• Sonuç bulunamadı

Ben iki büyük inkıraz tipi tanıdım. Biri Osmanlı efendisidir. Yazılarımda ondan birkaç kere bahsettim: Bugün kırkını geçkin, çoğu ellisini aşmış adamların nesli içinde pek çok rastladığım bu tip görünüşte hakiki bir Osmanlı centilmenidir, mazbut giyinir, rabıtalı konuşur, derli toplu yaşar. İmparatorluğun mütarekeden evvelki halini temsil eden bu tipin göz aldatan disiplini altında koyu bir inkarcılık ve imansızlık anarşisi vardır. Osmanlı efendisi Türk’ten güzel bir şey çıkacağına inanmaz. Avrupa’nın erişilmez sandığı üstünlüğünü kabul ettiği için Türklerin iptidai bir Asya ırkı olarak, er geç başkaları tarafından temsil edileceğine emindir. Zahiri bir vatanperverlikle yalnız ferdi hayatını boş geçirmeye karar vermiştir. Sosyal endişelerini böylece tamamıyla tasfiye etmiş olduğu için neşeli bir bedbindir, mümkün olduğu kadar az çalışarak tembelliğin yemişleri olan fantezilerini dökecek meclisler arar. İyi konuşur, fıkralar anlatır, güler ve güldürür, yemeği içmeyi sever, musikiyi ve edebiyatı da bir sofra estetiği ile anladığı için yerken şiir söyler ve içerken musiki dinler. Politikası Babıali’dir. Yüze gülücü, arkadan söyleyici, dalkavuk ve kalleş.

Büyük harpte ve mütarekede İmparatorluğun dikişleri sökülmeye başladığı zaman bu tip kadar bile zahiri disiplinini muhafaza edemeyen daha yeni ve daha genç bir inkıraz tipi peyda olmuştur. Bu, ötekinin öz kardeşidir, fakat görünüşte farkı vardır: Kılıksızdır, parlayıp sönen, insicamsız ve gayri tabii bir heyecanla konuşur, serseri yaşar. Hayatı ve itiyatları teessüs etmemiştir. İmansızlığını ve ahlaksızlığını gizleyecek zahiri bir utanç maskesinden de mahrum olduğu için iffetsizliğine ait sergüzeştleri bir muvaffakiyet gibi anlatır. Birinci sınıf yalancıdır: Söz verir gelmez, para alır vermez iyiliği çarçabuk unutur ve fenalıkla mukabele eder. Fakat yalan söylemekte ki hüneri, bütün rezilliklerini gizledikten maada kendisine izafe ettiği mertliklere ve faziletlere de etrafını inandırdığı için sempatisi, tesiri ve muvaffakiyeti vardır. Hayatının tezatlarından ve anarşisinden doğan heyecanları daha kesif olduğu için ötekinden daha canlı ve artistik konuşur, yazısı daha renkli, hayalli, çapraşık ve oyuncaklıdır. Fikirsizliğini ve bilgisizliğini gizleyen dolambaçlı ibareyi sever.

Bu iki inkıraz tipi üslup olarak birbirinden ayrılırlar, fakat mayaları birdir: Milli kabiliyete ayni imansızlık; bu imansızlıktan gelen ayni bedbinlik ve cemiyete ayni

intibaksızlık; hiçbir etik muvazeneye kavuşamayan bu intibaksızlıktan doğan ayni ahlaksızlık.

Büyüğünde intibak zahiridir: Meclislerde terbiyesini muhafaza eder; küçüğü buna da muvaffak olamaz, küstahlığını ifşa eder, gaf yapar, kalp kırar, münakaşayı diline eline yardımcı çağıran bir kavga haline sokar. Bu zahiri intibaktan da mahrumiyeti yüzünden hiçbir muhit ve zümre içinde tutunamadığı için öfkeli ve kindardır, sözlerinde ve yazılarında hiçbir teşvik, müsamaha, aklıselim, muvazene bulunmaz, daima batırıcıdır, ekseriya muarızını tayin edecek cesaretten de mahrum olduğu için öfkeli imalarla garazını boşaltır.

Bu, Osmanlı inkırazının son çocuğudur. Yüzünün sebatsız, oynak ve müşevveş çizgilerinde bütün bir eski devrin çöküşünü görürsünüz. Bu çocuk o devrin son haykırışı , son deprenişi, son öfkesi, son zilleti, son iniltisi, son nefesidir.

Kendi insanını yaratan her devir gibi imparatorluk da son yarım asır için de prototip olarak bu Osmanlı efendisi ve Osmanlı çocuğu dejenerelerini vermiştir.

ŞİMDİ *

Mühim işlerimizi tehir etmeyi severiz. Bazılarımızda bu, tembellikten ve ihmalden ziyade mükemmeliyet aşkıdır. O işi ehemmiyeti nispetinde muhtaç olduğu geniş zamana, huzura bırakırız. Benim de böyle yıllardan beri gününü bekleyen projelerim var. O gün nasıl gündür? Evvela çok uzundur, yirmi dört saat değil, yirmi dört yıl sürecek gibi gelir; sonra alelade günlerin bütün alakalarından uzaktır; o gün hiçbir işim olmayacaktır, telefon çalmayacaktır, kapı vurulmayacaktır, otomobil kornası ve ayak sesi duyulmayacaktır; o gün hafızamı bir diksiyoner gibi kullanabileceğim, istediğim sayfayı açacağım, dilediğim hatırayı dümdüz, tertemiz ve durdurabileceğim, muayene edebileceğim, geri gönderebileceğim, tekrar çağırabileceğim. Bir siyah tahta önünde tebeşire hakim olan sağ elin ve silgiye hakim olan sol elin rahatlığı ile fikirlerimi çizeceğim, sileceğim, yeniden yazıp bozacağım ve aradığım mükemmeliyete doğru, gayeme müdahale edebilecek harici ve deruni hiçbir yabancı ilişiğe rastlamadan ilerleyeceğim, işimi yapacağım.

