• Sonuç bulunamadı

İctihâd, kelime olarak, güç sarf etmek ve meşakkate katlanmak suretiyle bir şeyi elde etmek veya bir sonuca varmak anlamındadır.2 Terim olarak da nassın3 lafız ve manasından hareketle, nas bulunmadığında da çeşitli istinbât metotları kullanılarak şer‘î hüküm hakkında zannî bilgiye ulaşma çabasının genel adı olarak tanımlanmaktadır.4 Bu çabanın belirli bir yönteminin olması ise tabiîdir. Mecelle’nin küllî kaideleri içerisindeki şu maddeler bu yöntemle ilgilidir:

a) Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yokdur. (mad. 14)5

b) Alâ-hilâfi’l-kıyâs sâbit olan şey, sâire makîsün-aleyh olmaz. (mad. 15)6 c) İctihâd ile ictihâd nakzolunmaz. (mad. 16)7

1 Bkz. Nevevî, el-Minhâc, IV, 44; İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 682.

2 Râgıb, el-Müfredât, s. 108. Ayrıca bkz. Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350; Karaman, Hayreddin, İslâm Hukukunda İctihâd, DİB Yay., Ankara, 1985, s. 15.

3 Nas kavramının iki anlamı bulunmaktadır. Bunlardan ilkine göre hüküm kaynağı olması yönüyle Kitap ve Sünnet’in ifadeleri demektir. Diğer anlamına göre de fıkıh usulünde lafzın açıklık düzeyini belirtmek üzere kullanılan terimdir. Bkz. Apaydın. H. Yunus, “Nas”, DİA, İstanbul 2006, XXXII, s. 391. Ayrıca bkz. Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 362. Lafzın açıklık düzeyi ise “zâhir, nas, müfesser ve muhkem” olmak üzere dört kısımdır. Bunlar hakkında kapsamlı bilgi için bkz. Zeydân, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, s. 338-347; Zuhaylî, el-Kavâidu’l-fıkhiyye, I, 499; Ebû Zehre, İslâm Hukuku Metodolojisi, s. 106-111. Kavram Mecelle’nin konuyla ilgili maddesinde, görüldüğü kadarıyla ilk anlamında kullanılmıştır.

Bir başka yoruma göre de lafzın açıklık derecesi ile ilgili tasnifteki zâhir ve nas düzeyleri tevil ihtimali taşımaları nedeniyle bunlarda ictihâd mümkünken, müfesser ve muhkem düzeylerinde anlamın açık olması ve tevil ihtimalinin bulunmaması nedeniyle bunlarda ictihâd mümkün değildir. Bkz. Zuhaylî, el-Kavâidu’l-fıkhiyye, I, 499.

4 Apaydın, H. Yunus, “İctihâd”, DİA, İstanbul 2000, XXI, 432. Ayrıca bkz. Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 32; Karaman, İslâm Hukukunda İctihâd, s. 20. Fakihlerin ıstılâhına göre olduğu belirtilen bir başka tanıma göre ise şer‘î hükmü şer‘î delilinden elde edebilmek için üst düzey güç ve çaba harcama faaliyetidir. Bkz. Zeydân, el-Vecîz fî şerhi’l-kavâidi’l-fıkhiyye s. 38; Zuhaylî, el-Kavâidu’l-fıkhiyye, I, 500.

