıyordu. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları dönemlerinde çok sayıda insan öldü ve hakları ihlal edildi. İnsanlığın ortak mirası olan pek çok eser yok edildi. Bundan sonra anlaşıldı ki insan hakları bireysel ve toplumsal boyuttan çıkıp evrensel ve uluslararası boyuta geçmesi gerektiği düşüncesi oluştu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1945 yılında Birleşmiş Milletler Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma insan haklarının evrensel ve uluslararası boyuta taşınmasının ilk ciddi adımı oldu. 10 Aralık 1948’de ise İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (İHEB) yayınlandı (Çüçen, 2013). Böylece Birleşmiş Milletler, insanın ve insan haysiyetinin hak ettiği değeri ve tüm insanların özgürlük ve haklar bakımından eşitliğini, ırk, renk, cins, dil, din, siyasi ve herhangi başka bir oluşumun eşitsizlik açısından hiçbir önemi olmadığını bu belge ile kabul etmiş oldu (Çalık, 2002).

Bildirgenin temel felsefesi olarak nitelenen bu kısmın ilk maddesi aynen şöyledir: “Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdan

sahibidirler ve birbirlerine karşı kardeşlik duygularıyla hareket etmelidirler.” Belirtilen bu haklar ve özgürlüklerin örselenmesi halinde bağımsız yargı organlarına başvuru hakkı ile yargı güvencesi gibi yasal güvenceler bildirgede açık olarak belirtilmektedir (Doğan, 2005).

İnsan hakları ile ilgili çalışmalar Avrupa içinde de hız kazanmış ve 1949 Mayıs’ında Avrupa Konseyi kurulmuştur. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) yapılırken güdülen amaçlardan en başta geleni insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi ve etkin bir biçimde korunması olmuştur. AİHS’nin önemi yalnız insan haklarını korumasından ve uluslararası hukukta hak sahibi yapmasından değil, aynı zamanda batı demokrasini somutlaştıran bir belge olmasından kaynaklanır. Sözleşmeyi Türkiye 10 Mart 1954 tarihinde onaylamıştır ve insan hakları ve temel özgürlüklerin anayasal güvenceye kavuşturulması amaçlanmıştır (Gözübüyük, 1990’dan aktaran Kepenekçi, 2000a).

Daha sonra 1953 yılında Avrupa’da yürürlüğe giren AİHS, İHEB (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi)’den daha etkili yaptırım gücü olan bir belgedir. Çünkü bu sözleşmeyi imzalayan ülkeler AİHK (Avrupa İnsan Hakları Komisyonu) ve AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) kanalıyla denetlenmektedir. Böylece vatandaşlar ulusal hukuk öznesi olmanın yanı sıra uluslararası hukuk öznesi ve hak sahibi olmaktadır (Metin, 2002).

İHEB’nin insan haklarını güvenceye kavuşturulmasında yeterince etkili olmadığını gören Avrupa Konseyine ve Birleşmiş Milletlere üye devletler, insan haklarını güvence altına almaya yönelik sözleşmeler oluşturmuşlardır. Bunların en önemlileri olan 1966 tarihli “Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi” ile 1968 tarihli “Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi”dir. Bu sözleşmeler insan hakları evrensel bildirisi metninde yer alan, çeşitli ilke ve hükümleri daha açıklayıcı şekilde ifade edip hakları ve özgürlükleri uluslararası bir denetimle güvence altına almak için hazırlanmıştır (Kepenekçi, 2000a: 2-3). Ayrıca 1961 Anayasası’nda olduğu gibi, 1982 Anayasası’nda da sayılan hak ve özgürlüklerin sınırlanması ile ilgili ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Özgürlüklerin sınırlanmasında kullanılacak genel ölçüt, “Devletin bütünlüğünün, milletin

egemenliğinin, Cumhuriyet’in, devlet düzeninin, genel güvenliğin, devlet yararının, genel ahlakın, genel sağlığın korunmasıdır (Kepenekçi, 2000a: 4).