• Sonuç bulunamadı

Ahmet Haşimin ölümü şair Türkiye’yi çok sarstı: Büyük hatırasına ihtifaller yapılıyor; konferanslar veriliyor. Yedigünün de yeni sayısını ona hasredeceğini memnuniyetle haber vereyim.

Haşimsiz kalan edebiyat aleminin bu hassasiyeti, bizde, uyuşmuş sayılan edebi alakaların ne kadar canlı olduğunu gösterir. Vakıa edebi gruplar, teşekküller, sistemli, edebi faaliyetler yok; vakıa edebiyat dostları hazin bir cenaze alayında, matemli bir tesanüt içinde görünüyorlar; bu hazin alaylar, ihtifaller bitti mi, bir yandan ölünün mezarını, öte yandan da edebiyat muhitlerimizi büyük bir sükut kaplıyor. Fakat olsun. Bu demektir ki edebi iştiyaklar, buldukları fırsat ne kadar acı olursa olsun, bir tesanüde şekil verecek toplantı merkezine doğru çağlayanlar gibi akıyorlar. İnsan kalplerini birbirine bağlamak için matemden daha sağlam ve samimi bir rabıta bulunamaz.

İşte Ahmet Haşimin ruhunun kumanda ettiği büyük bir edebi cemiyete her nesilden, her fikir zümresinden insanlar koşa koşa geliyorlar, giriyorlar ve dağılmış sanılan edebiyat kalabalığının içtimai bir vahdet olduğunu ispat ediyorlar.

Hepimiz anlıyoruz ki çokluğumuz nispetinde bu matemi paylaşabiliriz ve Haşimin hatırasına uzun bir ömür temin edebiliriz. Kıymetli bir adamın bıraktığı boşluğu, ancak bütün bir edebiyat dünyasının insanları, bütün edebiyatçılar ve okuyucular doldurabilirler. Zira hepsinde o kıymetliden bir parça, hepsinde Haşimin tesirinden kalma bir parça vardır. Ancak bu parçaları ekleyerek, gidenin boşluğunu unutturacak bir teselli hayalini yaratmak mümkündür.

İtiraf edelim ki muhabbetlerimiz ve miskin alakalarımız, büyüklerimizi sağlıklarında, tahlil, tenkit ve tebcil edecek tarzda bir türlü yerlerinden kımıldanamıyorlar. Ancak ölüm gibi felaketin sillesi, uykuda bulunan dikkatleri uyandırıyor. Haşimin ölümünden sonra yazılan ve söylenen, yazılacak ve söylenecek olan şeylerin çoğunu hayatında iken ifade etmeye mecburduk. Nerelerde idik o zaman?

Haşim aramızda geziyordu, konuşuyordu, makale yazıyordu, şiir söylüyordu, kitap çıkarıyordu; bir küçük makale veya fıkra hududunu geçmeyen yarım yamalak tenkitlerden başka Haşim için ne yaptık?

Her tebcilde o kadar çok geç kalıyoruz ki şükran duygularımızın muhatabı, giden adamın şuuru olmak lazım gelirken, mezarların hissiz çukurlarına haykırmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Ancak spiritüalist akidelerden medet umarak rahmetlini ruhunu baki farz etmek suretiyle, melun bir şüphenin sakatladığı aciz bir teselli bulabiliyoruz.

Fakat ya maazallah ölümlerden sonra da kayıtsızlığımızı muhafaza etseydik?..Ya bu kadarcığını da çok görseydik?..O vakit, her gün biraz daha yolcusu azalan bu çölden kuş uçmaz, kervan geçmez olurdu.

Yalnız Haşimin değil, herhangi bir büyüğümüzün kaybından alacağımız ilk ders, yaşayan gözlere, vuran bir kalbe, yazan bir ele karşı artık bu, kış günlerindeki yılan uyuşukluğunu terk etmeye karar vermek olmalıdır.

Yeni nesillere de bakıyorum, herkes şiir, herkes hikaye ve roman yazıyor; okumak, başkalarını anlamak, hayatları ve eserleri hakkında etüt yapmak gayretinde olanları göremiyorum. Hakiki tenkit, ölen sevgililerin arkasından gözyaşı dökmekten ibaret kalmaz. Henüz bu romantik devreden çıkmış değiliz.

HAŞİMİN DOSTLUĞU ve DÜŞMANLIĞI *

Ahmet Haşim yatağa düşünceye kadar insanların dostluğundan şüphe etti. En necip temayüllerin arkasında bile adi bir menfaat hesabı, gizlenen ve aldatan bir benliğin tuzağını araştırıyordu. Bunun için dostlarının bile kendisine ancak sıhhatli ve muzaffer olduğu günlerde gülümsediklerine ve cismin de, zekanın da hezimet günlerinde semtine kimsenin uğramayacağına zahipti. İşte bu sararıp soldurucu, bu dişleyip kemirici emniyetsizlik ve şüphedir ki onu, zaman zaman, bütün sevdiklerine karşı acı, yırtıcı, saldırıcı, yaralayıcı bir öfkeyle teçhiz etmiştir.

