• Sonuç bulunamadı

B- Araştırmanın Amacı ve Önemi

4.4. İnsan Fıtratındaki Mahremiyet Duygusu

Fıtrat kelimesi sözlükte ‘’ yaratılış, tabiat, mizaç, huy’’ anlamlarına gelir.( Devellioğlu,1970) kelime kökü olarak ise; ‘’fıtrat kelimesi "yarmak, ikiye ayırmak; yaratmak, icat etmek, başlama" manalarına gelen “fatr” kökünden isim olup (İbn Manzûr, 2003; el- İsfahânî, 1986:575) "yaratılış, belli yetenek ve yatkınlığa sahip oluş" (Hökelekli, 1996) ya da Hakk’a inkiyâd ve gizil bir ubûdiyyet yeteneği (Kılıç, 1991:15, 18) olarak ifade edilebilir. Bunun yanı sıra fe-ta-ra kelimesine; ilk defa, benzersiz ve güzel bir biçimde yaratmak, ağacın yapraklarının çıkması, memeden sağarak süt çıkarmak, hamur mayalanmadan ekmek yapmak, oruç bozmak gibi anlamlar da verilmektedir. ( Okumuşlar,2002:8 ) Başka bir yönüyle fıtratın varlık türlerinin ilk yaratılış anındaki temel yapısını, dış tesirlerden etkilenmemiş olan ilk durumlarını ifade ettiği söylenebilir (Yazır, 1979: 3822-3823; Bilgin, 2004:17). “Sen yüzünü

117

Hanif olarak dine, Allah’ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona çevir.” (Rûm, 30/30) ayetinin de insanda var edilen tabiî ve temiz fıtratı ifade ettiği söylenebilir. İslam tarihi boyunca farklı şekillerde anlaşılan ve yorumlanan fıtrat kavramının temelde iki anlamı içerdiği söylenebilir.(Hökelekli, 1996) : Birincisi, insandaki Allah’a inanma ve onu Rabb olarak kabul etme istidadı, ikincisi ise insan tabiatının safiyyet ve temizliği. Konumuz bağlamında bakıldığında fıtratın üzerinde duracağımız yönü, “gerçek ve katıksız tabiatı” dır. (Öztürk, 1997:39). Bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olan insan (Hucurât, 49/13) Ruh ve bedenden müteşekkil çift yönlü, çift kutuplu bir varlıktır. Belki de insanı varlık sahnesinin merkezine koyan insandaki bu iki yönlülüktür. Ruh insanın ulvî yanlarını temsil ederken, beden de onun süflî yanlarını anlatır. İnsanoğlu fıtrata uygunlukla yücelirken, aksine hareketle varlık hiyerarşisi içerisinde en alt tabakaya kadar düşebilmektedir (Tîn, 95/4-5). Varlıkların en şereflisi olarak Allah’ın yeryüzündeki halîfesi payesini kazanmış olan insan, yine kendinde vaz’ edilen hevâ ve hevesler sebebiyle safiyetini kaybedip varlıkların esfeli olma riskini de beraberinde taşımaktadır. İslam’da kararlı bir şekilde insana değerinin hatırlatılması, onun denâete sürüklenmesine mani olmak içindir. Zira şeref yoksunluğu ve izzet-i nefis eksikliği kişiyi hataya sürükleyen sebepler arasında sayılmaktadır. (el-Maverdî, 1982:533).(

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/322840 )

