• Sonuç bulunamadı

Yolda hiç tanımadığım bir genç karşıma çıkarak bana “filanca mısınız?” diye sorup müspet cevap aldıktan sonra dedi ki:

- Affedersiniz, ben de bir talebeyim, arkadaşlarım ve tanıdıklarım arasında hususi bir anket yapıyorum. Cep defterimde on üç soru var. Bunlara sizin de cevap vermenizi isterdim. Kabul ederseniz şu kahveye girelim. Uzun sürmez, çünkü cevapların birer cümleyi geçmemesi şart.

Kabul ettim ve kahveye girdik. Gencin bu teşebbüsü ve cesareti hoşuma gitmişti. Memleketin veya insanlığın mukadderatına bağlanan fikir meseleleri hakkında soracağı şeyleri merakla dinledim.

Defterini çıkardı ve okumaya başladı:

- “Birinci sual: Şayet sevgiliniz size bir tokat atarsa ne yaparsınız?” yüzüme baktı.

- İkinci suali de okuyunuz! Dedim. Okudu:

- “İkinci sual: Tanımadığınız bir kadına ilk görüşte ilanı aşk ederseniz tesiri ne olur?”

- Devam ediniz.

- “Üçüncü sual: Size Tayyare Piyangosu çıkarsa ilk önce ne satın alırsınız?” - Devam.

- “Dördüncü sual: Hiç sinema artistlerinden birini yalnız perdede görerek deli gibi sevdiniz mi?”

- “Beşinci sual: Hakemsiz bir futbol maçına taraftar mısınız?” - “Altıncı sual: Aldığınız kızın mazisi sizi alakadar eder mi?

- “Yedinci sual: Birisi sizi uzun lakırdılarla tıraş etmeye başlarsa kendinizi nasıl kurtarırsınız?”

- “Sekizinci sual: Kadınların bıyıklı erkekleri tercih etmeleri tabii bir hadise değil midir?”

- “Dokuzuncu sual: En güzel eğlencenin sizce programı ne olabilir?” - “Onuncu sual: En kurnazca bir muzipliğe bir misal söyler misiniz?”

- “On birinci sual: Tramvayda bilet almazsanız ve tesadüfen size bilet sormazlarsa bedava gidişiniz bir ahlaksızlık mıdır?”

- “On ikinci sual: Fakir bir muallim olmak aptallık sayılmaz mı?”

- “On üçüncü sual: Çabuk heyecana kapılan kadın iyi bir hayat arkadaşı olabilir mi?”

Genç talebe defterini kapadı ve laubali bir sırıtışla benim yüzümde de bir tebessüm uyandırmaya çalışarak gözlerimde on üç cevabın gölgelerini aradı.

Ben sadece dedim ki.

- Son imtihanınızın suallerinden galiba fazla sıkılmışsınız ve bunun aksülameli olarak, tatilde eğlenmek için, havai bazı sualler yazmışsınız. Bense daha ciddi şeyler ummuştum. Arkadaşlar arasında eğlenmek için buna benzer sualler belki sorulabilir; fakat cep defterinde yer bulacak ve bir gencin zekasını devamlı surette oyalayacak meseleler bunlar olamaz. Bana siz “dam üstünde saksağan, beline vur kazmayı” sözünün manasını anlamak için gramer alimleri arasında anket yapan bir insan hissini veriyorsunuz.

Genç bir kahkaha attı:

- Bu sual de çok güzel. Durun onu da yazayım. “Dam üstünde saksağan, beline vurdum kazmayı! Ne demek? On dördüncü sual!.”

- Hah bakınız bu sualinize cevap vermek isterim: “Dam üstünde saksağan” demek çirkinliğinin şuuruna malik olmadığı halde bir tavus gururu ile kendini yüksek yerlerde teşhir eden adamın heykeli demektir; yahut da vaktinin kıymetini bilmeyerek boş şeyler için ciddi emekler veren, önüne gelene böyle sualler soran bir talebenin timsali!

“Beline vurdum kazmayı!” demekse, bu türlü insanlara aldırmayıp geçtim manasına gelir ki işte ben de onu yapıyorum, dedim ve derhal gençten ayrılarak kahveden çıktım!