O, yalnız dostlarının düşmanı idi. Fakat ne estetik bir kin! Ne de sanatkarane bir öfke! Ne tatlı ve sevimli bir düşmanlık! En müthiş ve en güzel hicivlerini hep dostları için söylemiştir. Bu hücumları arasında gayet kısa bir zaman için ona kızanlar bulunsa bile, ısırıcı sözlerinin bedii kıymeti, hele Haşimin yaz günlerinde yıldırımlı bir gökyüzü gibi çabucak elektriği ve bulutları dağılan, yerini güneşe veren tatlı mizacı bu teessürleri tadile ve izaleye kafi gelirdi. Hatta, oklarına hedef olanlar arasında “Haşim’e gücenilmez!” sözü bir kaide hükmüne girmişti.

Nasıl gücenilebilirdi ki Haşimin kini, o harikulade muhayyilesini harekete getirmek ve sanatkar mizacını daima faaliyet halinde bulundurmak için bir münebbihten başka bir şey değildi. Hicvetmesi için kızması lazımdı; bu öfkeye amil olmak rolünü dostlarından başka kimden isteyebilirdi?

Bunu anlayan sevdikleri için Haşime gücenmek birinci sınıf bir ahmaklık olurdu. Haşimin sevdiği ve alakadar olduğu insanlar hakkında söylediklerinin hepsini hatırlamak mümkün değildir. Hafızanın ihanetinden kurtarılabilenleri toplamak ve neşretmek için bazı teşebbüsler olduğunu biliyoruz. Ben bir ikisini şuracığa kaydedivereyim:

Ahmet Haşim, bir yatı ve bir otomobili olan Namık İsmail için: “Herif devlet gibi: Kuvyi bahriye ve berriyesi var” derdi.

İçkiyi seven Çallı İbrahim için: O bir cenin gibidir, alkol dolu kavanozun içinden çıkarırsanız tefessüh eder.” Derdi.

Hasta ciğerlerinin tedavisi için devlet yardımına mazhar olan en büyük dostu için: “Bizim kanımızla onun ciğerlerini besliyorlar!” demişti.

Kendisine “Arap Haşim” diyenlere Çanakkale harbine iştirak ettiğini hatırlatarak: “Muharebe oldu mu, sen Türksün, buyurun cepheye” derler; sulh olup da bir yerden iş, memuriyet istedin mi, haydi oradan Arap! Diye savarlar” derdi.

Haşim, yukarda da söylediğim gibi, estetik bir ameliyenin muharriki olarak, muvakkat bir zaman için kullandığı öfkesi geçtikten sonra hemen barışırdı. Aleyhine söylenen ve yazılan şeylerin ağı hatırasını kalbinden çabucak silkip atacak kadar çevik ve dinç bir ruhu vardı.

Hatırlardadır ki en şiddetli kalem maçlarından biri de onunla benim aramda olmuştur. İki sene evvel, şair Yusuf Ziyanın delaletiyle tekrar görüştüğümüz vakit münasebetimin eski sıcaklığından hiçbir şey kaybetmediğini gördüm. Son defa Babıali caddesine uğradığı gün, bana ilk defa o münakaşamızı telmih ederek: “Bu cadde kavgasız olmaz, sükunet buraya hiç yaraşmıyor!” demiş ve aramızdaki acı münakaşaya bir kıymet vermiş olmak suretiyle, belki, benim kendisine karşı utancımı tadile çalışmak büyüklüğünü göstermişti.

Keşke sağ olsaydı da benim için yazdığı ve söylediği şeylerin bin kat ağırını tekrar etseydi; ben de büyüklere karşılık vermenin çirkinliğini anlayan bir çocuk gibi dilimi tutup otursaydım.

Haşim ve Talebesi

Haşim talebesini, talebesi de Haşimi çok severdi. Mülkiye talebesinden Hilmi bey, şairin mezarı başında söylediği sözlerle bu karşılıklı sevgiyi ne güzel anlatıyor:

“- Bu sevginin ateşi değil mi ki, daha birkaç ay evvel seni yatağından kürsüye koşturdu. O gün hasta hasta sınıfa girdiğin zaman “kendimi çok çocuklu babalara benzetiyorum. Ve sınıfa girdiğim zaman aile hariminin hararetini hissediyorum” demiştin.

Arkanda, kalplerinde ıztırabın, gönüllerinde hatıraların, dillerinde şiirlerin mahzun bir Mülkiyeliler kafilesi var”.