‘Fatr’ kelimesi, özellikle ilk dönem lügatçilerinin verdiği bu anlamlarla birlikte düşünüldüğünde, bir şeyi yoktan var etmek anlamına gelmektedir. Durum bildiren bir isim olarak fıtrat kelimesi de, yaratılış durumu, özellikleri ve orjinalliği dile getirir. Özel bağlamında insanın yaratılış şekli ve onu diğer varlıklardan ayıran yönleriyle orjinalliği, anlamına gelmektedir.(Okumuşlar, 2002:9) ‘’ Fıtrat, insanın özgün yaratılışıdır. Başlangıcı ve mahiyeti itibariyle, insanın varlığından önce bulunan; onun geleceğini, kendisini ve vasıtasıyla gerçekleştireceği fiilerini yönlendirecek olan özgün hususiyettir.’’ (Kılıç,1991:13) Tüm bu tanım ve tanımlamalardan hareketle diyebiliriz ki; fıtrat insani değerlerin öz hafızasıdır.(Görmez,2018: ESAM) İnsan fıtratı, insana dair tüm duygu, değer ve davranışların özünü kendi bağrında taşıyan bir tohum hükmündedir. İnsanın doğuştan bir yaratılış hafızasına sahip olduğu hem bilim hem dinlerin mutabık olduğu bir husustur. Ancak bu yaratılıştan beri sahip olduğumuz ‘öz’ün insanın yaşam serüveninde nasıl bir etkiye sahip olduğu tartışma konusudur. Çünkü insanın öz mahiyeti olan fıtratın işlevine yüklenen anlamlar, bakış zaviyesine göre farklılık arz etmektedir. Fıtratın ‘’ne olduğu’’ sorusuna hem pek çok bilim dalı, hem dinler, hem de düşünürler cevap aramıştır. Bu nedenle fıtrat hakkında farklı görüşler mevcuttur. Örneğin, Hristiyan inanışına göre aslı itibariyle insan ‘günahkar’ bir

118

varlıktır. Hristiyanlığın insan hakkında ki bu temel görüşü, şüphesiz pek çok Batılı düşünürü ve bilim adamını da etkilemiştir. Bu ‘asli günah’ görüşü nedeniyle insanın mahiyeti itibariyle kötü olduğu, kötülüğe meyyal olduğu fikri batı medeniyetine de şekil vermiştir. Öyle ki insan fıtratının kötülüğü, batı medeniyetinde insanın güvenilmez bir varlık olduğu düşüncesini doğurmuş, bu düşünce de günümüzün temel problemi olan ve çalışmamızın temelini de oluşturan insan mahremiyetini yok edecek biçimde denetleyici bir teknolojiyi meydana getirmiştir. Batı medeniyetinin temel düşüncesinde insan mahiyeti itibari ile kötü, pis, günahkar olsa da özellikle Rönesans ve Reform hareketleriyle birlikte yapılan çalışmalar neticesinde insan fıtratı üzerine daha makul görüşler de ortaya çıkmıştır. Örneğin, John Locke (1704)’ün ‘’ insan doğuştan hiçbir bilgi ve ahlak prensibi getirmez.’’ anlayışı Hristiyanlığın insan fıtratı ile ilgili düşüncesiyle çelişen bir durumdur. Hume’ da insan zihninin doğuştan getirdiği bir fikrinin olmadığı kanaatindedir. Bu ve benzeri batılı görüşler insan fıtratının kötü olmadığını ama herhangi bir donanıma ya da kabiliyete ya da meyyaliyyet durumuna da sahip olmadığı kanaatindedir. İslam düşünce dünyasında ve İslam’ın temel kaynaklarında ise fıtratın taşıdığı bir anlam ve misyonu vardır. Gazali insan kalbinin temiz bir levha gibi olduğunu belirtmekle birlikte, iyilik hasletlerine de sahip olduğunu belirtir. Zemahşeri ise ‘’ Allah insanları, kendilerine ağır gelmeden ve inkar etmeye mahal kalmayacak şekilde tevhidi ve İslam dinini kabul edecek tarzda ve bunu uygulamaya kabiliyetli olarak yarattı. Çünkü İslam akılla uyumludur ve doğru düşünceyle birleşir. ‘’ demektedir. Kurtubi (v.671/1272) de, Allah insanların gözlerini ve kulaklarını görmeye ve duymaya uygun yarattığı gibi kalplerini de hakkı kabul etmeye uygun yaratmıştır, görüşünü benimsediğini belirtmiştir. ( Kurtubi, age, 14/29 Akt: Okumuşlar,2002: 35) İslam dininin temel kaynakları olan Kur’an ve hadislerde de fıtrat hakkında verilen bir takım bilgiler mevcuttur. Esasen fıtrat kelimesini; ‘’elde ki kaynaklara göre Kur’an’dan önce bu kullanım şeklinde insan için kullanan başka bir kaynağa da rastlanmamıştır.( Murtaza mutahhari, fıtrat, çev. Cafer Kırım, İstanbul, 1992, 9 Akt: Okumuşlar,2002) ‘’ Kur’anı-ı Kerim’de fıtrat kelimesi çoğunlukla yaratma anlamına gelen ‘fiil’ ve yaratıcı anlamına gelen ism-i fail haliyle kullanılmıştır. Kelimenin türevleri olan parçalanma, yarılma ve kusur anlamlarına gelen şekilleri de kullanımlar arasındadır. Fıtrat kelimesi aynen, sadece bir ayette kullanılmaktadır. ‘’Yüzünü Hanif (batıl olan her şeyden uzaklaşmış) olarak kararlı bir şekilde dine çevir, Allah’ın yaratmasında hiçbir değişme bulunmaz. Bu doğru, sabit bir dindir ama insanların çoğu bunu bilmezler.’’( Rum 30/30) Kur’an’ın bu ayeti genel olarak İslam alimlerinin fıtrat konusunda ki düşüncelerinin temelini oluşturur. Bu ayete yapılan farklı yorumlar fıtrat ve fıtratın insan yaşamında ki misyonu konusunda farklı prensipler oluşmasına sebep olmuştur. Muhyiddin Okumuşlar ‘Fıtrattan

