• Sonuç bulunamadı

Bir ay evvel, Yahya Kemal Paris’te bulunan Türk gençlerine bir hitabe söylemiş; demiş ki: “Ben vaktiyle buraya, alafrangacı geldim, alaturkacı döndüm!” ve Fuzuli’ yi, Nedim’i, Galib’i orada anladığını, hatta orada tanıdığını ilave etmiş.

Böyledir. Sadi’yi Victor Hugo beğendikten sonra beğeniriz; Mevlana’ yı Maurice Barresten sonra anlamaya başlarız; Yeşil Türbeyi Andre Gide sevdikten sonra severiz; Itri’ yi, Dede’ yi, Tamburi Cemili, Eugene Borel takdir ettikten sonra takdir ederiz; Eyüpsultan’ a yahut Türk çinisine Pierre Loti’den sonra meclup oluruz. Fakat biz, Türk halkı değil, Türk münevveri, kendi mahsullerimizin kıymetine, ancak Avrupa hars piyasasında narh konduktan sonra inanırız. Bizi kendi kıymetlerimize karşı tereddüde ve şüpheye düşüren şey , umumiyetle zannedildiği gibi , yalnız Tanzimat cereyanı değildir; buharın hele elektriğin keşfinden sonra garp tekniğinin şeytani oyuncakları zekalarımızı büyüledi ve maddenin harikaları karşısında manevi kıymetlerimizi kendi gözümüzden düşürdü.

Mevlana’ nın ışığını söndüren biraz da elektrik ampulleridir; Itrinin veya Dedenin sesini kısan biraz da fonograftır; Tamburi Cemili susturan biraz da sinema musikisi, radyo veyahut Maurice Chevalier’nin şarkılarına küfeci çocuklarımızın ağızlarını veren yeni elektrikli plaklardır.

Garp, gümrüklerimizden içeri yalnız makineyle değil, beraberinde hars de sokuyor. Ve biz, konservatuarımızda Türk musikisi öğretilmek lazım geldiğini ancak Viyanalı bir mütehassısın raporundan sonra anlıyoruz ve ancak bir İngiliz gramofon kumpanyası, Münir Nurettin sesindeki ticari kıymeti istismara başladıktan sonradır ki bu genç muganninin konserlerini dolduruyoruz. Halılarımızda Avrupa ve Amerika pazarlarında aldığı fiyata göre aramızda rağbet buluyor. Nitekim, toprağımızda gizli madenleri ancak onlar keşfettikten sonra tanıyacağız ve kıymetlerini bileceğiz.

Türk’e muzaf olan her şeyin kıymetsizliğini telkin eden ecnebi mektepleri ve ecnebi propagandası, bizden evvelkilere bir alaturka düşmanlığı aşılamıştır. Alaturka musikiye karşı duyulan istihaf, emniyetsizlik bundandır.

Artık Mimar Sinan’ın Michel Ange ayarında bir sanatkar olduğunu anlamamız için, dürbünlerini minarelerimize çeviren ecnebi seyyahların şehadetlerine ihtiyacımız olmamalıdır. Artık salonlarımızda Bethoven’in resmi yanına Abdülkadiri Meraği yahut Dedenin resmini asmamız için bir Fransız müzikoloğunun veya Alman mütehassısının

delaletlerine muhtaç olmamalıyız; artık Yahya Kemal gibi tanınmış bir Türk şairi Fuzuli’ yi veyahut Yunus Emre’yi sevmek ve anlamak için Paris’in havasını koklamaya mecbur kalmamalıdır.

Onlar Tanzimat çocukları ve Babıali züppeleri alafrangacı doğdular. İçlerinde Yahya Kemal veya Ruşen Eşref gibi irsi şahsiyetlerinden silkinip çıkanlar pek azdır.

Biz, yeni Türkiye çocukları Türk doğduk. Kafamız Avrupalıdır. Elektrik yakarız, fakat udumuzu elimize alarak Tamburi Cemilin enfes bir semaisini çalmaktan utanmayız ve Türk musikisine bütün Garp kulaklarının tiryaki olacağı günü de yaklaştırmak için zamanın eteklerine yapışırız. Artık bizim aramızda bir “alaturka, alafranga” münakaşası yoktur. Alaturka kelimesinin içindeki Türk sözünden çekinen Beyoğlu’nun kozmopolit Türkleri, bize, bizi anlayan ecnebilerden daha uzaktırlar.