ACABA?.. *

Kitabın zararsız ve sadık bir dost olduğu çok söylenmiştir. Kitaplar dost mudurlar? Elbette.

Sadık mıdırlar? Belki. Zararsız mıdırlar? Asla.

Bilmem hangi İngiliz demiştir ki: “Her zaman size itaat ederler, her sorduğunuza cevap verirler, yalan söylemezler, aleyhinize dedikodu yapmazlar, ödünç para istemezler, dilediğiniz zaman susarlar, çağırdığınız zaman gelirler: Kitaplar eşsiz birer dostturlar.”

Pek doğru. Bunlar kitapların hatta eksik sayılmış iyilikleridir. Fakat en iyi kitapların bile bazı fenalıklarını aynı hararetle saymak mümkündür.

Evvela hepsi az çok müstebittirler: Söyledikleri şeyin yegane hakikat olduğunda ısrar ederler. Bir kitabı okurken içinizden ona itiraz ederseniz belki susar, cevap vermez, fakat sizin fikirlerinizi kabul de etmez. İtirazınızın kıymeti ne kadar yüksek olursa olsun tesiri sabit kalır: hiç. Tenkitlerinizin kılıcı okuduğunuz kitabın bir satırını bile ikiye biçemez. Dostunuz o kadar inatçıdır ki on asır sonra okunsa hep aynı iddiaları tekrar edecektir. Bunun için ona itiraz etmek nafile, fakat size telkine çalıştığı fikirleri kabul etmek de tehlikelidir. Çünkü aksi de pek doğru olabilir.

Bu dostla çok ihtiyatlı konuşmak lazımdır. Adeta her cümlesini okuduktan sonra, içinizde “Acaba?” sualinin temsil ettiği bir şüphe kalkanı kullanmalısınız. Mesela, içtimaiyatçı Durkheim’in kitabı size diyor ki:

“İçtimai vakıalar ferdin haricindedirler.” Acaba? Deyiniz, acaba bu kadar müstakil bir vakıalar sırası mıdır ve bu fikir başkaları tarafından mükemmelen yaralanmamış mıdır? Yahut iktisadiyatçı Marxin kitabı size diyor ki: “Bir memlekette sanayi ilerledikçe sınıf tezatları artar ve amele lehine bir inkılap imkanları çoğalır”. Gene acaba deyiniz acaba sanayi en ileri memleket olan Amerika’da amele niçin böyle bir inkılabı benimsememiştir de Rusya gibi nispeten sanayi çok geri bir memlekette bu inkılabı yapmaya çalışmıştır? Yahut ruhiyatçı Ribot’nun kitabı size diyor ki: “Şuur bir hadise gölgesidir; fizyolojik faaliyetlerin boş bir inikasıdır. Yürüyen bir adamın ayaklarının gölgesi adımlarının hareketini nasıl değiştiremezse müstakil bir ruhi hareket de tasavvur edilemez ki uzvi faaliyetimize istikamet veren ilh...” Acaba deyiniz, şuur gölge gibi esassız bir varlık mıdır?

Onun beyin ve sinirlerle münasebeti üzerinde daha başka ve bu fikre zıt tetkikler yapılmamış mıdır?

Kitabın en büyük zararı yalnız maddi gözlerinizi değil, ruhunuzun gözlerini de zayıflatması ve hayatı görebilmeniz için size kendi gözlüğünü takmasıdır. Pek çok insanlar bilirim ki Durkheim’i, Karl Marx’ı, Bergson’u vesaireyi okuyarak kendi gözleriyle görmek hassasını kaybetmişlerdir. Görüyorsunuz ki hayatın karanlık davaları karşısında gözlerimizi açması icap eden bu dost farkında olmayarak bizi kör edebilir. “Nasıl düşünmeliyim” diye okumayınız , “başkaları nasıl düşünüyor?” diye okuyunuz. Düşünceniz kendinize mahsus değilse cihanşümul zekaya ne ilave edebilirsiniz? Dostumuz kitap bizi maymuna ve papağana döndürmeye muvaffak olmamak şartıyla zararsızdır.

Bir de kitap okurken içinizde daima yaşayan o “acaba?”sizi yeni eserler okumaya teşvik ve mecbur eder. Yeniden bir çok dostlar kazanırsınız. Bir insana bir nazariyeye , bir sisteme saplanıp kalmazsınız. Hatta her okuduğunuz kitabın nihayetindeki “Son” kelimesini siliniz ve yerine “Acaba?” yazınız.