119

Dine’ adlı eserinde Kur’an ve fıtrat ilişkisi bakımından İslam alimlerinin görüşlerini üç başlık altında incelemiştir. Bu görüşlerin en yaygın olanı ve ilk İslam alimleri tarafından benimseneni; fıtratın İslam olduğu kanaatidir ki, bu hususta Bağavi (v.516/1122) ‘’ fıtrat İslam’dır. Fıtrat üzere yaratılış, selim bir tabiat ve dini kabul etmeye eğilimli bir yapıda yaratılış demektir. Bunun içinde insan doğduktan sonra olduğu hal üzere bırakılırsa bu güzel tabiat üzere devam eder.’’ İbn Teymiyye (v.728/1327)’ye göre fıtrat, Allah’ı tasdik ve O’na teslim olmak’’ manasını taşır. ’’ Ancak insanın Kur’an’da geçen bazı menfi hasletleri, nefis ve şeytanın rolü düşünüldüğünde müdahale edilmeyen bir insanın, İslam üzere yetişmesi çok makul bir fikir olarak görünmemektedir. Ayrıca Hz. Adem (as)’ın ve eşinin cennette çevre faktöründen uzak olmasına rağmen yanılgıya düşmeleri bu görüşü pek mümkün kılmamaktadır. Konumuz itibariyle baktığımızda ise öte yandan, dış dünyanın bir bebeğin gözünü açar açmaz çok yoğun bir şekilde karşısında bulacağı kadar etkin olduğu bir çağda; fıtrat müdahelesiz kalınca İslam demek olsaydı, bu çağın insanında İslam’a dair hiçbir iz kalmamış olması gerekirdi ki, ancak bugün de özüne uygun yaşayan, pek çok müntesibi olan bir din olarak varlığını sürdürmektedir İslam dini. Bu ayetin bu şekilde anlaşılmasında etkin bir role sahip olan fıtrat hadisi diye bilinen meşhur ‘’ Her çocuk fıtrat üzere doğar. Anne ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya putperest yaparlar. Tıpkı kendisinde bir eksiklik, hastalık bulunan bir hayvanın yavrusunun eksiksiz bir biçimde yaratılması gibi. Siz onda bir eksiklik görür müsünüz?’’ ( Buhari, Cenaiz 80; Müslim, Kader 22) hadisidir. Ancak bu hadis insanın tercihlerinde ailenin, çevrenin etkisi üzerinde durmaktadır. Bu saiklerin insan yönelimleri üzerinde ki etkisine dikkat çekilmektedir. Bu durumda belki, ‘Müslüman çevrede doğan bir bireyin İslam’ı seçme bakımından daha avantajlı olduğunu düşünmek’, söylemek daha mantıklı görünmektedir. Fıtrat konusunda farklı düşünen bir grup İslam alimi ise fıtratın yansız bir yapı olduğunu savunurlar ki, bu alimler arasında Ebu Hanife (v.150/767) Fıtrat için ‘’ Allah insanları küfür ya da imanla donatmaksızın yaratmış, sonra onları emir ve yasaklarıyla sorumlu tutmuştur’’ şeklinde görüş beyan etmiştir. Aynı şekilde İbn Abdilberr ( v. 463/1071) ‘’ Siz ancak yaptıklarınızın karşılığını görürsünüz’’ , ‘’ Hesap günü her insan yapmış olduğu bütün fiiller için rehin olarak tutulacaktır.’’ Ve biz elçi göndermeden kimseye azap etmeyiz.’’ ayetlerini delil getirerek insanın doğuştan Mümin veya Müslüman olması durumunu reddeder. İbn Atiyye (v. 546/1151)’de fıtrat kavramının insanın yaratılış özellikleri anlamına geldiğini ifade ederek insanın yaratılışta yansız bir durumda olduğunu savunur. ‘’ (Okumuşlar, 2002: 32,34) Fıtrat hakkında ki son görüş ise fıtratın İslam dinine olan uygunluğudur ki, bu görüşe yukarıda da yer verilmiştir; şöyle ki Zemahşeri ( v. 538/1143) ‘’ Allah insanları, kendilerine ağır gelmeden ve inkar etmeye mahal kalmayacak şekilde tevhidi