5 Mecelle, s. 24.

6 Mecelle, s. 24.

7 Mecelle, s. 24.

2.3.1. Kâidelerin Fıkıh Kaynakları ve Anlamları

İlk zikredilen, “Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yokdur.” kâidesi Hâdimî’nin Mecâmi’inde, صنلا دروم يف داهتجلال غاسم لا şeklindeki metin ile kayıtlıdır.1 Ebû Zeyd ed-Debûsî’nin Te’sîsu’n-nazar’da İmam Muhammed’e göre “asıl” olduğunu belirttiği bir görüş de yine bu anlamda olmak üzere bilhassa şeriatta miktar ve oranları belirlenmiş olan bazı uygulamalar hakkındadır. Buna göre İmam Muhammed söz konusu miktar ve oranların başkalarıyla değiştirilmesinin caiz olmadığı kanaatindedir. Ancak bu konuda Ebû Yusuf’un görüşü farklı olup bu miktarların da değişime açık olduğu yönündedir.2

Mezkûr kâidenin anlamı da, şâriin nas ile hükmünü bildirdiği meselelerin tamamında müctehidlerin ictihâd etmelerinin caiz olmadığı, çünkü ferî hükümlerde ictihâd ve kıyasın caiz olmasının, şâriin bu konuda bir hükmünün bulunmaması şartına bağlı olduğu yönünde açıklanmıştır.3 Bunun gerekçesi ise Ahmed Zerkâ tarafından şöyle ifade edilmiştir:

Nassın mevcut olduğu durumlarda şer’î hüküm nas ile sabit olduğundan onu elde etmek için çaba harcamaya ihtiyaç yoktur. Çünkü ictihâd zannî bir delildir. Onunla elde edilen hüküm de yakînî olan nas ile elde edilmiş olan hükmün aksine zannî delille elde edilmiş bir hükümdür. Yakînî delil ise zannî delil nedeni ile terk edilemez.4

Bundan farklı olarak Hatîb el-Bağdâdî, nassın bulunmamasını ictihâdın bir türü olan kıyasın şartlarından saymamaktadır. Ona göre kıyasın şartı öncelikle nassa muhalif olmamasıdır. Bu gerçekleştiği takdirde konuyla ilgili nassın olup olmaması arasında fark yoktur.5 Ancak Hanefî âlimlerin “nas” kavramını sahâbî sözünü de içine alacak şekilde geniş tuttukları da ifade edilmelidir ki bu, Ebû Zeyd ed-Debûsî’nin

1 Hâdimî, Mecâmi’, s. 370. Ayrıca bkz. Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 15; Bilmen, Kâmûs, I, 260;

Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, s. 124.

2 Bkz. Debûsî, Te’sîsu’n-nazar, s. 157. Suyûtî’nin, bu miktarların artma ve eksilmeyi kabul edip etmemeleri bakımından yaptığı üçlü tasnif için bkz. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir, I, 138. Ayrıca konuyla ilgili kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Erdoğan, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, s. 125-129.

3 Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 32; Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 16. Kâidenin anlamıyla ilgili olarak yaptığı detaylı açıklamasında Abdülkerim Zeydân da şöyle demektedir: “Şüphesiz ki ictihâd, İslâm şeriatında hükmü ile ilgili açık bir nassın bulunmadığı konularda olur. Hükmü ile ilgili açık bir nassın bulunduğu konularda ise ictihâd caiz değildir. Çünkü ictihâddan maksat şer’î hükmün elde edilmesidir.

Şer’î hüküm nas ile elde edildiği zaman ictihâda gerek kalmaz. Yine ictihâd yoluyla, nas ile ortaya konulan hükmün aynısına ulaştığımızda burada güvenilir olan, nas ve onun aracılığıyla beliren hüküm olup, ictihâd değildir. Dolayısıyla bu durumda ictihâda başvurmak bir tür abesle iştigaldir, doğru ve uygun değildir. Ayrıca nas ile kastedilen, Kur’ân-ı Kerîm âyetleri, tertemiz nebevî sünnet ve şer’î icmâ ile sâbit olan hükümlerdir.” Bkz. Zeydân, el-Vecîz fî şerhi’l-kavâidi’l-fıkhiyye s. 38. Ömer Nasuhi de

“Hakkında şâri-i mübînin nassı mevcut olan bir meselede artık ictihâd zâid ve o nassın hilafına hüküm batıldır.” diyerek bu kaidenin mânasına kısaca işaret etmiştir. Bkz. Bilmen, Kâmûs, I, 259.