Büyük mütefekkirlerin muvaffakiyet sırrı hep bu kelimededir. “Acaba” demeseydiler yeni bir şey düşünebilirler miydi? Tatbikata başlayınız ve evvela benim bu yazımın sonuna bir “Acaba?” oturtunuz!

BİR ve İKİ YÜZLÜ BIÇAK *

Eski bir filozof hayatın her hadisesini bıçağa benzetirmiş: Eğer bu hadiseyi elinizi kesmeyen tarafından tutabilirseniz yaralanmaz ve nikbin yaşarsınız. Her şeyden şikayet edenler, bir hadiseyi daima yaralayıcı tarafından tutanlardır.

Başka bir filozof da diyor ki: “İşte hafif bir yağmur; sokaktasınız, şemsiyenizi açıyorsunuz; “ne pis hava!” demenin manası var mı? Niçin: “oh! Ne güzel rahmet’”demiyorsunuz?”

“İnsanlar da yağmur gibidir. Fakat bu o kadar kolay değil diyeceksiniz; kolaydır. Hatta yağmur karşısındaki nikbinliğinizden daha kolaydır. Çünkü yağmura karşı tebessümünüzün sizden başka hiç kimseye ve yağmura tesiri yoktur; fakat insanlara gülümserseniz onların can sıkıntılarını ve kederlerini azaltırsınız. Başkalarını mazur görmek için idman yapınız. Mark- Aurele her sabah kendi kendine dermiş ki: “Ben bugün kibirli bir adama, bir yalancıya, bir insafsıza, can sıkıcı bir gevezeye tesadüf edeceğim; fakat hepsini mazur görmeliyim, çünkü bu hallerinin sebebi cehalettir.”

Bütün bu sözler ne kadar doğru değil mi? Doğrudur, fakat yerine göre. Ben her okuduğum şeyin telkinine derhal kapılmak istemediğim için eski filozofun, öteki filozofun ve “Mark-Aurele” in söyledikleri üstünde biraz düşünmek isterim.

Şüphesiz hayatın her hadisesi bıçağa benzer; ve bir felaketi andıran nice vakalar vardır ki bunları keskin olmayan tarafından tutabilirsek zararlarından kendimizi korumuş oluruz. Fakat bazı hadiseler de vardır ki iki yüzü de keskin birer bıçaktırlar ve hangi yüzünden tutsanız mutlaka yaralarlar. Size bunlardan yalnız birinin ismini söyleyeyim, yetişir: Ölüm! İşte bütün ümitlerimizi birden kesen iki yüzlü bıçak. Eski filozof bunu niçin görmemiş? Dokuz yaşında ve babasız kalınca sürünmeye mahkum bir yetim çocuğu, onun cenazesi karşısında sevinçle topaç çevirebilir mi?

Şemsiyeye gelince, bu yarım icat başımızı ıslanmaktan kurtarıyorsa da ayaklarımızı daha pis bir şeye, çamura batmaktan men edemiyor. Hele şemsiyemizi bile tersine çeviren müthiş bir boraya ve sağanağa tutulur da sırılsıklam kesilirsek: “Oh! Ne güzel rahmet! Es mübarek es! Yağ mübarek yağ!” diyebilir miyiz? Bunun gibi fenalıklarını öfkelerimizle , şiddetli tenkitlerimizle veya istihzalarımızla ıslah veya tevkif edebileceğimiz adamlar vardır. Bize karşı söylenen bütün yalanları, yapılan bütün haksızlıkları, dedikoduları ve

iftiraları Mark-Aurele gibi tebessümle karşılayacak olursak en fena ihtirasları ve ahlaksızlığın her türlüsünü teşvik etmiş olmaz mıyız?

Hele biz, Şark ahalisi, mazur görmeye çok alışmışızdır. Dudaklarımızın ucuna yazılı: “adam sende!” gibi miskinlik ve tevekkül nidalarından cesaret alan ne zorbalar, müstebitler, insafsızlar, hainler, yalancılar ve müfteriler vardır. Onlara karşı çürük bir tevekkül şemsiyesi altına barınıp geçecek miyiz? Yoksa o şemsiyeyi bırakarak elimize bir tenkit sopası alıp kafalarına mı indireceğiz?