120

ve İslam dinini kabul edecek tarzda ve bunu uygulamaya kabiliyetli olarak yarattı. Çünkü İslam akılla uyumludur ve doğru düşünceyle birleşir.’’ demektedir. Kurtubi (v. 671/1272)’de, Allah insanları gözlerini ve kulaklarını görmeye ve duymaya uygun yarattığı gibi kalplerini de hakkı kabul etmeye uygun yaratmıştır, görüşünü benimsediğini belirtmiştir. Tüm bu tanımlamalardan sonra diyebiliriz ki; ‘’ fıtrat, insanın varlık yapısının orjinalliği ve bu orjinalliğin iyiye ve temiz olan şeylere daha yatkın olmasıdır. ‘’ Fıtrat, insana dair tüm menfi ve müspet hasletleri bünyesinde barındırmasına rağmen, iyi, temiz, güzel, makbul olana eğilimli bir yapıya sahiptir. Fıtrat aynı zamanda dış etmenlere, etkilenmeye, değişmeye, tahrife, gelişmeye de açık bir yapıya da sahiptir.

İnsanın fıtratının iyiye olan meyli ‘’değer’’ dediğimiz olguları ortaya çıkarmıştır. Mâturîdî’ye göre, fa-ta-ra bilgisel bir kodlamayı içerir. Allah’ın varlığı ve birliği dâhil hayatı devam ettirecek yaşam kodlarının kaynağı burasıdır: ‘’Fıtratullah, Allah’ın insanda yarattığı marifetullah ve her çocuğa bahşettiği şuurluluk hâlidir ki çocuk onunla Rabbinin rububiyetini ve vahdaniyetini bilebilir. Bu marifet, bebekliklerinde kendileri için gıda olan sütü anne göğsünden emme şuurunu Allah’ın insanlara ihsan etmesi gibidir. Nitekim Hz. Peygamber fıtrat hadisiyle bunu kastetmiştir. Allah’ın dağlarda tesbih ve O’na hamd etme şuurunu yaratması da böyledir. Ancak daha sonra ebeveyni çocuğu kendilerine benzetir ve onu asıl fıtratından uzaklaştırırlar. Bu yoruma göre, insan tecrübesi fıtratı meydana getirmez; aksine bu fıtrata uygunluk, hayata temel karakterini verir. Fıtrat teriminin hem Mâturîdî’de hem de Gazâlî’de cebele (cibilliyet/temel karakter kodları) olarak verilmesi şu anlama gelir: İnsan olmanın getirdiği temel kodlar fıtrattadır. Onun dışında hayatı idame ettirmek için gerekli normlar hayat içinde öğrenilir.’’ (http://dergipark.gov.tr/download/article-file/227051 ) Bu kodlar insanın temel yaşam becerisi edinmesinde önemli bir role sahiptir. Örneğin insanın güzele, zerafete olan meyli sanatı, barınma sığınma duygusu mimariyi, utanma, mahcubiyet gibi duyguları ise özel, mahrem alanını kurmayı teşvik etmiştir. Mahremiyet ve fıtrat arasında ki bağ fıtri bir bağdır. Her bebek yeni doğduğunda önce anne ve sırasıyla yakınında ki insanlarla belli bir bağ kurmaktadır. Bebeklik ve ilk çocukluk çağlarında yakınında ki kişiler dışında başkalarıyla yakınlaşmak istememeleri, insanın doğuştan kendine has, mahrem bir alan duygusuna sahip olduğunun göstergesidir. Yaş ilerledikçe anne-baba da dahil olmak üzere etrafında ki herkesle belli ölçüde bir mesafe belirleyerek büyür her insan. Ancak çevre faktörü bu mesafenin boyutunu, türünü farklılaştıracak bir etkiye sahiptir. Örneğin kendine ait odası olan bir çocuğun mahremiyet ve özel alan algısı ile başka aile bireyleri ile aynı odayı paylaşan bir çocuğun mahremiyet algısının aynı düzeyde oluşması beklenemez. Çevre

