• Sonuç bulunamadı

Bütün sürat vasıtalarından beklediğimiz şey vakit kazanmaktır ve insan, tabiattan buhar ve elektrikle beraber sanki vakit de istihsal ediyor.

Fakat bugün, buhar ve elektriğin keşfinden evvelki zamanlardan daha az vaktimiz var. Kazandığımız vakti istirahat için değil, eskisinden fazla çalışmak için sarfediyoruz. Buharın ve elektriğin nimetlerinden en az istifade eden Asya’da istirahat müddet ve imkanı daha çok olduğu halde, buharın ve elektriğin nimetlerinden en çok istifade eden Amerika’da istirahat müddeti ve imkanı daha azdır. Sürat çoğaldıkça düşünmeye bile vaktimiz kalmıyor. Elini çenesine, yahut şakağına dayamış, başı öne düşük veya kaşları çatık, bakışları bir tek noktaya saplanmış, hatta o noktayı bile görmeyen çünkü deruni manzarasına çevrili, dalgın, kendinden geçmiş, saatlerce düşünen klasik “mütefekkir” tipi kaybolmak üzeredir. Bugün, eskilerin veli derecesinde takdis ettikleri böyle bir adam görürsek hemen güleceğimiz tutar. Sanki düşünmek ayıptır; sanki başımıza yegane hakkını teslim etmemek hususunda en zekiler bile en budalalarla el ele vermişlerdir: Klasik mütefekkiri arpacı kumrusuna benzetmekte hemen ittifak ederler.

Düşünmeden mi yaşıyoruz? Adeta!

Şüphesiz buna tamamıyla imkan yoktur. Fakat en mühim meselelerimizi bazen kaçmak üzere olan vapurumuza acele bilet alırken, kalkmak üzere olan tramvaya adım atarken, yollarda koşarken, birisiyle konuşurken düşünüyoruz. Düşünmek artık başımızın muayyen zamanlara mahsus gizli ve fevkalade bir ayini değil, görmek, işitmek, tatmak gibi duygularımızla beraber yaptığı, bir çırpıda, acele bir iştir. Bunun için bizi düşünmek zahmetinden kurtaran şeylere eskisinden fazla ehemmiyet veriyoruz. Hazırlop fikirlere, bir vecize lokması içine sıkıştırılmış nazariyelere, uzun sözün kısasına meftunuz. Hatta kabil olsa mahalle bekçisi gibi her tarafa birer mahalle mütefekkiri tayin edeceğiz, ona aylık vereceğiz, bizim yerimize düşünmesini kendisinden isteyeceğiz. Hatta hatta zenginlerimiz evlerine hizmetçi gibi, kahya gibi, mürebbiye gibi bir de “düşünmeye memur” insan alacaklar. Gazeteleri, mecmuaları, kitapları, bu memur okuyacak, dünya ve memleket ahvalinden ev işlerine kadar her şey üstünde en salim fikri bu adam bulacak; efendisinin eline bastonunu veren hizmetçi gibi bu adam da ona her sabah muhtaç olduğu fikri sunacak.

Dün başkalarından fikir sormak, akla danışmak bir şahsiyetsizlik alametiyken bugün adeta medeni bir hak olmuştur:

- Siz ne fikirdesiniz?

Suali, yakın dostuna saatini soran adamın kendinde bulduğu haktan daha büyük bir haktır.

Okuyucularından daha fazla düşünmeye mecbur olan gazeteler bile bu kafa işkencesinden kurtulmak için “anket” diye bir şey icat etmişler, sağa sola, yazana, okuyana her mevzuda bir sürü şey soruyorlar. Herkes birbirinden istediği fikir sadakası ile geçinmek derdine düştü. Fikir istemenin para istemekten daha ayıp olduğunu henüz kimse ne kabul, ne de münakaşa ediyor.

Bir de herkes fikre muhtaç olduğu halde onu beleşten tedariğe çalışıyor. Fikrin maydanoz kadar bile istihsal kıymeti yoktur. Kitapların yüzüne kimse bakmıyor. Düşünmekten hoşlanmadığımız kadar o düşünceyi başkalarından almak için fedaya mecbur olduğumuz bir damla göz nurunu da esirgiyoruz, fikir namına bu kadar zahmeti de çok görüyoruz. Kulaktan kapma bilgilere rağbetimiz bundandır. Fakat öğrenmeye, düşünmeye ve anlamaya mecbur olduğumuzu da her zamankinden fazla biliyoruz.

Hissettiğimiz bu zaruret bize er geç düşünmenin vekalet kabul etmediğini, fikrin başkalarından iğreti alınmayacağını, düşünme işinin her başa düştüğünü öğretecektir.

Fikir sahibi olmaya, mal sahibi olmaktan ziyade lüzum göreceğimiz gün hakiki zenginliğin sırrını bulacağız:

Bütün fakirliğimiz, maldan evvel fikrin kıymeti hakkında pek az fikir sahibi olmamızdan ileri geliyor.