4 Zerkâ, Şerhu’l-kavâidi’l-fıkhıyye, s. 147.

5 Bkz. Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu’l-fakîh ve’l-mütefakkıh, I, 503.

nazar’daki bazı ifadelerinden anlaşılmaktadır. Buna göre Hanefîler sahâbî sözünün, akranlarından biri kendisine muhalefet etmediği sürece kıyasa önceliği olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü sahâbînin bu sözü, kıyasın kendisine muhalefet etmesi nedeniyle kıyasa göre söylediği veya rastgele söylediği düşünülemez. Açıktır ki sahâbî bu sözü Rasûlullah’tan (a.s) işiterek söylemiştir. İmam Şâfiî’ye göre ise kıyas önceliklidir.

Çünkü o, sahâbînin taklit edilmesini ve görüşünün alınmasını zorunlu görmemektedir.1 Ebû Zeyd ed-Debûsî’nin Te’sîsu’n-nazar’da, üç âlimimize göre diyerek naklettiği

“asıl” da mevzu bahis olan kâide ile yakından alakalıdır ki şöyledir: نع يورملا ربخلا نإ حيحصلا سايقلا يلع مدقم داحلآا قيرط نم يبنلا “Hz. Peygamber’den âhâd tarikle rivayet edilen haber sahih kıyasa takdim edilir.”2 Debûsî İmam Mâlik’e göre ise sahih kıyasın âhâd habere önceliği olduğunu ifade etmiş ve şöyle de bir örnek zikretmiştir: “Ashâbımız, konuyla ilgili bir rivayete dayanarak, necis meninin kuru olduğu zaman ovalamak suretiyle de elbiseden temizleneceğini söylemişlerdir. İmam Mâlik’e göre ise meni tıpkı idrar gibi sadece su ile yıkamak suretiyle temizlenir.”3

Yukarıdaki yorumlar neticesinde özetle Kur’ân ve sahih sünnette -ve Hanefîlere göre sahâbî kavillerinde- hükmü açıkça bildirilen konularda âlimlerin görüş beyan etme yetkisinin olmadığını ifade eden bu kâide, şer’î delillerin değer ve önceliğine işaret etmesi bakımından fıkıh usûlü için de özel bir öneme sahiptir. Şer’î delillerin öncelikle Kur’ân ve sünnet sonra bunlardan bir asla dayanması şartıyla icmâ ve kıyâs şeklindeki dörtlü tasnifinin4 esasta bu kaide ile bağlantılı olduğu da söylenebilir.

“Alâ-hilâfi’l-kıyâs sâbit olan şey, sâire makîsün-aleyh olmaz.” kâidesi de Hâdimî’nin Mecâmi’inde, هيلع ساقي لا هريغف سايقلا ريغ يلع تبث ام şeklindeki metin ile kayıtlıdır.5 Ancak bazı kaynaklarda anlama yansımayan küçük bir farkla, فلاخ ىلع تبث ام هيلع ساقي لا هريغف سايقلا ifadeleri ile yer almaktadır.6

Sözlük anlamı açısından bir şeyi başka bir şey ile ölçmek veya her birinin diğerine nispetle miktarını belirlemek için iki şeyi birbirine yakalaştırıp bitiştirmek gibi anlamlara gelen kıyas, ıstılahî açıdan, aralarındaki ortak illet nedeni ile hükmü konusunda nas bulunmayan bir meseleyi hükmü konusunda nas bulunan diğer bir

1 Bkz. Debûsî, Te’sîsu’n-nazar, s. 113.

2 Debûsî, Te’sîsu’n-nazar, s. 99.

3 Debûsî, Te’sîsu’n-nazar, s. 99-100.

4 Bkz. Zeydân, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, s. 150; Hallâf, İlmu usûli’l-fıkh, s. 21; Keskioğlu, Osman, Fıkıh Tarihi ve İslâm Hukûku, DİB Yay., Ankara 1984, s. 19-33.

