• Sonuç bulunamadı

B- Araştırmanın Amacı ve Önemi

3.1. Din ve Dindarlık

Arapça kökenli bir kelime olan din sözlükte “örf ve âdet, ceza ve karşılık, mükâfat, itaat, hesap, boyun eğme, hâkimiyet ve galibiyet, saltanat ve mülkiyet, hüküm ve ferman, makbul ibadet, millet, şeriat” gibi çeşitli anlamlara gelir. ( İslam Ansiklopedisi, Cilt.1, ‘’dyn’’ maddesi ) Din, tarih boyunca insan davranışlarında en etkili faktörlerin başında gelir. Din, hem ferdi hem de toplumu etkileyen sosyo-kültürel bir kurum, insanın günlük hayatındaki davranışlarına yön veren bir faktördür.( Armaner, Din Psikolojisine Giriş, I, 75; Akt: Mehmedoğlu, Ali Ulvi )

Din, insanın düşünce, duygu, irade, vicdan ve davranış gibi bütün kabiliyet ve eğilimlerine hitabeder, ‘’en resmi ve yerleşik kurumlaşmış hiyerarşilerden, ferdi kişiliklerin en gizli ve mahrem köşelerine kadar uzanan heterojen bir gerçeği temsil eder. Ne kadar resmileşmiş, kurumlaşmış ve dışa aksettirilmiş olursa olsun din, aynı zamanda, insanın varoluş tecrübelerinin ve meselelerinin en derin yönlerini içerir.’’ ( Özdalga, ‘’Din Din midir Yoksa Başka Bir Şey midir?, s.36, Geoffrey E. W. Scobie, Psychology of Religion, London 1975,7; Akt: Mehmedoğlu, Ali Ulvi)

Din; konusu itibariyle felsefe, sosyoloji ve psikolojinin inceleme alanına girmiş olduğundan, pek çok farklı tanımlama yapmak mümkün olmaktadır. Ancak en klasik ve bilinen tanımıyla din; Allah tarafından kitaplar ve peygamberler aracılığıyla akıl ve irade sahibi insanlara gönderilmiş, dünya ve ahiret mutluluğu vadeden kurallar bütünüdür. ( TDV, İlmihal, Cilt.1) Dünya üzerinde pek çok din ve dini oluşum vardır. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu, ‘’inanma, sığınma, tapınma’’ ihtiyacı dine ve dini oluşumlara olan yönelimlerin en büyük kaynağıdır. İslam dinine göre dinin temel kaynağı ‘’vahiy’’dir. Vahye dayalı olmayan dinlerin meşruluğu söz konusu değildir. Yeryüzündeki dinlerin bir kısmının temel dayanak noktası vahiy olsa da; insanların metafizik düşüncelerinin ürünü olan din ve dini oluşumlar da mevcuttur. Dinler kaynaklarına, inanç biçimlerine, ibadet esaslarına, dünya-ahiret anlayışlarına göre pek çok türde tasnif edilebilir.

Din ve dindarlık kelimeleri birbiriyle ilgili olmasına karşın birbirinden farklı anlamlara sahip iki kavramdır. Dinin pek çok tanımı olduğu gibi ‘’dindarlık’’ kavramı da pek çok farklı alan açısından, farklı farklı tanımlanmış ve yorumlanmıştır. Dinin aksine daha

76

somut bir varlık olarak algılanan dindarlık, kimilerine göre ölçülebilir bir niteliktedir. Dindarlık hususunda pek çok farklı tanım mevcuttur. Vergote, ‘’Allah’ı varoluşun kaynağı ve iyiliksever bir kudret olarak kabul etmek’’tir şeklinde tanımlar ve psikolojinin uğraştığı dini gerçeğin, önceden tayin edilmiş dini atıflar iminde dindar olmuş insanların dini gerçeği olduğunu ve din psikolojisinin de, ‘’dindar olmanın veya olmamanın muhtemelen şekillerini keşfetmeyi amaçladığını’’ belirtir. ( Birand,agm, 130., Vergote, age, s. 19,88; Akt: Mehmedoğlu, Ali Ulvi, Kişilik ve Din, s.30)