Acizlere karşı müsamaha ve tebessüm, şüphesiz; fakat zorbalara karşı da bu!

Her şeyi pembe veya tersine, her şeyi kara gören filozoflara bakmam. Hayatta güneşin bütün renkleri vardır.

Viktor Hugo daha güzel söyler: “İnsanların matemlerinde beraber ağlayınız, düğünlerinde beraber gülünüz!” Cenaze alaylarında bile bize gülmeyi tavsiye eder gibi görünen nikbin filozoflar, devamlı bir tebessümün ahmaklık işareti olduğunu ve ızdırapsız tefekkür, olamayacağını galiba unutmuşlardır. Fakat bunun gibi devamlı bir somurtkanlık da Allah’a, güneşe ve hayata karşı nankörlüktür; ve belki o somurtkanlığın devamı da bu nankörlüğün cezasından başka bir şey değildir.

ÇAKIL, BAŞAK ve ÖRDEK *

Artık yalnız birbirimizi değil, taşları, otları ve hayvanları da kıskanmaya başladık; ağustos sıcaklarında sarı kumlukların kızgın şiltelerine gömülerek sedef kamburlarını güneşe veren renkli taşlar, çakıllar ve deniz kabukları; tarlalarda altın sinirleriyle güneşi emen ve serpilen buğday başakları; sularda adeta ebedi bir lekeyi temizlemek ihtirasına benzer bir ısrarla yıkanan ördekler, kazlar hep rakibimiz oldular. Plajlarımız adam almıyor. Kıyı topraklarımız tersine dönen bir kap gibi içindekileri denize döküyor: Ördekler gibi suya dalıp çıkıyor, deniz kabukları gibi kumluklarda pişiyor, başaklar gibi kırlara serpiliyoruz. İnsanlığımızdan biraz bıktık; çakıl taşının kaygısızlığına, otların avareliğine, su hayvanlarının beyinsizliklerine imreniyoruz. Cemiyet ve dünya işlerine bağlandık da ne oldu? Binlerce yıldır kainatın muammalarını düşünüp durduk da ne çıktı? Gene ölüm var, gene ihtilal ve harp oluyor, gene boğuşuyoruz.

Gayri beşeri varlıkları kıskanışımız, tabiatla ezeli kavgamızda yenildiğimize işarettir. Hala nezleyi bile tedavi edemiyoruz, tıp ilminden fayda ne? Harp sanayi her zamankinden fazla ilerlemiştir, cemiyet ilimlerimizden fayda ne? Elektriğin mucizeleri insanın lehinde de, aleyhinde de aletler yapmasıyla neticeleniyor, fizik ve maddi ilimlerimizden fayda ne? Hissiz çakıl, iradesiz başak, beyinsiz ördek bizden daha mesut. Onlar gibi suya dalıp çıkalım, güneşte yanalım, rüzgarda sallanalım.

Mı acaba?..

Hayır. Ben tabiata bu kadar teslim olmaktan bir şey anlamıyorum. Çakıl gibi hissiz olursak gene ayak altında ezilmeyecek miyiz? Başak gibi avare olursak gene orakla biçilmeyecek miyiz? Ördek gibi ahmak olursak gene bıçakla ezilmeyecek miyiz?

Hayır, hayır. Tabiatla dostluğumuza aleyhtar değilsem de bu kadar içli dışlı olmamıza da taraftar değilim. Güneşe, suya ve havaya pek yüz vermeye gelmez, çünkü tabiat şımardığı zaman bizi hayvanlaştırmakla kalmaz; bir tedavi farz ettiğimiz Heliotherapie ve Hydrotherapie, güneş ve su banyoları (son tıbbi müşahedelerle anlaşıldığı gibi) insanı ölüme kadar yürütür.

İşte ben en ziyada, plajlarımızı dolduran avara ve neşeli insan kalabalıkları arasında bulunduğum zaman insanlığımın hasretini çekiyor, kapalı ve karanlık yazı masamın başını

arıyorum. Ben de güneşe, suya ve havaya aşıkım; fakat çakıl, başak ve ördek gibi tabiata esir olmak istemiyorum.