ŞİİR NEDİR? *

On dört yaşında bir çocuk apandisit ameliyatı yapmak istediğini söylerse gülüp geçersiniz; ısrar ederse kendisine doktorluk tahsili yapmadan bu işte nasıl muvaffak olunabileceğini sorarsınız.

Fakat on dört yaşında bir çocuk şiir yazmak istediğini söylerse tabii bulursunuz; ekseriya onu teşvik edersiniz ve yazdığını da beğenirsiniz.

Çünkü biz de o çocuk gibi edebiyatın doktorluk kadar hususi bir etüde muhtaç olduğunu bilmiyoruz; annesinin karnında her şairin edebiyata namzet ve şiirin ehliyetnamesine sahip olduğuna inanıyoruz. Küçük yaşlarda şiir tecrübeleri yaptıklarını bildiğimiz büyük edebiyat adamlarının hususi hayatları da, şiirin kafi şartını çocuğun doğarken getirdiği istidat da bunların kanaatlerine ayrıca kuvvet veriyor.

Mektepteyken ben de şiir tecrübeleri yapan ve bunda muvaffak olduğuna inanan budala masumlardan biriydim. Adım “şair” çıkmıştı ve hocalarımın tekzip etmediği bu sıfatı rahatça benimsiyordum.

Muallim Naci’nin babama “anadan doğma şair” in Acemce sıfatını vermiş olması benim de aynı mesut irsiyet hamulesiyle dünyaya geldiğime hem muallimleri, hem talebeyi, hem de işin kötüsü beni kandırmıştı.

Şair olmadığımı anlamam için, daha sonraları şiirle daha ciddi meşgul olmam lazım geldi. Fakat yalnız kendimin değil, şair olduklarına hala inanılan birçoklarının da şiirin hususi dünyasına yabancı olduklarını gördüm.

Şiirin doktorluk kadar bir ihtisas haysiyeti olduğunu kabul etmeyenlere, şiirin doktorluktan çok daha güç bir iş olduğunu anlatmak güçtür. Zamanımızın şair bolluğu ve şiir azlığı bu zorluktan ileri geliyor. Bütün elde edilmek şansı bir doğuş kabiliyetine irca edilen şiir üstünde herkesin bir hak iddia etmemesine şaşılabilir: Çünkü doğuşta kim şair değildir? Şiddetli bedbin hassasiyetinin ilk canlı ifadesini çığlıklar ve göz yaşları ile vermemiş hangi çocuk vardır? Eğer şiir, doğarken kopardığımız bu çığlıkların büyüdükten sonra manzum ifadesi demekse kafiye bulabilen herkes şairdir. Halk şiiri güzel iptidailiği içinde bunu çok kereler ispat etmemiş midir? Aynı iptidailiğin güzelliği kadar, kolaylığı ve basitliği de hala şairlerimizi folklor nevinden şiirler yazmaya teşvik ediyor.

Halk şiiri dediğimiz şey, bizi insan ruhunun ilk kaynakları üstünde aydınlattığı için, bir çocuğun masum sözleri ve terennümleri gibi sevimli enteresan olabilir. Bu iptidailiği suni olarak tekrarlamak, artık masumiyetinden ve sevimliliğinden de eser bırakmaz. Bir çocuk ağzında hoşumuza giden basık, pepeme, eksik ve tuhaf konuşmanın bir hatip ağzında ne çirkin olabileceğini tasavvur ediniz. Çocuğun bu konuşuşu, zekanın şefkatinde insan dilinin ilk uyanışını bize göstermek ve bu iptidailikten kaçıp kurtulmamıza yaramak itibariyle de ayrıca faydalıdır. Hatta sevimliliği de belki bu faydasından ileri geliyor. Bizse kaçmaya mecbur olduğumuz bu geriliğe doğru koşuyoruz.

Halkın dilinde şiirin tekemmül etmiş lirik ifadesi topraktan fışkıran ağacın gölgesi gibi ancak tabiat dekoru ve hamlesinin ilk tazeliği içinde güzeldir. Bu kütükten bir mobilya yapmak icap ettiği zaman bütün bir endüstri hüneri, bir dekor sanatı, bütün bir ileri cemiyet zevki işin içine girer. Üstünde insan zekası bin türlü aletiyle beraber çalışacaktır: Baltadan ince testereye ve boyadan cilaya kadar vasıtalarla o ağaç parçasını tabiattan insana mal edeceğiz.

Kaba marangozluk zanaatı için böyle olan şey, şiir için hudutsuz bir nüans alemi içinde namütenahi bir tekemmül imkanıyla darbedilerek daha ziyade böyledir.

Bunu bilmeyen çocuklar şiire kolayca sahip çıkıyorlar, bir de bizden teşvik görüyorlar. Apandisit ameliyatı yapmak için ellerine neşter verseydik insanlara zararları bundan büyük olmazdı.