Bu masum iştiyakla en güzel tasavvurlarımın icrasını tehir ettiğim çok olmuştur. Yarını bugünden daima daha müsait farzetmekten doğan bu masumiyetin cezası, o işin asla yapılamamasıdır.

Yaşadıkça anlarız ki o gün gelmez. Her gün muhtevası itibariyle değil, mücadelesinin şartı itibariyle başka herhangi bir günden farksızdır; kısadır, maddi alakalarla doludur, beş duyumuzdan şuurumuzun ta dibine kadar başımız, düşünmek istediği mevzuun dışında sayısız tesirlerle karşılaşır, dışarıdan ve içeriden hiç ummadığı intibaların ve hatıraların kastine, baskınına ve taarruzuna hedeftir, çünkü hayat bütün bu tesirlerin manzumesidir. Aradığımız huzur ve sükun, ancak bizim olmadığımız yerde, yoklukta vardır.

Yaşadıkça anlarız ki ne yapmak istiyorsak, ne yapabileceksek şimdiden başlamalıyız. Ancak şimdiye hakimiz. Hayat şimdilerin peşi sıra geçen şimdilerin yekunudur. Her kaybolan şimdi bir daha gelmemek üzere geçip gitmiştir ve şimdiyi anlamayan hayatı anlamaz. “Şimdilik durmak” değil, “şimdiden başlamak”.

Şimdiye hürmet edelim. Şimdi ne yapıyorsunuz, ne ile meşgulsünüz? Bütün imkanlar buradadır. Muhakkak olan şey yalnız bu şimdiden ibaret. Projelerimizi geciktirmeyelim, şu an bizim midir? Boş muyuz? Şimdi başlayalım. Yarının şimdileri bu anın şimdisi kadar muhakkak değildir.

Kendi kendine: “Bu dünyada yapılacak çok şey var, acele et!” diyen Beethoven gibi bu dünyada az çok bir şey yapmış olabilenlerin hepsi şimdiyi keşfetmiş insanlardır. Anın kıymetini bildiler. Zaman denilen şeyin yalnız şimdiden ibaret olduğunu anlamışa benziyorlar.

Her şey ancak şimdi mümkündür. Biraz sonra şüpheli, daha sonra çok şüpheli. İşlerimizin en mühimini şimdiye en yakın plana alalım. En mühim işimiz olan nefes almayı tehir etmediğimiz ve şimdi yaptığımız gibi. Yemek ve su biraz daha geciktirilebilir, çünkü daha az mühimdir. Biz ise işlerimizi ehemmiyetleri nispetinde geciktirmeyi severiz: Daha iyi, daha mükemmel yapabilmek için, saadetimizi bile geciktirir, ümidi hazza tercih ederiz.

Bütün iktidarsızlıklar, irade hastalıkları, tembellikler, vehimler, tereddütler, savsaklama illetleri, şimdinin kıymetini bilmemekten gelir. Fanilik şuurunun eksikliğidir. Günlerin tükenmeyeceği zannımdan doğan aldanıştır.

Canı tez, velut, çalışkan ve yaratıcı adam, şimdinin içindeki imkanları kaçırmak istemeyendir. Çünkü bu imkanlar kaçar, çünkü bu imkanlar birbirine benzemez, çünkü bu imkanlar fırsatlardır, çünkü fırsat kaçar ve geri gelmez.

Her şimdinin içinde bir fırsat gizlidir. Boşuna geçen şimdiler kaçırılmış fırsatlardır. Her gece kendi kendimize soralım: “Kim bilir bugün kaç şimdi kaybettim!”

Kahvelerde her gün sayısız şimdiler kayboluyor.

Bir garp mütefekkiri, insanı boş vakitlerinden tanıyordu. İnsan cidden boş vakitlerinde hüviyetini ve talini bulur. Boş vakitlerimiz baştan başa bize ait şimdilerle doludur. Her birinin içindeki imkan hazinesi içinde bahtımızdan parçalar, parçalar vardır.

Fakat bazı canı çok tez adamlar şimdiyi hırpalarlar. Öteki şimdilere bölünmesi lazım gelen bir işi hep bir şimdiye yüklerler. Geciktirmek kadar bu da şimdiye hürmetsizliktir. Tereddüdün felce uğrattığı adamla aklına esenin, ilcasının esiri olan adam da farksızdır: Biri şimdiyi geciktiriyor, öbürü şimdiyi aceleye sokuyor. Şimdinin anını iyi tayin etmek de şarttır: Önünüzden hızla geçen lastik topu yakalamak için kollarınızı bir lahza evvel veya sonra uzattığınız takdirde alacağınız netice bir olduğu gibi.

Her işin kendine göre bir şimdisi vardır. O şimdiyi iyi sezdiğimiz an “şimdi sırası” diyeceğiz, fakat o ideal şimdiyi bulabilmek için ondan evvelki şimdilerin hepsini yoklamalıyız. Her anımızın imkanları ve verimleri üstünde hassas olmak!