121

koşulları kişinin mahremiyet algısı üzerinde bir takım farklılıklara neden olsa da, temel de her çocuk yaşının gereklerine göre belli ölçüde bir mahremiyet duygusuna sahiptir. Çocuğun yakın çevresi dışındakilere soğuk davranması, süt emme dönemlerinde güvensiz buldukları kişilerin yanında veya ortamlarda emme-reddi refleksleri, yürümeyle beraber tuvalet ihtiyaçlarını koltuk, kanepe gibi eşyaların ardına gizlenerek gidermeleri gibi davranışları mahremiyetin fıtri bir duygu olduğunun işaretleri olarak değerlendirilebilir. ‘’ Çocukların kendi bedenlerine yönelecek tehlikelerden kurtulabilmeleri ve korunabilmeleri için verilmesi gereken mahremiyet eğitimine Temel Davranış Refleksi denir. Aynı zamanda ‘’utanma-haya duygusu’’ olarak da isimlendirilir.

İki duygu durumu vardır ki, bunların işleyişi çok enteresandır. Bunlardan biri ‘’utanma’’ diğeri mahcubiyet’tir. Bu iki his, kişiliğin koruyucu kalkanıdır. Kişi toplum tarafından kınanan, sosyal yaşamda anormal bulunan davranışlardan, ‘’utanma’’ duygusu sayesinde kaçınarak sosyal yaşam düzeninin sürekliliğini sağlar. Böylece, fıtratın bir parçası olan utanma duygusu sayesinde sosyal yaşam belli düzeyde dengelenir. Böylece utanma hissinin sosyal yaşam ilkelerinin oluşmasına da katkı sağladığını görmek mümkündür. Kişilik sınırları da utanma hissiyle belirginlik kazanır. Ancak utanma hissi salyangozun antenleri gibi çok hassastır, dokunulduğunda içeri çeker kendini. Kapanır, bir süre kullanılamaz hale gelir. Bu durum sürekli tekrarlandığında utanma hissi felce uğrar, kişi utanma hissini kaybeder. Utanma hissi ancak bu duygunun örselenmediği kişilerde canlılığını koruyabilir. Çokça utandırılan kişilerde ki içe dönük hal, utanma hissinin yoğunluğundan değil, bu duygunun kaybolup yerine suçluluk ve değersizlik hissinin gelmesinden kaynaklanır. Fıtrattaki bu temel duygunun zedelenmesi halinde, duyarsızlık durumu ortaya çıkar ki böylesi durumlarda, kişi utanılası davranışları sergilemekten sakınmaz, hatta keyif bile alır… Mahcubiyet hissi de utanma duygusu gibi diğer duygulardan çok farklıdır. Mahcubiyet bireyin kendini büyük görmemesi, yücelik hissetmemesi, insan olmanın getirdiği ortak paydada kalabilmesi için oldukça özel bir histir. Kişi bu his sayesinde tevazu sahibi olur. Ancak mahcubiyet hissi de utanma hissi gibidir. Her insan da doğuştan var olan bu duygu, kişi mahcup edildikçe yok olmaya, görünürlüğünü kaybetmeye başlar. Mahcup edilen, mahcubiyet hissini yitirir.’’ ( Güneş, 2015: 73,75)