5 Hâdimî, Mecâmi’, s. 371. Ayrıca bkz. Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 16. Kâide için Menâfiu’d-dekâik de kaynak gösterilmiştir. Bkz. Bilmen, Kâmûs, I, 260; Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, s. 124.

6 Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 33; Zerkâ, Şerhu’l-kavâidi’l-fıkhıyye, s. 151.

meseleye ilhak edip bunları aynı hükümde değerlendirmek anlamındadır.1 Ancak bir konunun hükmü kıyasa aykırı olarak sâbit olmuşsa, bu hüküm ona benzer konuların kıyas edilmesi için “asıl” yani “makîsun aleyh” vasfını haiz olamaz ki2 mezkûr kâidenin ifade ettiği anlam da budur. Mesûd Efendi ise kâideyi, Huzeyme’nin (r.a) şahitliğini iki kişinin şahitliği ile denk tutan bir rivayet bağlamında izah etmiştir ki3 ilgili bölümde bu rivayete genişçe temas edilecektir. Ayrıca Mecâmi’de, bu muhtevayı farklı bir şekilde ifade eden bir başka kâide daha zikredilmektedir ki şöyledir: رصتقي سايقلا فلاخ يلع صنلا هدروم يلع “Kıyasa muhâlif olarak sâbit olan nas, vârid olduğu alan ile sınırlıdır.”4

“İctihâd ile ictihâd nakzolunmaz.” kâidesi ise Süyûtî’nin ve İbnü’n-Nüceym’in el-Eşbâh ve’n-nezâir’lerinde, داهتجلااب ضقني لا داهتجلاا şeklindeki metin ile kayıtlıdır.5 Kâide daha eski kaynaklardan Hatîb el-Bağdâdî’nin Kitâbu’l-fakîh ve’l-mütefakkıh’inde de bu lafızla yer almaktadır.6 Ebû’l-Hasen el-Kerhî’nin Risâle’sinde ise yine muhteva aynı olmak üzere kısmen farklı lafızlarla kayıtlıdır ki şöyledir: داهجاب خسفي لا داهتجلإاب يضم اذإ هنإ صنلاب خسفي و هلثم “İctihad ile devam eden bir uygulama, bir başka ictihad ile feshedilmez. Nas ile feshedilir.”7 Ayrıca Süyûtî İbnü’s-Sabbâğ’ın naklettiğini belirterek bu hükmün delilinin sahâbe icmâı olduğunu söylemiş ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a) çeşitli meselelerde verdiği hükümlere Hz. Ömer’in (r.a) muhalefet ettiğini ancak bu muhalefetin onun verdiği hükmü bozmadığını da örnek olarak zikretmiştir.”8 Süyûtî bunun gerekçesi olarak da ikinci ictihâdın birinciden daha güçlü olmamasını ve ayrıca

1 Zeydân, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, s. 194. Kıyasın yine bu muhtevada sayılabilecek diğer tanımları için bkz.

Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 33; Zeydân, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, s. 194; Zerkâ, Şerhu’l-kavâidi’l-fıkhıyye, s. 151; Yıldırım, Mecelle’nin Küllî Kâideleri, s. 58.

2 Yıldırım, Mecelle’nin Küllî Kâideleri, s. 58. Kâide, bazı zaruret ve icaplarla hususî durum ve şartlar göz önüne alınarak konulmuş bulunan istisnaî bir hükmün, diğerleriyle mukayeseye esas tutulamayacağı şeklinde de izah edilmiştir. Bkz. Gür, Hukuk Tarihi Ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, s. 121.

3 Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 16.

4 Hâdimî, Mecâmi’, s. 371.

5 Bkz. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir, I, 165; İbnü’n-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nezâir, s. 115. Ayrıca bkz.

Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 16; Bilmen, Kâmûs, I, 260; Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, s. 124. Kâide bazı kaynaklarda anlam değişikliği olmaksızın, هلثمب ضقني لا داهتجلاا ibaresi ile yer almaktadır. Bkz. Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 34; Zerkâ, Şerhu’l-kavâidi’l-fıkhıyye, s. 155; Zeydân, el-Vecîz fî şerhi’l-kavâidi’l-fıkhiyye s. 39.

6 Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu’l-fakîh ve’l-mütefakkıh, II, 426.

7 Debûsî, Te’sîsu’n-nazar, s. 171. Ayrıca bkz. Bâ Hüseyin, el-Kavâidu’l-fıkhiyye, s. 220. Suyûtî nassın yanında icmâ ve kıyâs-ı celîyi de kaydetmiş ayrıca Karâfî’nin, kavâid-i külliyeye muhalefeti de zikrettiğini belirtmiştir. Bkz. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir, I, 174. Hamevî ise buna genel maslahatı da eklemiştir. Bkz. Hamevî, Gamzü uyûni’l-besâir, I, 329.

8 Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir, I, 165. Ayrıca bkz. İbnü’n-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nezâir, s. 115; Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 16. Ali Haydar Efendi Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer arasındaki bu münasebete biraz daha genişçe olmak üzere şöyle işaret etmiştir: “Müminlerin emîri Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a), kendi ictihâdına dayandırarak bazı hükümler çıkarıyordu. Ömer b. Hattâb da (r.a) bu hükümlerin bazılarında Ebû Bekir’den (r.a) farklı görüşlere sahip olduğu halde hüküm çıkarılan oturumlarda hazır bulunuyordu.

Buna rağmen Ömer (r.a) hilafet makamına geldikten sonra da bu hükümlerden herhangi birini bozmamıştır.” Bkz. Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 34. Ayrıca bkz. Yıldırım, Mecelle’nin Küllî Kâideleri, s. 61

ikinci ictihâdın birinciyi bozması halinde bu durumun, hiçbir hükmün istikrar bulmaması gibi kendisinde şiddetli zorluk bulunan bir sonuca götürecek olmasını göstermiştir.1 İbnü’n-Nüceym ise bu görüşün, Hidâye sahibinin, ikinci ictihâdın birinci ictihâd gibi olduğu ancak birinci ictihâdın bir yargı kararına dönüşmesi nedeniyle tercih edileceği ve kendisinden daha düşük derecedeki bir ictihâd ile bozulamayacağı yönündeki görüşünden daha üstün olduğunu söylemiştir.2

Ali Haydar Efendi de, ikinci bir müctehidin önceki müctehidin ictihâdına dayanan hükmü bozması mümkün olmadığı gibi müctehidin, önceki ictihâdına dayanan hükmü bozmasının kendisi için de mümkün olmadığını belirtmiştir. Onun ifadesiyle bunun sebebi ise bir ictihâdı diğer bir ictihâda tercih etmeyi sağlayacak bir gerekçenin bulunmaması ve yine ikinci ictihâdın birinci ictihâddan daha doğru olduğunu söylemenin veya bu yönde hüküm vermenin imkân dâhilinde olmamasıdır. Çünkü ictihâd sadece, hata ihtimalinin de bulunmasıyla beraber, hedefe isabet edildiğine dair baskın ve güçlü bir kanaatin elde edilmesidir. Bütün ictihâdların doğru olması mümkün olduğu gibi hatalı olması da mümkündür.3

2.3.2. Kâidelerin Hadislerdeki Temelleri

İlk olarak zikredilen, “Mevrid-i nassda ictihâda mesâğ yokdur.” kâidesinin esası olarak görülebilecek4 rivayetlere şunlar örnek verilebilir:

1) İbn Ebû Şeybe’nin Musannef’inde, “Vekî’- Şu’be- Ebû Avn- Hâris b. Amr es-Sekafî- Muâz’ın Hıms halkından olan bazı arkadaşları- Muâz.” şeklindeki isnâd ile nakledilen bir rivayet şöyledir:

1 Bkz. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir, I, 166. Ayrıca bkz. İbnü’n-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nezâir, s. 115;

Mesûd Efendi, Mir’ât-ı Mecelle, s. 16; Burnû, Mevsûatü’l-kavâidi’l-fıkhiyye, I, 39; Bâ Hüseyin, el-Kavâidu’l-fıkhiyye, s. 209. Bahsi geçen muhtemel hukukî istikrarsızlığa Zerkâ da şöyle temas etmiştir:

“Şayet birinci ictihâd ikinci ictihâd ile bozulsaydı bu durum, ikincinin de üçüncü ile bozulmasını mümkün hale getirirdi. Çünkü bütün ictihâdların değişime uğraması imkân dâhilindedir. Bu ise hukukî istikrarsızlığa götürür.” Bkz. Zerkâ, Şerhu’l-kavâidi’l-fıkhıyye, s. 155. Suyûtî ayrıca ictihâdın ictihâdı bozmamasının geçmişe dönük olduğunu, gelecekte ise tercih gerekçesinin bulunmaması nedeniyle (ve ikinci ictihâd ile amel edilmek suretiyle) hükmün değişeceğini belirtmiştir. Bkz. Suyûtî, el-Eşbâh ve’n-nezâir, I, 168.

2 İbnü’n-Nüceym, el-Eşbâh ve’n-nezâir, s. 115.

3 Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, I, 34. Ayrıca bkz. Yıldırım, Mecelle’nin Küllî Kâideleri, s. 61. Kâidenin dayandığı esas da Refik Gür tarafından şöyle ifade edilmiştir: “İctihâdla ictihâdın bozulmaması da, insana ait fıtrî bir mevhibe olarak, fikrin inşâî bir cephesini teşkil eden ictihâdların aynı suretle hürmet ve itibar telkin eylemesi lâzım geldiği esasına dayanır.” Bkz. Gür, Hukuk Tarihi Ve Tefekkürü Bakımından Mecelle, s. 122.

4 Söz konusu kâidenin esası olarak bazı âyetlere de işaret edilmektedir. Bu âyetler ve değerlendirmeleri için bkz. Tuzcu, Kur’ân-ı Kerîm Açısından Mecelle’nin Küllî Kaideleri, s. 48-51.

نإف : لاق الله باتك يف امب يضقأ : لاق ؟ يضقت فيك : هل لاق هثعب امل ملسو هيلع الله ىلص يبنلا نأ ةنسب يضقأ : لاق الله باتك يف سيل رمأ كءاج دهتجأ : لاق ؟ الله لوسر نم ةنس نكت مل نإف : لاق الله لوسر

ملسو هيلع الله ىلص الله لوسر لوسر قفو يذلا لله دمحلا : لاق ييأر

“Hz. Peygamber (a.s) Muâz’ı (Yemen’e) gönderdiği sırada ona, ‘Nasıl hüküm vereceksin?’ dedi. O, ‘Allah’ın kitabında olanla hüküm vereceğim.’ dedi. Hz.

Peygamber (a.s), ‘Sana Allah’ın kitabında hükmü bulunmayan bir dava gelirse (ne yaparsın?).’ dedi. O, ‘Rasûlullah’ın sünneti ile hüküm veririm.’ dedi. Bu defa Hz.