Max Sceheler’e göre insan kişiliğinin özel bir tipi olan dindar insan (homo religiosus), ‘’Allah’ın onun gönlünde ve davranışlarında olduğu, kendi manevi kişiliği ile ruhları dönüştüren, yeni yollardan Allah’ın kelamını sükun bulmuş ve teslim olmuş kalplere ilham edebilen kişidir.’’ Guyau’nun dindarlık tanımı ise daha kapsamlıdır: ‘’ Dindarlık bütün dünya toplumlarını insancıl bir toplum olarak düşünmektir.’’ Spranger ise dindarlığın esasını manevi varlığın en yüksek değerinin durmadan, dinlenmeden ve bıkmadan aranmasında görür.

Auguste Sabatier’e göre dindarlık dahili krizden, buhrandan doğar. Fakat din bu problemin halli konusunda teorik bir çözüm getirmez. Çünkü dindarlığın sunduğu çözüm doğrudan doğruya pratik bir çözümdür. O yeni bir bilgi kapısını açmaz. Aksine insanı, pratik olarak varlığını kendisinden aldığı ona, hayatın başlangıcında ve sonunda iman ve güven duygusunu lütfeden ana ilkeye fiilen döndürür. Psikolojik dünyamızda bu güvenin yeri maddi tabiat alemindeki süreklilik iç-güdüsünün yeri gibidir. Dolayısıyla dindarlık bu duyguyu hissetmek ve bu sorumluluğu kabul etmektir. ( Scheler, Max, 1960; Akt: Mehmedoğlu, Ali Ulvi, a.g.e., s.31) James’e göre dindarlık, büyük ve üstün bir varlığın, hareket ve fiilerimizi gözetlediği yolundaki duygudan kaynaklanır. Bu duygunun derecesi kişinin dindarlığının göstergesidir. Bu duyguları en kuvvetli olanlar ise dindarlardır. O’na göre dindar (mistik) insan yalnızken derin tecrübeler yaşar. ( W. James, The Principles of Psychology, Cambride 1981, 310; Akt: Mehmedoğlu, Ali Ulvi, a.g.e., s.32) Freud, nevrotik hastaların fiilleriyle ibadetler arasında bir benzerlik görür ve her ikisinde de birbirlerinden habersiz gibi zorlayıcı unsurların bulunduğunu, başka bir deyişle temel hayat korkusunun baskıya tabi tutulduğunu kaydeder. Ayrıca her ikisinde de suçluluk duygusu eksik değildir. Buradan hareketle Freud dini, evrensel zorlayıcı bir nevroz, dindarlığı da bunun özel bir şekli olarak görür. Ona göre bütün dini doktrinler birer yanılsamadır. Oedipus kompleksinden kaynaklanan din, insanlığın en eski, en güçlü ve en kaçınılmaz arzusudur. Din, çocuksu bir yanılsama ve nevrotik bir vehimdir. Freud’a göre Tanrı fikri de çocuktaki baba imajının bir yansıması, çocukluk

77

döneminde karşılaştığı zorluk ve felaketler karşısında geliştirdiği zihni bir savunma mekanizmasıdır. ( Freud, Sigmund, s.19,1987)

Freud’a göre din, yüzyıllardır insanlığın hizmetinde olmasına rağmen onları mutlu edememiş ve acılarını dindirememiştir. Onları korku içerisinde bırakarak hayat değerlerini baskı altına almış ve gerçek dünya görüşlerini bozmuştur. Dini medeniyet de insanları tatmin edememiştir. Dolayısıyla bu medeniyetten hoşnut olmayan modern insan bu boyunduruktan kurtulmak istemektedir.(A.g.e., s.33)

Jung göre ise din, ‘’insana özgü iç-güdüsel bir tutumdur ve bunun kendini gösterme biçimlerini tüm insanlık tarihi boyunca izlemek mümkündür. Dinin belirgin amacı ruhsal dengeyi muhafaza etmektir. Din, ‘’ruhi enfeksiyona karşı tek etkili silah’tır. Din bir yandan kişiliğin eğitilerek sağlıklı bir şekilde gelişmesi ve olgunlaşmasına, öte yandan nevrotik hastalıkların tedavi edilerek sağlıklı ve dengeli bir kişiliğe ulaştırılmasına dolaylı olarak katkıda bulunur. Dini tecrübenin ‘’erişilebilir tek kaynağı’’nın ve harekete geçip aktığı ortamın bilinç-dışından gelen reaksiyonun doğrudan etkisi altında olan, genellikle bunu vicdanının işleyişi olarak niteleyen ve kişisel varlığının temelinin Tanrı ile ilişkisine dayandığını gayet net bir şekilde bilen’’ insandır. ( Jung, Keşfedilmemeiş Benlik,s.62,68; Akt:Mehmedoğlu, Ali Ulvi,a.g.e.,s.33)