Yukarıda da değindiğimiz gibi insanın fıtratında iyi ve kötü pek çok hasletin nüvesi bulunur. Dış çevre bu hasletlerin gelişimine fırsat ve imkan sunar. Böylece fıtratımızda ki temel duygular düşünceye, davranışa dönüşerek bizim için anlamlı bir form alır. Yukarıda ki kaynakta utanma, mahcubiyet duygusu olarak tanımlanan ‘’haya’’ duygusu mahremiyetin ana

122

kaynağıdır. Kişinin doğuştan sahip olduğu sığınma, gizlenme, kendini güvende hissetme arayışı vs. gibi temel refleksler kişinin mahremiyet alanını oluşturan ana kaynaklardır. Yukarıda da belirtildiği üzere dış çevrenin tutumu mahremiyetin ana kaynağı olan haya duygusunu beslediği ölçüde kişi hem kendisi hem başkaları için sağlıklı bir mahremiyet algısına erişebilmektedir. 19. Yy ve sonrasında yaşanan teknolojik gelişmelerle birlikte mahrem alana yapılan bilinçli müdahalelerle, mahrem olan kamuya sunulmuştur. Mahrem olan görüntülere, neşriyatlara maruz kalan bireylerin fıtratında olan ‘haya’ duygusu zedelenince mahremi korumaya yönelik oto kontrol mekanizması da işlev dışı kalmaktadır. Sosyal medya hesaplarında, dergilerde, haber sitelerinde sürekli olarak maruz kalınan namahrem görüntüler bireylerin hem ahlakını hem fıtratında var olan haya duygusunu dumura uğratmaktadır. Özellikle ekran üzerinden maruz kalınan bu durum gerçek hayatta kaçınılan görüntülerin bu şekilde sunulmasıyla meşruiyet algısı oluşturmaktadır. Her toplumun bireylerinin kök saldığı, hayatının anlamını bulduğu toplumsal, kültürel ve dini değerlere ihtiyacı vardır. Ancak yaşanan batılılaşma ve modernleşme sürecinde kişilerin kendilik algısının oluşmasını sağlayan ne kadar toplumsal, dini referans varsa yıkıma uğramıştır. Bu referansların ortadan kalkması, sömürüye açık, kimlik bunalımı yaşayan nesiller ortaya çıkarmıştır. Dini ve toplumsal referanslardan kopuş bireyleri dış etkiye daha açık bir konuma iter. Çağın yaşadığı bunalım özetle budur denilebilir. İşte burada devreye ‘insani değerlerin öz hafızası’ mahiyetinde olan fıtrat hedef noktasına konulur. ( Görmez,2019: ESAM) Bugün çağın mimarları insanın öz benliğini yeniden inşa etmeyi hedeflemektedir. Batı bilim dünyasının kiliseye galebe çalmasıyla beraber, din istenmeyen, toplumdan dışlanan bir nesneye dönüştürüldü. ‘’ Burada Tanrı’ya yer yok!!!’’ ibareleriyle kurulan bilim merkezlerinde, aslında bilimden ziyade Tanrı’yla yaşanan bir savaşa hazırlık yapılmaktadır. (CERN) Şimdiye kadar insani, dini, kültürel değerlere yapılan saldırılar bugün artık hedef değiştirerek direk insanın öz benliğine, salt yapısına yönelmiştir. Ekran medeniyetinin sunduğu iki boyutlu görsellik, gözün çok boyutlu yapısını köreltmekte, bu körelme insanların idrak noktalarını tam olarak kullanmalarını engellemektedir.(Merleau- Ponyt,2016: 45) İnsanın his ve duygu dünyası pozitivist akımlar hakim olana kadar bir bilgi kaynağı olarak görülürken, ‘görülmeyenin inkarı’ dönemi ile beraber insanın manevi kuvveti olan letaiflerini atalete uğratmıştır. Her gün maruz kalınan kötü, dramatik hadiseler hem bizi çaresizliğe, hem bunlara alışmaya, hem üstün güçler karşısında hiç savaşmadan yeniklik hissine düşürmektedir. Bugün insan fıtratı üzerinde oynama o kadar ileri bir noktaya geldi ki, en muhafazakar toplumlarda bile ‘cinsiyetsizlik’ akımı cereyan etmektedir. Antony Giddens ‘mahremiyetin dönüşümü’ adlı eserinde, bireylerin karşı cinsin mahrem görüntülerine çok