Peygamber (a.s), ‘Rasûlullah’dan bir sünnet yoksa (ne yaparsın?).’ dedi. Muâz, ‘Kendi görüşüme göre ictihâd ederim.’ dedi. Hz. Peygamber de (a.s), ‘Rasûlullah’ın elçisini muvaffak kılan Allah’a hamdolsun!’ dedi.”1

Rivayet Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde de Vekî’ yerine Muhammed b. Cafer olmak üzere yukarıdaki isnâdın aynısıyla ve kısmen mufassal olarak yer almaktadır.2 Örneğin bu rivayette Muâz ictihad edeceğini söyledikten sonra davayı sonuçsuz bırakmayacağını da vurgulamıştır (ولآ لا). Yine Hz. Peygamber’in Allah’a hamd etmeden evvel göğsüne vurduğundan da bahsetmiştir (يردص ملسو هيلع الله ىلص الله لوسر برضف).

Rivayet Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de yukarıdakine benzer bir isnâd ile yer almaktadır. Farklılık ise Şu’be’den sonra Hafs b. Ömer’in bulunması ve baş tarafında da Muâz b. Cebel yerine Muâz’ın Hıms halkından olan bazı arkadaşlarının zikredilmiş olmasıdır. Metinde ise anlamı etkilemeyen cüzî lafız farklılıkları dışında ciddi bir değişiklik görünmemektedir.3

Rivayete Tirmizî de Sünen’inde, Şu’be’den sonraki râvîlerin, Hennâd ve Vekî’

olması dışında yukarıda ilk olarak zikredilen isnâdın aynısı ile yer vermiştir. Buradaki metin ise yukarıda işaret edilen metinlere göre kısmen muhtasardır.4 Ayrıca Tirmizî rivayetin sadece bu mezkûr isnâd ile bilindiğini ve bu isnâdın kendisine göre muttasıl olmadığını da belirtmiştir.5 Yine râvîlerinden Hâris b. Amr’ın yalnız bu hadis ile bilindiği Cemâlüddin Mizzî tarafından ifade edilmiş, Buhârî de bu zatın hadisinin sahîh

1 İbn Ebû Şeybe, Musannef, XI, 604, had. no: 23442, XV, 54, had. no: 29710.

2 Ahmed, Müsned, XXXVI, 333, had. no: 22007.

3 Bkz. Ebû Dâvûd, Akdıye 11, had. no: 3592.

4 Bkz. Tirmizî, Ahkâm 3, had. no: 1327. Rivayetin yer aldığı diğer eserler için bkz. İbn Sa’d, Tabakât, III, 540; Dârimî, Mukaddime, had. no: 170; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 114, had. no: 20836; a.mlf., Ma’rifetü’s-sünen ve’l-âsâr, I, 173, had. no: 291; Hatîb el-Bağdâdî, Kitâbu’l-fakîh ve’l-mütefakkıh, I, 397; Mizzî, Tehzîbu’l-kemâl, V, 267; Zeylaî, Nasbu’r-râye, IV, 63; Zeydân, el-Vecîz fî usûli’l-fıkh, s. 151;

Mevdudî, Ebu’l-Alâ, İslam’da Hükûmet, çev. Ali Genceli, Hilal Yay., Ankara trs., s. 593-594.

5 Bkz. Tirmizî, Ahkâm 3, had. no: 1328. Ayrıca bkz. Mizzî, Tehzîbu’l-kemâl, V, 267; Zehebî, Mîzânu’l-i‘tidâl, II, 175; Zeylaî, Nasbu’r-râye, IV, 63; Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350.

ve marûf olmadığını dile getirmiştir.1 Zehebî de Mîzân’ında Ebû Avn Muhammed b.