Din ve dindarlık hususunda pek çok farklı tanıma ulaşmak mümkündür. Bu farklılıklar, toplumların din ve kutsal algısına, dinin toplumsal alandaki tezahürlerine, dinin inanç esasları gibi etmenlerden kaynaklanmaktadır. Dinin ilerlemenin önünde bir engel gibi düşünüldüğü Batı toplumlarında; din hayata müdahale etmeyen sınırlı bir çerçevede varlık sergileyen bir kutsal alandır. Dinin bu konumu, dindarlığı da öznel bir tecrübeye, daha çok duygu boyutuna yönelik, işlevsel olmayan bir yaşantı biçimine dönüştürür. Hristiyan toplumların, dine karşı bu mesafeli duruşu, kapitalist, laik, sosyalist vs. gibi pek toplumsal kuramın oluşumunun da kaynaklığını yapmıştır. Çünkü dinin işlevsel olmadığı, davranış normlarının kutsal bir anlam ifade etmediği(ibadet) bu toplumlar, kendi toplumsal yaşam kurallarını oluşturmak zorunda kalmışlardır. ‘’Kiliseye hapsedilmiş Tanrı’’ artık toplum ve birey üzerinde mutlak otorite değildir ve kilise de insanların ihtiyaç duyduğunda manevi bir tatmin için başvurduğu atıl bir meskendir. Ancak İslam; ‘’bir doktrin ve hukuk olarak bir Müslümanın hayatının her anına ve hayatına nüfuz eder. Dindarlığın bütün normal günlük faaliyetlerde yansıtılması gerekir, çünkü bu faaliyetler kabul edilebilir davranış sınırlarıyla belirlenir ve düzenlenir. Bu sebeple dindarlık ibadet, inanç ve uygulamaların bütün yönlerini

78

eşit olarak kapsamak zorundadır.’’ ( Halife,agm,12-13; Akt: Mehmedoğlu, Ali Ulvi,a.g.e., s.36)

İslam dininin bireyi ve toplumu kuşatan, gündelik pek çok davranışın bir karşılığının olduğu işlevsel, hayata yön veren ve insanın ruhsal, fiziksel ihtiyaçlarını gözeten yapısı, dinin ve dindarlığın somut ve aktif bir biçimde yaşanmasını mümkün kılar. Ayrıca insanın yaşamını sürdürmesi için ihtiyaç duyduğu pek çok gündelik davranışı, belli şartlar sağlandığında ibadet mesabesinde değer görür. Örneğin, helal rızık için çalışmak, çocuğa sevgi, şefkat ve merhamet göstermek, temizliğe önem vermek gibi pek çok sıradan davranış, niyete bağlı olarak ibadet hüviyeti kazanabilmektedir.( Ebu Davud, Hibe) Bu nedenle İslam toplumlarında dindarlığın karşılığı ‘salt’ ibadet kapsamına giren namaz, oruç, hac gibi ritüellerin sınırlarını aşan çok daha derin ve kapsamlı bir eyleme karşılık gelir. Kur’an- ı Kerim’ de ve hadislerde de dindarlıkla ilişkilendirebileceğimiz ‘ibadet’ kavramı, pek çok sosyal ve bireysel sorumluluğu kapsayan geniş bir yelpaze de dile getirilmiştir. ( Bakara 2/177, Fetih 48/26, Enfal 8/34…) Bunun yanı sıra dindarlıkta önemli olanın ‘niyet, ihlas, takva’ gibi içsel dini duygu da ibadetin kabulünde bir ön şart olarak ayrıca belirtilmiştir. ( Fetih 48/26, Hucurat 49/3, Araf 7/96)

Allport dini duyguyu ‘’kişinin kendi hayatında son derece önemli olarak gördüğü ve eşyanın tabiatında sürekli veya merkezi olarak kabul ettiği nesnelere veya ilkelere uygun hareket ettiği…bir yatkınlık’’ olarak tanımlar. ( A.g.e., s.34) Temel hareket noktası olarak görülen din anlayışı, İslam’ın da hedeflediği bir din anlayışıdır.