123

aşırı maruz kalmasının cinsel sapmaya neden olduğuna işaret etmiş ve gelecek çağ da sapkın

cinsel yönelimlerin meşrulaşabileceğine dair bir takım kanaatlerini belirtmiştir. ( Giddens,2014: 185) Bu tespitlerinin bugün aynen yaşanıyor olması Antony Giddens’in

öngörüsünden mi yoksa bu akımların mimarı olmasından mı bilinmez ama kesin olarak bilinen bir şey var ki bugün Giddens’ın öngörülerinin gerçekleştiği bir çağı idrak edilmektedir. Ve tüm bu yaşananlara karşı en güçlü silah ise ‘’mahremiyeti’’ korumak olacaktır. Bugün Batı hiçbir farklılığın olmadığı bir insan-sistem kurmaya çalışmaktadır. Farklılıkların, geleneklerin, dinlerin ve hatta cinsiyetlerin bile olmadığı tıpatıp aynı insanlardan oluşan bir sistem kurmak istemektedir. Teknoloji bu savaşın en güçlü silahı olarak çok mükemmel bir şekilde kullanılmaktadır. Çağın insanı ise bu savaşın bilinçsiz ama ‘’gönüllü’’ eri konumundadır. Çünkü bugün sanal kimliklerle var olunan sosyal medyada, bireyler ya bizzat kendi mahremini paylaşmakta ya da başkalarının mahremine gönüllü veya gönülsüz bir şekilde şahit olmaktadır. Ancak bu gözlemcilik hali kullanıcıların kendilerini gözetleme veya gözlenme halinde rahatsız olmayacağı şekilde organize edilmiştir. Çünkü tv. ekranları, yazılı görsel neşriyatlar yıllarca bunun ön hazırlığını yapmıştır. İnsan fıtratında olan zaaflara yönelik bu yayınlar bireylerin farkında olmaksızın iradesini zayıflatmaktadır . Yemek, cinsellik, güzellik gibi insanın duyu ve duygularına hitap eden çekim gücü yüksek görseller, kişileri bağlı olduğu değerlere aykırı davranmaya yetecek güçlü figürlerdir. Bunların milyonlarca defa döndüğü sosyal medya platformları insan fıtratında bulunan cismani, tasavvufta ise hayvani olarak nitelenen hisleri galeyana getirirken, manevi bir güç olan ‘Rahmani’ vasıfları da dumura uğratmıştır. İnsan fıtratı Yaratıcının insana ihsan ettiği, en muhteşem şeylerden biridir. İnsan fıtratını tanırsa, rüzgar önünde savrulan bir yaprak gibi olmayacak, ayakları yere sağlam basacaktır. Evet, bugün insan fıtratına yapılan doğrudan müdaheleler gerçekten hem çok tehlikeli hem de çok korkunç boyutlardadır. Ancak fıtrat