REJİSÖRÜN PALTOSU ve ŞAPKASI *

Bugünkü Türkiye’nin en büyük komedyeni ve belki dünyanın en büyük Moliere yaratıcılarından biri olan aktör Behzat, geçenlerde, Akşam muharriri Selami İzzet’e tiyatro hayatından birkaç güzel safha anlatmıştı. Sanatkarın hoşumuza giden hikayeleri arasında tuhafımıza giden bir söz de var: Darülbedayi sanatkarları rejisör Muhsin beyin paltosunu ve şapkasını görseler -içinde kendisi olmasa bile- ürkerlermiş.

Buna “disiplin” veya inzibat adını verenlere çok tesadüf ettim. Bu düşüncede olanlara göre rejisör Muhsin bey, Darülbedayi’ ye bir çalışma nizamı vermiştir. Her artist dakikası dakikasına işinin başındadır; dakikası dakikasına prova yapılır ve dakikası dakikasına perde açılarak piyes oynanır.

Kolektif bir sanat içinde bu orkestra nizamı, bu ahenk, elbette lüzumlu ve güzel bir şeydir; tiyatromuzun bu inzibattan mahrum olduğu devirleri bilenler, kulis arasındaki reji sefaletinin sahneye ne gülünç veya çirkin şekillerde aksettiğini görmüşlerdir. Muhsin Beyin diktatörlüğü andıran bu tesiri, o kargaşalık devirlerinin bir aksülameli telakki edilirse mazur görülebilir.

Fakat bu gene bir orkestra veya sahne nizamıyla bir kışla inzibatı arasındaki fark önünde eğilmek isterim.

Kışlada askerler büyük bir makinenin parçalarına benzerler ve merkezi enerjinin, mesela buhar kuvvetinin esiri olmaları çarkın dönebilmesi için şarttır. Orada şuur, makinistlerde ve enerji kazanda, yahut dinamoda bulunur. Parçalarda herhangi bir şuur aksülameli isyan ve anarşi doğurur, makineyi durdurur. Askeri inzibat az şuurlu, çok mihaniki olmak lazımdır. Fakat bir orkestra şefine saz çalanların münasebeti, kumandanla madunlarının münasebetine benzemez. Her müzisyen orkestranın umumi e senfonik ahengini kendi deruni aleminde tesis eder; onun tam bir şuur noktasından hareket eden ve ince bir hassasiyetle muvazenesini bulan deruni inzibatı, dışarıdan içeriye bir tazyikle hasıl olmuş, zoraki bir ahenk değil, içeriden dışarıya kendini veren ve tabii bir taazzuvla umumi ahengin teessüs etmesine yarayan canlı bir nizam amilidir. Bunun içindir ki orkestra şefinin değneği, falso yapan müzisyenin ensesine indirilmek için değil, sadece ahengin yollarını çizmek için eline verilmiştir!

Orkestra şefi, boş kundurası görülünce tekmesinden ve boş eldivenleri görününce yumruğundan korkulan bir müstebit değildir. Her şuurlu ve kendine hakim adam gibi, saz

çalan adan da orkestra şefinden değil, kendi kendisinden korkar ve koşarken düşmenin acısından kendini korumak için bedeni muvazenesini ve ahengini muhafaza eden adam gibi o da bir nevi “kendini koruma” insiyakıyla faaliyetine devam eder.

Darülbedayi’de Behzat gibi bir artisti kırk yıllık dostunun paltosundan yıldıran inzibat, tiyatro sanatımız için pek uğursuz bir şey olabilir ve bu resmi Türk sahnesi müstehcen operetlerde gıdasını aramak vaziyetine uzun zaman düşürebilir.

Hayır! Darülbedayi artistleri sansar nevinden şuursuz ve iradesiz birer mahluk değildirler. Onları idare etmek için rejisörün paltosu ve şapkası gibi bir korkuluğa ihtiyaç yoktur. Behzat Bey şerefli dostum, o palto ve şapkaya yaklaş, elini dokundur, korkma, umacı değildir, ısırmaz, yutmaz!