Abdullah es-Sekafî’nin Hâris’den rivayetinde teferrüd ettiğini, Hâris’den Ebû Avn’ın dışında rivayet eden kimsenin bilinmediğini belirtmiştir.2

Cevrekânî ise hadisi el-Ebâtîl’inde zikretmiş ve daha ciddi tenkitlerde bulunarak bâtıl olduğunu iddia etmiştir. Yine o, hadisi büyük ve küçük muhaddislerin müsnedlerinde araştırdığını, karşılaştığı hadis âlimlerine sorduğunu ancak bu isnâd dışında başka bir isnâdını bulamadığını belirtmiştir.3 Ayrıca Hâris b. Amr’ın mechûl olduğu, Muâz’ın Hıms halkından olan arkadaşlarının kimler olduğunun bilinmediği, bunun gibi isnâdlara ise her ne kadar önde gelen fakihlerin, kitaplarında zikrettikleri ve ona itimat ettikleri söylenilse bile şeriatın esasları ile ilgili konularda güvenilemeyeceği Cevrekânî tarafından ifade edilmiştir.4 Yine Cevrekânî rivayetin isnâdı ile ilgili olarak sonrakilerin öncekilere tabi olduklarını, bu isnâd dışında hadis âlimlerinin sabit gördüğü bir başka isnâdın ortaya konulması durumunda onların sözünün kabul edileceğini ancak hadisin farklı bir isnâdının bulunmasının sonraki âlimler için kesinlikle imkânsız olduğunu da belirtmiştir.5

Bu açıklamalar doğrultusunda rivayetin zayıf olduğu anlaşılmaktadır ki Elbânî’nin değerlendirmesi de bu yöndedir.6 Ancak Beyhakî’nin, Sünen’inde bu rivayeti tahric ettikten sonra takviye amacıyla, Ömer b. Hattâb, İbn Mes’ûd, Zeyd b. Sâbit ve İbn Abbâs’dan mevkûf olarak nakledilen bazı şâhidlerine yer vermiş olduğu da Azîmâbâdî tarafından belirtilmiştir ki7 bu mevkûf rivayetlere aşağıda yer verilecektir.

Yine İbn Kayyım’ın İ’lâmu’l-muvakkıîn’de hadisin kabul edilebilirliği yönünde yaptığı değerlendirme de şöyledir:

Muâz b. Cebel’in, isimleri belirli olmayan bazı arkadaşları tarafından nakledilmiş olması rivayete zarar vermez. Çünkü bu durum hadisin şöhretini ve Hâris b. Amr’ın bunu bir kişiden değil, Muâz b. Cebel’in arkadaşlarından oluşan bir topluluktan rivayet ettiğini göstermektedir. Bu ise, şöhret hususunda, ismi belirli olsa bile bir tek kişinin rivayet ettiği hadisten çok daha üstündür. Muâz b.

Cebel’in arkadaşlarının ilim, dindarlık, fazilet ve sadakat konusunda kimseye gizli kalmayan konumu ve yine onlar içerisinde itham ve cerh edilmiş yalancı bir kimsenin var olduğu bilinmeyip

1 Bkz. Mizzî, Tehzîbu’l-kemâl, V, 266; Zehebî, Mîzânu’l-i’tidâl, II, 175; Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350; Zeylaî, Nasbu’r-râye, IV, 63.

2 Bkz. Zehebî, Mîzânu’l-i’tidâl, II, 175; Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350.

3 Bkz. Cevrekânî, Ebû Abdullah el-Hüseyn b. İbrahim b. el-Hüseyn b. Cafer el-Hemedânî, el-Ebâtîl ve’l-menâkîr ve’s-sıhâh ve’l-meşâhîr, I-II, thk. tlk. Abdurrahman b. Abdulcebbar el-Firyuvâî, Dâru’s-Sumay’î, Riyad/Müessesetü Dâru’d-Da’ve, Hind 1422/2002, I, 244. Ayrıca bkz. Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350.

4 Bkz. Cevrekânî, el-Ebâtîl, I, 244; Ayrıca bkz. Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350.

5 Bkz. Cevrekânî, el-Ebâtîl, I, 244-245; Ayrıca bkz. Azîmâbâdî, Avnu’l-ma’bûd, IX, 350.

6 Bkz. Ebû Dâvûd, Akdıye 11, had. no: 3592.

6 Bkz. Ebû Dâvûd, Akdıye 11, had. no: 3592.