Dindarlık, kişisel bir durum olsa da, içinde bulunulan toplumun dindarlığa etkisi oldukça fazladır. Gazali’ye atfedilen ‘’takvaya giden yol riyadan geçer’’ sözü bir bakıma, bireyin önce toplumun inanış biçimini taklide, daha sonra samimi bir arayış ve yöneliş sonucunda takvaya erişmesini anlatmaktadır. Bu bağlamda toplumun dine bakış açısı, dini ritüelleri uygulama düzeyi, dinin hayata katılımı ve buna bağlı sergilenen dindarlık toplumun her bir ferdi üzerinde belli bir etki uyandırmaktadır. Toplumun dindar ve dindar olmayan şeklinde keskin bir sınırla ayrıştırılabilecek somut bir yapısı yoktur. Böyle bir ayrıma gidildiğinde dindarların sayısı her halükarda daha yüksek çıkacaktır. Çünkü dindarlık, çok önemsiz bir davranışı kapsayabildiği gibi, canını Allah yolunda vermek gibi üst bir davranışı da pekâlâ kapsayabilmektedir. İslam’a göre dindarlığın en önemli kısmı niyet ve niyeti takip eden çabadır. Dindarlıkta asıl amaç takvaya erişmektir. Takva ise, ‘’bir şahsın kendisiyle doğru ve yanlışı ayırt etme kabiliyetine eriştiği ve bunu başarabilmek için gerekli çabaya götüren tutum veya zihin halidir. Takvanın husule getirdiği türden sorumluluk duygusuna

79

sahip fertler olmaksızın, kıymeti haiz bir toplum inşası yolunda hiçbir ümit yoktur. ( Fazlurrahman, Allah’ın Elçisi ve Mesajı, 62-63, A.g.e, s.38) Dindarlıkta takva gibi üst hedeflerin varlığı, bireyin gelişen ve değişen bir biçimde dinamik bir dindarlık sergilemesini mümkün kılarken; alt düzeyden davranışlarında dindarlık kapsamına giriyor olması inananların dini duygu ve umut yönünü diri tutması bakımından önemlidir.

Dindarlık kavramı geniş inanç ve uygulama şekillerini kapsayan bir kavramdır. Kişinin ideallerinin ve davranışlarının birbirine bağlı olduğu hipotezine dayandırılır. İslam dini ile bağlantılı olarak dindarlığın ferdi inanç (iman) boyutu ile hem bu inancın varlığı, hem de iman-amel bütünlüğünün göstergesi olarak davranış boyutu birlikte değerlendirilmelidir. Bir Müslümanın dindarlığını, ferdi ve sosyal, bütün normal günlük faaliyetlerinde yansıtmak zorundadır, zira bu faaliyetler kabul edilebilir davranış sınırlarıyla belirlenmiş ve düzenlenmiştir. Bu nedenle dindarlık, ibadet, inanç ve uygulamaların bütün yönlerini eşit olarak kapsamak zorundadır. ( Halife, Abdullah H. M. ; İslamda Suç Eğilimine Karşı Koruyucu Bir Mekanizma Olarak Dindarlık; Akt: Uysal, Veysel, Türkiye’de Dindarlık ve Kadın, s.76) Bir başka deyişle ‘’dindarlık kavramının temelindeki teorik unsur, Allah’a inanmak ve O’nu tanımak prensibidir. Dindar kişi, zihin sınırları dışında ve akılla kavranılması mümkün olmayan bir gerçeğe saygı duyar ve bağlanır. Böylece dindar kişinin nazarında, takdis edilen ile takdis eden arasındaki ilişki her şeyden önce, bir var olanın, bir başka var olanla ilişkisidir. ( Draz, Abdullah; Din ve Allah İnancı, s.49; Akt: A.g.e. , s.77)